Recep Maraşlı
13-17 Eylül 1922’de İzmir’i yakıp kül eden yangını kim çıkardı?
Yunan ordusu “kaçarken şehri ateşe mi verdi”; İrmeni ve Rum komitacılarının işi mi; yoksa Türk ordusu, Rumların geri dönüşünü engellemek için Rum ve Ermeni mahallerini kasıtlı olarak mı yaktı? Ya da Türk ve Müslüman olmayan her şeyi yok etmek için fırsat kollayan bir Vandalizm mi?
İlki; İzmir yangını, resmi Türk söylemine göre “Yunanlıların denize döküldüğü” 9 Eylül’den üç gün sonra başlıyor. Dolayısıyla o günlerde şehirde kalmamış olan Yunan ordusunun şehri ateşe vermiş olması mantıksız…
İkincisi; Yangın özellikle Rum ve Ermeni mahallerini kül etti. (Örneğin bugünkü Fuar alanı bir Ermeni mahallesiydi.) Bu da Yangının siyasi-toplumsal bir kasıtla çıkarıldığını gösteren bir kanıt.
Üçüncüsü; İzmir yangınını Kemalist ordunun çıkardığına ilişkin tanık olan Rumlar ve Avrupalı gözlemciler tarafından yayınlanan pek çok anı, kitap ve belgesel var. Bunların “taraflı” propaganda olduğuna itiraz edenlere karşı önemli bir tanıklık ise Türk milliyetçiliği ve Kemalist hareketin ideologlarından biri olmasıyla tanınan ünlü yazar Falih Rıfkı ATAY’dan gelir. Atay kitabında İzmir yangınının Sakallı Nurettin Paşa’nın işi olduğunu yazar. Sakallı Nurettin zaten, Koçgiri’de Kürtlere, Karadeniz’de Pontus Rumlarına karşı yaptığı zalimliklerle bilinen bir komutandır.
“Gâvur İzmir karanlıkta alev alev, gündüz tüte tüte yanıp bitti. Yangından sorumlu olanlar, o zaman bize söylendiğine göre, sadece Ermeni kundakçılar mı idi? Bu işte Ordu kumandanı Nureddin Paşa’nın hayli marifeti olduğunu da söyliyenler çoktu… Yağmacılar da ateşin büyümesine yardım ettiler. En çok esef ettiğim şeylerden biri, bir fotoğrafçı dükkânını yağmaya giden subay, bütün taarruz harbleri boyunca çekmiş olduğu filmleri otelde bıraktığı için, bu tarihî vesikaların yanıp gitmesi olmuştur. İzmir’i niçin yakıyorduk?(abç) Kordon konakları, oteller ve kazinolar kalırsa, azlıklardan kurtulamayacağımızdan mı korkuyorduk. Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, yine bu korku ile yakmıştık. Bu kuru kuruya tahripçilik hissinden gelen bir şey değildir. Bunda bir aşağılık duygusunun da tesiri var. Bir Avrupa parçasına benzeyen her köşe, sanki Hıristiyan veya yabancı olmak, mutlaka bizim olmamak kaderinde idi. Bir harb daha olsa da yenilmiş olsak, İzmir’i arsalar hâlinde bırakmış olmak, şehrin Türklüğünü korumağa kâfi mi gelecekti?”[1]
Bu anlatımda biraz hayıflanma vardır ama insanlığa karşı işlenmiş bu suçlarla elde edilmiş olan siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel rantın üzerine oturmak, onu korumak konusunda cansiperane ortak olmaktan da vaz geçilmez.
Sonuncusu; Bir kente kendi ulusal bayrağınızı çektiğiniz zaman, “artık burası benim egemenliğimin altındadır, burada olup bitenden ben sorumluyum” demektir. Dolayısıyla bu tarihten sonra kentte olup bitmiş olan her olayın sorumluluğu Kemalist iktidara aittir. Nasıl, “İzmir’i kurtardık, Yunanı denize döktük” adıyla kutlama yapıyorsanız, kendileri asırlardır İzmir’in yerli halkı olan Rumların, Ermenilerin katledilmesi, sürülmesi, evinin barkının yakılıp yağma edilmesi, tecavüze uğramalarının, etnik temizliğe uğratılmalarının sorumlusu da devletin kendisidir.
İzmir’in, Kemalist ordular tarafından ele geçirilişinin 100. yıl dönümünde İzmir’de büyük kutlamalar eşliğinde bir de Tarkan’ın pop konseri vardı. İslamcı AKP iktidarına muhalif olmayı, seküler yaşam tarzını, Atatürkçülüğü, Cumhuriyeti savunmayı ve konser yasaklarına tepkiyi dile getirdiği gibi gerekçelerle “sol Kemalistler” tarafından coşkuyla desteklenen bu kutlamalar; aynı zamanda AKP-MHP iktidarının bütün savaş ve işgal politikalarına destek vermiş olmayı; tarihsel olarak Rum, Ermeni, Yahudi düşmanlığını; güncel olarak Kürt ve Suriyeli göçmen düşmanlığını; ırkçı-şovenist politikalarda iktidardan daha “şahin” olmayı da perdelemeye yarıyordu!
Twitter’daki hesabımdan, kendini “solcu, devrimci, sosyalist, demokrat” olarak tanımlayan kimi kişi ve çevrelerin çifte standartlılığını,” 6-7 Eylül’e ağlayan kimileri 9 Eylül’de “bayram!” yapıp, eğlenebiliyor! Her ikisinin de özünün aynı olduğunu, aynı politikanın sonucu olduğunu anlamak istemiyor; Önasya’nın binlerce yıllık yerli halklarının sürülmesi; yok edilmesi, kültürel, ekonomik varlıklarına el konulması…” (10 Eylül 2022) diyerek eleştirmiştim.
Beklenileceği gibi bu çevrelerden bir çok tepki geldi:
#9Eyluel ile ilgili tweetime tepki gösterenlerin çoğu; “savaşta her şey mübahtır” anlayışındalar sanki. Sivil halkın -ki onlar da Osmanlı vatandaşıydı- katledilmesini, yakılmasını, sürülmesini, tecavüz edilmesini, malının mülkünün gasp edilmesini normal karşılıyorlar. Burada hiç sorun görmüyorlar. Halbuki bu savaş fırsatıyla yerli halkın etnik temizliğe uğratılmasıdır. İnsanlığa karşı işlenmiş bir suçtur.
Çok üsteleyince “onlar çok mu iyiydi, onlar da bize yaptı veya yapacaktı!” diye savunmaya geçiyorlar. Yapılanlar yine mübah oluyor… İşlenen suçlardan dolayı üzüntü, kaygı veya suçluluk duymuyorlar; hatta bunu eğlence ile kutluyorlar. Nasıl bir durum içinde olduklarının acaba farkındalar mı?
Bir de çok az bilinen, fazla tartışılmamış olan, şehrin zengin Ermeni, Rum ve Yahudi mahallelerini ortadan kaldıran “1916 ANKARA YANGINI” var…
1916 ANKARA YANGINI
Devletin resmi kayıtlarında da yer alan, 13 Eylül 1916 gecesi başlayıp iki gün iki gece süren yangın Ankara’nın Kale dışında kalan mahallelerinin neredeyse 4’te üçünü yok etti. “Yakacak bir şey kalmayınca kendiliğinden sönen” yangın sonucu; 1033 ev, 915 dükkân, 7 kilise, 6 okul 3 hastane ve daha birçok resmi gayri resmi bina kül olmuştu.
Tamamen yanan 8 mahallenin 7’sinde Ermeni, Rum ve Yahudi vatandaşlar bulunmaktaydı.Hisarönü Mahallesi, İnebey, Debbağhane, Keçiören, Dikmen ve Balgat civarı, Ortodoks-Rum ve Ermeni halkın yoğun olarak yaşadıkları bölgelerdi.[2] 7 Kilisenin yanı sıra 2 de cami yanmıştı yangın öncesi Ankara’da 44 cami ve 12 kilise bulunmaktaydı.
“Müslüman mahâllelerinden Yeğenbey tamamen yanmıştı. Gayrimüslim mahâllelerden ise Hisar-ı Fukara, Hisar-ı Ağniya, Kurt, Çakırlar, Kethüda ve Mihriyar mahâlleleri tamamen yanmıştı. Tamamen yanan mahâllelerden sadece Hacı Mansur mahâllesinin nüfusu karışıktı. Yine kısmen yanan mahâllelerden ise Emirler, Misafir Fakî ve Sultan Alaeddin mahallelerinin nüfusu tamamen Müslümandı. Kısmen yanan İmam Yusuf, Debbağhane ve Hacı Ashâb, Efî (Afî), Hatuniye, Boyacı Ali mahâlleleri karışık nüfus yapısına sahipti. Valtarin ve Gâvzur (Kâzûr) Ali mahâlleleri ise sadece gayrimüslimlerin oturduğu mahâllelerdi Netice itibariyle ve ifade edildiğine göre bu yangın yüzünden beş bin aile evsiz-barksız bir hâle düşmüştü.” [3]
“Ancak şehir insansız kalmamıştı ama insanlar şehirsiz kalmıştı ve artık ortada bir Ankara, en iyimser ifade ile Ankara’nın en güzel ve en mâmur yarısı bulunmuyordu. Başka bir ifade ile simsiyah kül yığınları iki gün evvelki güzel Ankara’nın ortada kalan tek şahitleri ve temsilcileri idiler.”[4]
Yangın sonrasında “barınacak bir dam altı bile bulunmadığı” için Ankara’da kalan Ermenilerin de tehcirine karar veriliyor. O sırada Ankara’nın adeta bir siyasi, adli sürgün ve esir askerler kenti durumunda olduğu da anlaşılıyor ve resmi yazışmalar bu kişilerin nerelere nasıl gönderilecekleri konusuna odaklanıyor.
Ankara yangının nasıl çıktığına ilişkin Ali Birinci’nin zikrettiği bazı evraklara göre yangın ilk Önce Darüleytam (Yetimler Yurdu) ile bitişiğindeki Serceoğlu Agob’un mektebi ve emekli binbaşı Ferit Bey’in hizmetindeki askerlerin kaldığı binalardan başlamış. Bir cinayet, bir sabotaj, kundaklama gibi “faili meçhul” bir olay olduğunda, zanlıyı bulmak için fiilden kimin, kimlerin faydası olduğuna bakılır. Yangından kimlerin siyasi ve maddi fayda sağladığı bellidir. Sürgün ve soykırımların sonrasında, göç ettirilenlerin ardından 16 şehir ve kasabada büyük yangınlar çıktığı/çıkartıldığı bilinmektedir. Bunların çoğusunun İzmir’deki gibi “sürülenlerin çocukları veya mirasçılarının evlerine geri dönüş ihtimalini” de amaçladığına kuşku yok.
Ankara’daki Ermenilerin 1915 sürgünü vali Mazhar Bey’in ayak sürümesi nedeniyle bir süre gecikmiş; yeni atanan vali vekili Atıf Bey ile birlikte sürgün işlemleri hızlanmıştı. Gregoryen Ermenilerin sürgünü tamamlanmış, Katolik Ermenilerin ve Rum Ortodoksların tehciri tartışmalı olduğundan geri kalmıştı. Tehcirden önce 1914 Osmanlı sayımına göre Ankara’da 915 Protestan, 3.342 Gregoryen ve 6.990 Katolik yaşamaktaydı.
Yangın sırasında Ankara Valisi Dr.Mehmet Reşit’tir (Şahingiray). 1915’de Diyarbakır Valisi idi ve arkasında Diyarbakır’ın yakılan Ermeni mahallesi bulunuyordu.[5]
YANGINININ TANIKLARI
Bu yangını anılarında yazıp yayınlayan iki önemli görgü tanığı var.
Birisi, “içeriden” bir isim olan gazeteci-yazar Refik Halid Karay’dır.
Karay, o tarihte İttihad-Terakki yönetimine muhalefet eden yazıları nedeniyle iç işleri bakanlığı tarafından “mecburi ikamet”e tabi tutulduğu Ankara’da bulunuyordu. Yangın günü görüp yaşadıklarını kaleme aldı. “Deli” adıyla 1939’da İstanbul’da yayınlanan anılarında Ankara yangınını anlattığı uzunca bir bölüm bulunmaktadır.[6]
Diğeri, Ankaralı Rumlardan Androniki Karasuli Mastrudi’dir.
Karasuli’nin yangınla ilgili anıları 1966 yılında Atina’da yayınlanan “Kayıp Vatanımdan Hatıralar (Ankara’daki Hayatım)”[7] isimli kitabında yer alıyor. Henüz Türkçe yayınlanmamış olsa da Alican Başdemir, Taylan Esin ve Zeliha Etöz gibi araştırmacıların konu ile ilgili makale ve kitaplarında Karasuli’nin anlatımlarına yer verilmektedir.
Refik Halid (Karay);
“En korkunç, en büyük yangınlara alışkın olması lazım gelen bir İstanbul çocuğu sıfatile söylüyorum, Ankara yangınını görmiyenler Roma şehrinin nasıl yandığına, o dehşete, o kıyamete akıl erdiremezler” diyerek yangının çok ürkütücü bir anlatımını yapan Karay’ın, olayla ilgili tüm yazdıklarını aşağıya aktarıyorum.
[Kitabı bana ileten Sait Çetinoğlu’na teşekkürler.]
“…
Bunlar yetişmiyormuş gibi bir büyük felaketle daha karşılaştık: Ezrail zebani oldu, elindeki orak ise meşale ve kundak… Kara Ankara’yı kıpkızıl gördüm, sonra da kül rengi!
Bir geceydi, sokaktaki vakitsiz ayak sesleri, telaşlı gezinmeler ve heyecanlı konuşmalarla uyandım. Ne vardı, ne oluyordu? Bir şey değilmiş, yangın varmış.
Bakındım: Ha, evet, işte tâ ötede, uzakta, bize erişmesine imkân olmayan aşağı bir mahallede, sakin, korkak, hiçten bir alev, ürkek, iştahsız bir kedi dili gibi karanlığı ağır ağır yalayıp duruyor. Hava durgun… Elbette söndürürler, dedim, yattım.
Halbuki o bir karış alev, uzıya büyüye, ertesi günü bizim pansiyonu da kavurup Ankara’nın dörtte üçünü kül, kömür etmişti. En korkunç, en büyük yangınlara alışkın olması lazım gelen bir İstanbul çocuğu sıfatıyla söylüyorum. Ankara yangınını görmeyenler Roma şehrinin nasıl yandığına, o dehşete, o kıyamete akıl erdiremezler.
İki gece, iki gün süren bu yangını anlatmak isterim:
Durgun bir gecenin altında alev diliyle karanlık gökü yalamak isteyen, fakat erişemeyen o miskin, kudretsiz yangın başlangıcına benim gibi galiba kimse de ehemmiyet vermemişti Tekrar dalar gibi olmuştum, seslerin fazlalaşması merakımı uyandırdı; etrafıma yeniden bakmak üzere yatağımdan doğrulur doğrulmaz uğursuz uğursuz bir ışığın, uzakta çehremi korkunç bir kızıllıkla aydınlattığını duydum. Tutuşan evin bağrından havaya coşkun bir fıskiye kuvvetiyle ateş ve kıvılcım fışkırıyor, Ankara’nın siyah böğründe bu yangın kan yerine alev ve pıhtı yerine tutuşmuş yongalar saçan efsanevî bir dev yarasına benziyordu. Sanki bu kara dev ıstırabından kıvranıyor ve nefesleri etrafa büklüm büklüm, halka halka, duman halinde yayılıyordu; tüyler ürpertici bir hışıltı da gûya göğsünün içinden çıkıyordu.
“Bereket ki rüzgâr yok…” dedim, evet, hava ölgündü, bu bir ümit idi. Fakat rüzgâr ne kadar olmasa gene, karşılıklı iki evin pencerelerinden komşuların kolaylıkla konuştukları değil, hattâ el sıktıkları dar sokakları ve kav halini almış cumbaları düşünerek bu ateşin elli, altmış evin hakkından geleceğini hesaba katmak lazımdı. Nitekim birinci ev yanındakine kızıl ve kızgın kollarını çılgın bir âşık gibi doladı; öteki kabahatli maşukasına küsmüş bir cengâver selabetiyle yerinde duruyor, aldırmıyordu. Fakat diğeri kollarını daha fazla sarıyor, abanıyor, ateş buselerini sevgilisinin vücudu üzerinde mütemadiyen dolaştırıyor, kendisine rametmek istiyordu. Birden o evin de için için yandığını camlarının arkasından gördüm. Bana bir aralık sallanıyor gibi geldi; sonra bir anda damı çatladı ve yarım saattir sinesinde toplanıp biriken ateş bir bomba sadasıyla beraber göğe serpildi.
Artık bundan öteki müthiş bir oburluktu. Her dam diğerine alevlerini kucak kucak ikram ediyor, kulakları rahatsız eden bir şapırtı arasında dumandan eller ateşten meyvaları yutuyor, öğürüyor, koşuyor, gene yiyor, gene sümürüyor, evler purpr tuvaletlerini giyerek bu misilsiz cehennem ziyafetinden hissesini kapıyor, kâmını alıyordu.
Yangının esrarengiz bir sirayeti vardı. Giyindim, seyrine koştum. Ben oraya varıncaya kadar sekiz, on ev çoktan kızıl birer kül yığını kesilmişti. Bir saate varmadan ateş dört, beş kola ayrılmış, hattâ perendeler atarak damdan dama sıçramaya, mesafeler aşmaya, harikalar göstermeye başlamıştı. Hattâ rüzgâr yoktu, fakat bir damla su da yoktu. Ateş arttıkça havada mevzii bir rüzgâr hâsıl yoktu. Ateş arttıkça havada mevzii bir rüzgâr hâsıl oldu; tahta parçaları yerlerinden koparak mancınıkla atılmış gibi vızlıyarak gökte bir mitralyöz harbi yapıyordu. Sabah okurken yangın sade birçok kollara değil, birçok mahallelere de ayrılmıştı.
Derken sedyeler, yani yaralılar ve yanıklar da meydancıklara doldu. Eşya nakline darlıktan dolayı imkân yoktu; insanların güç geçtiği sokaklar, mesela bir piyano veya kanape ile tıkanıveriyordu. Civardan getirilen amele taburları birkaç saat faaliyetten sonra tabıtuvandan kesildi. Artık yangını söndürmeye kimse çalışmıyordu. Hattâ eşya kurtarmaya çalışanlar da azalmıştı. Halk canını veya çoluk çocuğunu kurtarabilmekten başka bir şey düşünmeyecek hale gelmişti.
Ben mütemadiyen geziyor, en tehlikeli yerlerde seyrime devam ediyordum. Bizim mahalle kurtulacağa benziyordu. Bir meydanlığa rastgeldim; Ankara Ermenilerinin zenginliğine delil olarak orada muvakkat bir âbide kurulmuştu: Yangından kaçırılan yüz kadar piyanonun sıra sıra dizildiğini gördüm; üstlerine seçme, pahalı halılar serilmişti. Birden, kocaman bir yanık kütük geldi, aralarına düştü; söndürmeye koşacak adam yoktu; o kütük bir kundak gibi çeyrek saate kalmadı, piyanoları tutuşturdu. Hem nasıl tutuşturmak? Gaz dökmüş, benzin serpmiş gibi… Tellerinden binbir nağme çıkarak o kupkuru, cilalı sandıkların yanışı çok acayip olmuştu. İnsan gibi inleye inleye, telleri ateş gibi kızararak, bembeyaz dişleri sıcaktan etrafa pıtır pıtır serpilerek ne feci ve ne tuhaf yanıyorlardı… Yangına civar mahallelerdeki evler artık herkesin girmek hakkı olan umumî mahallere dönmüştü. Kapılar açıktı; eşyanın çoğu yerli yerinde duruyor ve halk içeriye dalarak ahalisi kaçmış olan bu meskenleri istediği gibi geziyor ve içinden istediğini alıyordu. Yolda saçları dağınık, gözleri ürkmüş ve güzellikleri artmış genç kızlara rasgeliyordum; ellerinde yangından kurtardıkları eşya vardı: Lavanta şişeleri pudra kutuları, kordela ve dantela parçaları, kadife muhafazalar…
Çocuklarını kaybeden anaların ise haddi hesabı yoktu. Kıyamet Ankara’da o gün kopmuştu ve mahşer o gün burası idi.
Biran geldi ki dehşet beni de sardı. Alev dalgalarının hışıltısı, kıvılcım yağmurunun şakırtısı ve duman bulutlarının ağırlığı altında şaşaladım, kaldım. Artık kendi evime çıkacak yolları bulamaz hale gelmiştim; daha doğrusu sokaklar öyle değişivermiş, tanınmaz bir şekil almıştı ki soğukkanlılığıma sahip de olsam gene kolayca onları birbirinden ayırt edemezdim. Ateşten ırmağın feyezan halindeki korkunç iniltisi kulaklarımı tıkamış, yer yer göçen evlerden fışkıran kızıl köpükler gözlerimi yakmıştı. Sağa, sola koşuyordum. Önüme birisi çıktı:
“Ne arıyorsunuz buralarda, dedi, ateş sizin eve yaklaştı!”
Önüme düşen bu adamın arkasından çoluk çocuk üzerinden atlıya atlıya, tutuşmuş kütükleri çiğneyerek, alevli rüzgârdan çehrem kavrula kavrula, çılgın gibi gidiyordum. Nihayet evi bulduk. Bir çeyreğe kadar eşyamızı toplayıp çıkmazsak canımızı kurtarmaktan başka yapacak bir şey kalmıyordu. Fakat, haydi diyelim ki eşyayı hazırladık, nasıl nakledecektik? Ve daha mühimmi var: Nereye taşınacaktık?
İşte burada ahbaplar imdadıma yetişti. Ankara’da yeni tanıştığım bir asker doktor kendiliğinden bana dört neferle bir yük arabası göndermişti; beş dakikada denkler hazır oldu. Zaten askerden olmayanlar için ne araba kiralamak, ne hamal tutmak, ne de yol açmak kabildi. Ancak asker kuvvetiyle bir mahalden mahalle taşınmak mümkün oluyordu. Bizim araba da bu kudretle, neferler ahaliyi itip kakarak, kendine yol buluyor, kaynaşan bir halkın üzerinden, hattâ bazen üstünden aşıp gidiyordu.
Biz kapıdan çıkmıştık, evimiz, hani tanzim edip sakin ve rahatça nice günler geçirdiğimiz terase yok mu, oradan ateş aldı.
Yarım saat sonra hükümet konağının arka sokaklarından birinde, geniş bir konağın içinde idik. Ankaralı bir arkadaş yangından şimdilik kurtulup kalan evini bize bırakmıştı.
Yangın artıyordu. Yeniden gece oldu; Ankara tek parça bir ateş kesildi. Ahali kırlarda, kurtarabildikleri kırık dökük eşya ortasında, yerlerde yatıyor ve açlıktan, susuzluktan kırılıyordu. Bir lokma ekmek, bir avuç su bulmak imkânsız… Telgrafla Eskişehir’e haber verilmiş, ekmek, itfaiye istenmişti. Her ikisi de geldi, lâkin ekmekler teşkilatsızlıktan tevzi olunamadı, itfaiye de ateşin dehşeti, genişliği karşısında durakladı.
Ben gene Neronun tutuşmuş Roma’sını dolaşmaya başladım.
Manzara hakkında bir fikir vermek için alev dalgası ateş deryası, cehennem gibi kelimelerin kuvveti olamazdı. Bütün mahlukat ve mevcudatının ateşten yaratılmış olduğu bir dünya cehennemi içinde idik. Halk semenderler gibiydi; alev ve korku ortasında koşuşuyor, şuradan, buradan atlayıp kaçışıyor, gene geliyor, gene gidiyor, pür hareket, bu kızıllıkta yaşıyordu.
Yangın Yahudi mahallesini sarınca o telaş son haddini buldu; feryat dünyayı kapladı, heyecan yeri, göğü titretti. Ankara’nın en kibar mahalleri, en büyük çarşısı, serveti, refahı çoktan kül kesilmişti. Şimdi de diğer bir semti, bir zengin mahallesi ateş altında idi.
Neler görmedim… Saçlarından tutuşmuş kadınlar, yolda doğuran gebeler, cübbeleri alev almış hahamlar ve bütün bu kıyamet yerinde izbe köşeler bulup sarmaşdolaş olan âşıklar… Ne garibeler vardı. Secdeye kapananlar olduğu gibi sevgililerinin dizlerine tırmananlar ve boynuna kollarını dolayanlar da mevcuttu. Eşya çapulculuğu kadar kadın çapulculuğu da revaçta idi. İlle kıpkızıl saçları ateşin akisleri altında alevden daha kızıl kesilen bir taze Yahudi kızma rasgeldim ki, genç ırkdaşı, üzerine pars gibi bir köşeden atıldılar ve tutunca -gözlerimin önünde- bir boş evin loşluğuna attılar.
İşvesinden, cilvesinden, bekleyişinden ve istekliliğinden belli ki bu Sara veya Rebeka için için tutuşmuş bir kundak bir kürek kor, bir külçe beyaz ateşti. Gençlerin tulumbacılıklarına göz yumdum; lüzumlu bulmuştum.
İşte bu minval üzere, ölenler, sevişenler, aç kalanlar ve susuzluktan bunalanlar ortasında Ankara yangını iki gün, iki gece devam etti. Nihayet yakacak bir şey bulamadı; söndü.
Sıra açlığa, susuzluğa, sefalete, perişanlığa gelmişti.
VII
İki aydan beri oturduğum ve terasasında uzaktan yangının çıkışma bir gece evvel aldırmayarak baktığım ev de yanmıştı. Hem nasıl? Beklemediğimiz bir sırada…
Ateş Hisar Mahallesi’ne daha çok uzaktaydı; ben yangın seyrinde aşağı sokaklarda dolaşıyordum. Bir aralık duman ve kıvılcım etrafımı sardı; yolumu şaşırdım, sağa sola, rasgele dalıp çıkıyor, girip dönüyordum.
Bir tanıdıkla karşılaştım:
“Burada ne arıyorsunuz? Sizin ev yanıyor!” dedi. Koşuyor, yarı tutuşmuş bir yangın kütüğü gibi uçuyordum. Bir açıklığa rastladım, başımı evimin olduğu yer doğruluğunda kaldırdım: Uzakta, yukarıda terasayı gördüm: Köşesinden kirli tutkal sarılığında bir duman fışkırıyor. Bu dumanın arasına biraz sonra alevden şeritler karıştı, şeritler çoğaldı, yassılaştı, birleşti, şişti, hortumlaştı. Deminki duman artık ateşti; ev tutuşmuştu. Sanki aşağıdaki yangının sıcağını iri pertavsızlarla toplayarak bizim terasaya aksettirmişlerdi, kıvılcımla değil, uzaktaki hararetle yanmıştı. Arşimed’in aynalarındaki gibi…
Yangının ikinci sabahı Ankara’nın dörtte üçü ortadan silinmişti. İlk vardığım gün dağdan bakınca devden ırgatların mamuttan katırlara yığdırtdıklarını sandığım enkazı bir Mefıstofeles ordusu ateşten kazmalarla yıkmış, kordan kümelere toplamış, alevden süpürgelerle uzaklara dağıtmış, görünürde iz, eser bırakmamıştı.
Yiyecek de yoktu, içecek de… Dam altı bulmak büyük Afrika sahrasında vahaya rastlamak kadar güçtü. Halk sokaklarda idi; daha iki gün evvel iki kişinin yanyana güç geçtiği dar sokaklardan vücut bulmuş geniş meydanlarda… Ahalide şu hali seziyordum: Sanki, o güne kadar bir odada, üstüne kaputunu çekmiş, çıplak yatıyordu. İnsafsız ve hayasız bir el, uykuda iken bu odanın duvarlarını kaldırıvermiş, sonra da üstündeki örtüyü çekip götürmüştü. Artık meydanda anadan doğma, dımdızlak ve uyku sersemiydi!
….”[8]
Karay’ın anlatımları içinde, dikkat çeken ayrıntılardan biri; Ermeni zenginliğinin abidesi gibi bir meydana yığılmış piyanolar, halalılar ve değerli eşyaların ortasına bir ateş kütüğünün düşüp hepsini yakıp kül etmesidir. Yangından kurtarılmış eşyaların yakılması ya da bu eşyaların yakılmak için meydana toplanmış olması…
Diğeri de yangının bir ara sönecek gibi olmasının ardından yeniden alevlenmesi Karay’ı hayrete düşürüyor. Yangına su yerine gaz yağı sıkılmıştır; “…kimin çıkarına olabilirdi?”
Refik Halid, yangın sonrası şehir yaşanamaz hale gelince Bilecik’e gönderildi. Karay’ın sürgünlüğü 1918 yılında Osmanlı İmparatorluğu’nun teslim bayrağı çekmesi ve İttihad-Terakki’nin hükümetten düşmesiyle sona erdi.
Fakat Kemalistlere de yaranamayan Refik Halid, 1922’de İstanbul’dan ayrılıp Beyrut, sonrada Halep’e yerleşti; Cumhuriyet sonrası 150’lilikler listesinde yer aldığı için ülkesine dönemedi. Siyaset dışında kalmaya özen göstermesi ve Hatay’ın ilhakında TC lehine çalışması nedeniyle affedilerek 1938’de İstanbul’a dönebildi.
Androniki Karasuli Mastrudi;
Sait Çetinoğlu, Karasuli’nin anılarına dayanarak hazırladığı makalesinde kitaptan önemli bölümler aktarmaktadır.
“ 1916’da Türkler Ankara’yı yaktıklarında -fark ediyorsunuzdur, bunlar önemli ve unutulmayan olaylardı-, orada en çok canımı yakan, dedemin evinin içinde bulunan Aziz Klementos kilisesiydi.”[9]
Ayşe Hür yangının kasıtlı olarak çıkarıldığı, yayılmasının yönlendirildiği, söndürülebilecek durumlara müdahale edilmediğini alıntılarla örneklendirmektedir.
“Karasuli ardından, Ortodoks ahalinin Aziz Nikolaos Kilisesi’nin yanmasını önlemek için olanca güçleriyle, dış cephesini halılarla örtmeyi ve ıslatmayı başardıklarını ancak bir grup Türk’ün dayısına okkalı bir tokat atıp “Bırakın yansın hınzır gavurlar, daha örnek almadınız mı, dağılın buradan!” dediğini eklemişti. Bu anlatılar ve yangının ulaşmadığı Ulus’taki Aziz Nikolaos Kilisesi’nin de yanması, yangının kasıtlı olarak gayrimüslimleri kaçırtmak için çıkartıldığı tezleriyle uyumluydu.”[10]
Alican Başdemir, konuyla ilgili yazısında yangın sonrası Hristiyanların durumunu Karasuli’nin sözleriyle aktarıyor: “Çoluk çocuk tüm Hristiyanlar dışarı atılmıştık, artık felaketimizi görebiliyorduk. Bizi oradan sürgün mü yoksa yok mu edeceklerdi, bilmiyorduk.”[11]
Falih Rıfkı Atay;
Falih Rıfkı, tıpkı İzmir’in yakılması gibi Ankara yangınında da siyasi iktidarların sorumluğunu itiraf ve üzüntüsünü ifade eder. Türk devletinin kurucu babalarıyla yakın ilişkileri ve ideoglarından olması onu önemli bir tanık haline getiriyor.
1923’de Ankara’ya milletvekili olarak gelen Atay, “Çankaya” adlı kitabında şunları yazar:
“Vaktiyle Hıristiyanlar Ankara’nın bütün iyi geçim ve kazanç kaynaklan üstünde kurulmuşlar, Kalenin istasyona bakan sırtını konaklan, otelleri, lokanta ve barlar ile donatmışlar. Çankaya ve Keçiören semtlerine de asma, yemiş ve gölge ağa a dikerek yaz için serince birer köşe edinmişler. Biz Türkler efendiliğimizle kalmışız ama, onlar, çorbacımız kesilmişler. 923’te Ankara’ya geldiğimiz vakit, bağ evleri müstesna, Hıristiyan mahallesinden eser yoktu. Trenden inince iki taraflı bir bataktan, ağaçsız bir mezarlıktan, kerpiç ve hımış esnaf barakaları arasından geçerek tozuması bir türlü bitmeyen bir yangın yerine sapardık. Şimdi geri bir Anadolu kasabasının bile o günkü Ankara kadar iptidaî olduğunu sanmıyorum. Yemek ve yazmak için eve bir masa yaptırmıştık. Dört ayağından hiçbiri ötekine koşut-müvazi değildi. Yakup’la karşısına geçer, bu masanın nasıl düz durabileceğine şaşardık. Ankara, İstanbul surları dışındaki bütün Türkiye’nin sembolü idi. Ermeniler ve Rumlarla beraber hayat ve ümran denecek ne varsa hepsi sökülüp gitmişti. Bu şehri ve bu memleketi temelinden çatısına kadar kuracaktık.”[12]
“Batış Yılları” adlı kitabında da;
“Ankara’nın zengin semtleri ve bakımlı yazlıkları Ermenilerin malı idi. Ermeni lokantasında yiyor ve Ermeni otelinde kalıyorduk. Müslüman çarşısı en eski alaturka idi. Yerden yüksek dükkanlarda bağdaş oturulduğunu hatırlıyorum. Ankara’da kaldığımız otelin adı Santral, lokantası iyi, yatakları temiz ve rahattı. ‘Tehcir’ zamanı yıkılmış olmalı idi. Ankara başkent olduğu vakit Santral otelini aramıştım. Altındaki ahıra at bağlanan Taşhan’dan başka kalınabilecek yer yoktu. Benim ilk gördüğüm Ankara’nın medenilik adına nesi varsa hepsini yakıp kül etmiştik.” demektedir.[13]
Yangınla ilgili yayınlanan çalışmalar:
Ankara Yangını ile ilgili ilk kapsamlı çalışma Ali Birinci’ye ait. Refik Halid Karay’ın yangınla ilgili anılarını 2009 yılında “Ankara” isimli kitapta toplayan Birinci, kitaba “Meşrutiyet Ankara’sında Bir yangın” başlıklı bir bölüm ekledi. Birinci, Başbakanlık Arşivleri’nde yangınla ilgili ulaşabildiği resmi yazışmalara yer vermektedir. Yangının kasıtsız çıktığı, fakat ihmal ve yetersiz donanım nedeniyle kontrol altına alınamadığı görüşünü savunmaktadır. Bununla birlikte yangın sonucu yıkıma uğrayan Ankara’nın zengin Rum ve Ermeni kültürüne atıfta bulunmaktadır.
Akademisyenler Taylan Esin ve Zeliha Etöz, 2015 yılında Ankara Yangını ile ilgili kapsamlı bir araştırma yayınladılar. [14] Asıl olarak Zeliha Etöz’ün doktora çalışmasına dayanan, Taylan Esin’le birlikte çok sınırlı sayıdaki bilgi ve belgelerden “adeta iğneyle kuyu kazar gibi” hazırlanan bu çalışma, yalnızca Ankara Yangınını değil, 1915-1922 etnik temizlik sürecinde yapılan ve çok az bilinen irili ufaklı 15 yangını daha inceliyor.
– Amasya, “Selağzı”, 12.3.1914 ve 21.7.1915
– Tokat, Çarşı, Mayıs 1914 ve Ocak 1916
– Bandırma, Preme karyesi (“nam-ı diğer Kapudağ”), 30.6.1915
– Bursa, Orhangazi, Yeniköy karyesi, 23/24.8.1915
– İzmit, Ermeni Mahallesi, 27.8.1915
– Haçin (Saimbeyli), 3.10.1915
– Tire,Rum Mahallesi, 2.7.1916
– Bandırma, Ermeni Karyesi, Mart 1917 (21 Şubat 1332)
– Ayvalık, Nisan-Ağustos 1917
– Gelibolu, 18.4.1917
– Erdek, 27.8.1917
– Tirebolu, 1917, 1918 ve Espiye, 1916
– Sinop, Varoş Mahallesi, 17.12.1917
– Samsun, Kaleiçi, 18.7.1918
– Bafra, 1917; Havza, Aralık 1918
F.R. Atay’ın da itiraf ettiği gibi: “Birinci Dünya Harbinde Ermeniler tehcir olunduğu vakit, Anadolu şehir ve kasabalarının oturulabilir ne kadar mahalle ve semtleri varsa, yine bu korku ile yakmıştık.”
“1916 Ankara Yangını” kitabının yazarları bu yangınların soykırımın tamamlayıcı unsurları olduğunu savunmaktadırlar. Taylan Esin’e göre “I. Dünya Savaşı’nda emval-i metrukenin bir kısmı tasfiye edilerek İstanbul’a gönderilmiş, bir kısmı gasp edildiği yerdeki binaların inşasına ve tefrişine akmıştır. Yangın ise, öyle sanıyoruz ki, emval-i metrukenin paylaşımı konusunda bir ihtilaf göstergesidir. Eğer bu tez doğruysa, ihtilafa taraf olan herkes, o kargaşa ortamında “kaldırdıkları”nın izini de ortadan kaldırmak isteyen potansiyel birer zanlıdır.”[15]
Bu önemli tespite ek olarak bu yangınların Türk etnisitesinin ulusal inşasında bir sosyal mühendislik olarak kullanıldığını ekleyebiliriz.
Bütün bu tanıklıkla, yangının 1915 sürgün ve soykırımını izleyen 1916 yılında, kendisi zaten bir nevi sürgün ve tecrit yeri olarak kullanılan eski kasaba irisi Engürü’deki Ermeni, Rum ve Yahudilerin sosyal, kültürel ekonomik arlıklarına son vererek onları şehirden tasfiye amacıyla çıkarılmış olduğunu gösteriyor. Yangında kimi Müslüman mahallelerinin, cami, okul ve dükkanların da yanmış olması bir yanıyla “kurunun içinde yaşın da yanması” biçimde göze alınmış ya da yangının kontrolden çıkmış olması ile açıklanabilir.
Sonuçta 1916 Anakara yangının şehirdeki Ermeni, Rum ve Yahudi kültürel ve sosyal yaşamını yok ettiği ortadadır. Misak-ı Milli sınırları içerisinde yapılan etnik yok etme siyaseti ile çöle çevrilen bu coğrafyada bir Türk ulus devleti inşa edilmesine benzer biçimde; etnik ve kültürel çoğulcu hayatı küle çevrilen Ankara’nın Cumhuriyet’in başkenti olarak yeniden inşa edilmesi birbirine çok benzer.
[1] F. R. Atay, “Çankaya”, İstanbul, 1969, s. 212-213
[2] Hayrettin Âbidin, Tarihte Ankara-îstiklal Harbi ve Bursa Hatıratı, İstanbul, 1934, s.89, Aktaran Ali Birinci, age, s.64
[3] Rifat Özdemir; “XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Ankara, 1986, s. 93-96: Keza BOA-BEO, dosya nu. 332604, Akt. A.Birinci. age. s.73
[4] Ali Birinci, “Meşrutiyet Ankarasında Bir Yangın”, Ankara, İnkilab Kitabevi, İstanbul, 2000
[5] Mehmet Bozkurt, “Bir Şehri Yakmak: 1916 Ankara Yangını”; https://hyetert.org/2021/10/24/bir-sehri-yakmak-1916-ankara-yangini/?fbclid=IwAR2kx848yTJVpvTtT2NkYXfa1aD4YBYx8GumvR4k3NsJ9L9LPTH_y9ftXbY
[6] Refik Halid Karay, “Ankara”; Hazırlayan: Ali Birinci, İnkilap Kitabevi, 2009, İstanbul
[7] Androniki Karasuli Mastrudi, Kayıp Vatanımdan Hatıralar (Ankara’daki Hayatım), Atina, 1966; Aktaran: Alican Başdemir, “Ankaralı Gayrımüslimlerin Trajedisi; Büyük Ankara Yangını” 18.12.2015, http://www.gazetebilkent.com/tarih-2/126/ankarali-gayrimuslimlerin-trajedisi-buyuk-ankara-yangini/?fbclid=IwAR1eJzbNnI8zwdKEtEPDaszYtfS8kLFx_Nn4b-2VTGXA5a7Emnkz23X0Dio
[8] Refik Halid Karay, yage. s.136-142
[9] Sait Çetinoğlu, “Ankara Rumları ve Ankara Ermenilerinin Ata Topraklarında Tüketilmesi”, https://yakindoguyazilari.com/sait-cetinoglu-yazi-ankara-rumlari-ve-ankara-ermenilerinin-ata-topraklarinda-tuketilmesi/
[10] Ayşe Hür, “Resmi tarihin yazmadığı 1916 Ankara Yangını”, Radikal, 07.02.2015 https://www.marmarayerelhaber.com/Ayse-HUR/34962-Resmi-tarihin-yazmadigi-1916-Ankara-Yangini
[11] Alican Başdemir, agy
[12] Falih Rıfkı Atay, “Çankaya”, s. 351
[13] Falih Rıfkı Atay, “Batış Yılları”, Pozitif Yayınları, 2012, İstanbul, s.57-58
[14] Taylan Esin- Zeliha Etöz,1916 Ankara Yangını: Bir Felaketin Mantığı, İletişim, İstanbul,2015.
[15] Ferda Balancar, Taylan Esin- Zeliha Etöz ile Ankara Yangını üzerine söyleşi: “Soykırımın tamamlayıcı unsuru olarak ‘yangın’” https://www.agos.com.tr/tr/yazi/10657/soykirimin-tamamlayici-unsuru-olarak-yangin?fbclid=IwAR2Yyfr_Jr42wmYssMCKnEb3BJEn8iAiiJvblUCAE4n0HhUsIP6AOzu2N88
[13] F.R. Atay, “Çankaya”, yagy.
https://recep-marasli.blogspot.com/2022/09/14-eylul-1916-ankara-yangini.html?m=1&s=04&fbclid=IwAR16Uto-mOgsKJdGarh_q2XwFp3QnpdDlZCVVNIhNrAizDvCxKZ_9Pd5eUI