Bir çeyizin peşinde: Kemal Yalçın

Babam hikayeyi anlattı. “Oğlum” dedi. “Çeyizler ananın sandığında duruyor. Dedenin vasiyeti var. Benim de vasiyetim var. Bu dünya gidiş geliş dünya. Sen git Yunanistan’a ara, bu çeyizleri geri ver” dedi. Bir de “Anan duymasın oğlum” dedi bana.

 

 

Hocam, Tahta Gemi’ye hoş geldiniz. Kısaca kendinizi tanıtır mısınız? Özellikle gençlerimiz için.

Evet, ben Kemal Yalçın. 1950 yılında Denizli’nin Honaz bucağında dünyaya geldim. İlkokulu Honaz’da okuduktan sonra sınavları kazanarak parasız yatılı olarak Isparta Gönen İlk Öğretmen Okulu’nda beş yıl okudum. Ondan sonra İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nu kazandım. Oraya gittim ve bu dönemde İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirdim. Felsefe öğretmeni oldum. Kırşehir, Kaman, İstanbul Kabataş Liseleri’nde ve Bakırköy Lisesi’nde felsefe öğretmenliği yaptım. Daha sonra öğretmenlikten ayrıldım, gazeteci oldum. Gazetem haftalık bir gazeteydi.

12 Eylül geldikten sonra gazetemiz hakkında yasaklama kararı çıktı ve benim hakkımda tutuklama kararı verildi. Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldım. 1982 yılında Almanya’ya geldim, iltica ettim ve ilticam kabul edildi. On beş yıl Türkiye’ye gidemedim fakat bütün Türkiye’deki davalarımdan beraat ettikten sonra 1995 yılında Türkiye’ye gittim ve ondan sonra sürekli olarak gidip geliyorum.

Türkiye’de yazmaya başlamıştım. Yazarlık hayatıma şiirle başladım. Bütün kitaplarımı Almanya’da yazdım. Bugüne kadar kırk kitap yazdım ve yayımladım. Kitaplarım dünyada on altı dile çevrildi. En çok tanınan kitaplarım “Emanet Çeyiz”, “Seninle Güler Yüreğim”, “Heimatlos”, “Sarı Gelin”, “Yaşama Gücü” ve “Hayatta Kalanlar”’dır.

Ayrıca Süryaniler üzerine yaklaşık üç bin beş yüz sayfa yazdım. “Seyfo Bir İki Üç”, “Süryaniler ve Seyfo”, “Süryani Halk Kahramanı Şemun Hanne Haydo”, “Hayat Gerçeği Söyler” adlı kitaplarım yayımlandı. Bunlar tamamen Süryanilerle ilgili olan kitaplarımdır. Aynı zamanda Türkiye’de her konuda yazdım: şiir, öykü, roman, çocuk kitapları, araştırmalar.

Şu anda en çok ilgilendiğim konu iklim konusudur. İklim değişiklikleriyle çok ilgileniyorum. Onun dışında insan hakları, demokrasi, eğitim, çocuk eğitimi, çevre sağlığı gibi konularla da ilgileniyorum. Ama insanın esas özü sevgi ve mutluluk olduğundan, sevgi, saygı, barış, mutluluk, kardeşlik üzerine de şiirler ve kitaplar yazıyorum.

Fakir Baykurt ve Yazarlık Okulu

Hocam, özellikle sizin Fakir Baykurt tarafından kurulan Türkiye Yazarlar Grubu’nda çok etkili faaliyetleriniz var. Bize hem Fakir Baykurt’la tanışmanızı hem onun çalışma metodunu özellikle genç kuşaklara nasıl aktarabilirsiniz? Fakir Baykurt ile aynı okuldan mezunsunuz.

Fakir Baykurt 1940’lı yıllarda Isparta Gönen’e girmiş. Fakir Baykurt’un yapmış olduğu yatakhanelerde, yemekhanelerde ve dersliklerde ders gördük. Fakir Baykurt ile aynı okulda beraber olmak bizim için bir şerefti o yıllarda. Yani benim okulda okuduğum yıllar, 1962-1967 yıllarını kapsar. Hemen hemen hepimizin ideali bir Fakir Baykurt olabilmekti. Benim de yazarlık hayatımın ustası Fakir Baykurt’tur. Yazarlığı Fakir Baykurt’tan öğrendim. Aynı zamanda Yaşar Kemal’den de çok destek gördüm ama esas ustam Fakir Baykurt’tur.

Neden bu oldu diyeceksiniz? Çünkü Fakir Baykurt 1979 yılında Almanya’ya gelmişti. Davetli olarak gelmişti. Kuzey Ren Vestfalya Eğitim Bakanlığı’nın davetiyle buraya gelmişti ve Duisburg’da yaşıyordu. Ben de Bochum’da yaşıyordum. Aramız çok yakındı. Yarım saatlik bir yol olduğundan Fakir Baykurt ile sık sık görüşüyorduk. Daha sonra Fakir Baykurt Duisburg Edebiyat Kahvesi’ni kurdu. Ben de bu Edebiyat Kahvesi’nin devamlı müdavimlerinden oldum.

Aynı zamanda Fakir Baykurt, Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu’nu kurmuştu. Buraya kitabı olan, kitap yayımlamış olan yazarlar geliyordu. Yılda iki sefer toplanıyorduk ve bu toplantılar hafta sonu semineri biçiminde geçiyordu. Fakir Baykurt da bize yazarlık anlatıyordu: kitap nasıl yazılır, tarihi roman nedir, romanda kurgu nasıl olur gibi. Bütün bunları özellikle anlatıyordu. Ama Fakir Baykurt’la ben özel olarak da yakın ilişki kurdum. Beraber uzun yürüyüşler yapıyorduk, okuma günlerine gidiyorduk ve bütün bunlarda ben Fakir Baykurt’un yazarlık tekniğini, roman tekniğini araştırdım, öğrendim. Örneğin romanın isimleri nasıl olmalıdır, roman kurgusu nasıl olmalıdır, şiir nasıl yazılır, halkla ilişkiler nasıl olur, okuma günleri nasıl planlanmalıdır gibi hemen hemen her konuda Fakir Baykurt’tan dersler aldım. Bana öğütler verdi, yol gösterdi. Bu anlamda Fakir Baykurt benim hem okul arkadaşımdır, hem yol, hem fikir arkadaşımdır, hem ağabeyimdir, hem de ustam.

Peki, o yıllarda böyle bir potansiyel var mıydı? Yani bir edebiyat kahvesi açmak gibi, o yıllarda altyapısı var mıydı?

Tabii o yıllarda, özellikle 1982-1990 arasındaki yıllarda, burada çok sayıda Türkiye’den gelmiş olan, 12 Eylül’den sonra buraya gelmiş olan siyasi insanlar vardı. Bunların hemen hepsi de yazan çizen insanlardı. Fakat Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi’ne sadece yazarlar gelmiyordu. Buraya işçiler, öğrenciler, öğretmenler, yazmak isteyenler, okuma sevgisi olan herkes geliyordu. Aramızda daha ilkokulu üçten terk etmiş, ilkokulu zor bitirmiş, cümle kurmayı bile bilmeyen arkadaşlar vardı ama çok iyi niyetliydiler. Bunlar Fakir Baykurt’un teşvikiyle yazmaya başladılar.

Bu anlamda Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi ve Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu, Fakir Baykurt okulu olarak, bir yazarlık okulu olarak bir görev gördü. Bu anlamda ben de aynı okuldan yetişen bir yazarım.

Peki Fakir Hoca özellikle her gelene böyle bir yardımda bulunuyor muydu yoksa seçiyor muydu hocam? Mesela belli bir siyasi gruptan olanlara falan bir ayrım yapıyor muydu?

Hayır, hiçbir siyasi grup ayrımı falan yoktu. Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi’ne demokrat olan, ırkçı olmayan herkes gelebilirdi. Ama şöyle bir kural vardı: Hem Fakir Baykurt Edebiyat Kahvesi’ne hem de Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Grubu’na üye olabilmek için önce üç toplantıya geleceksin, dinleyeceksin. Üç toplantıdan sonra konuşma hakkın oluyordu. Ondan sonra da, üç toplantıdan sonra konuşma hakkı olduktan sonra da Fakir Baykurt kendiliğinden seni üye kabul ediyordu.

Fakir Baykurt özellikle Duisburg Edebiyat Kahvesi’nde ve Kuzey Ren Vestfalya Türkiyeli Yazarlar Çalışma Grubu’nda bize yazarlığı öğretiyordu, bize yol gösteriyordu. Bu anlamda grubumuzda mesela ilkokulu zor bitirmiş, buraya gelmiş işçiler vardı ama okumayı seviyorlardı, yazmayı denemek istiyorlardı. Fakir Baykurt bunlara noktalama işaretlerini bile gösteriyordu. “Buraya nokta koy, şu virgül olsun” diye böyle düzeltiyordu, sabırla yapıyordu ve arkadaşlar da her zaman kendilerini geliştiriyorlardı. Bu anlamda örneğin Binali Bozkurt, şu anda vefat etti, mekanı cennet olsun. Geldiğinde daha nokta virgülü bilmiyordu ama üç tane kitap yazdı.

Ben de onlardan biriyim. Yani bana da çok yardım etti. Özellikle mesela “Emanet Çeyiz” romanının planlanması konusunda bana çok yardımcı oldu. “Seninle Güler Yüreğim” adlı roman Ermeniler üzerineydi. Bana uyarıda bulundu: “Aman” dedi. “Dil barışçı olsun, kimseyi öyle kırıp dövme.” Hatta birinde çok iyi hatırlıyorum, bir edebiyat kahvesinde bir toplantıdaydım ve Kürtler üzerine böyle sert bir şiir okudum ve bunun üzerine üç arkadaş kalkıp gitti. Fakir Hoca’yı evine götürüyordum. Beni böyle şaka yaparak “Ya Kemal ağabey,” dedi. “Maşallah,” dedi. “Bir şiir okudun, üç kişiyi kaçırdın!” dedi. “Bundan sonra,” dedi, “biraz sakin ol,” dedi. “Bu kadar sert olma” falan. İnsan bazen tabii heyecanlanıyor ama Fakir Hoca özellikle bunu anlatıyordu.

Aslında hocam bir nevi Köy Enstitüsü konsepti gibi bir çalışma anladığım kadarıyla.

Aynen onun devamı gibiydi. Yani Fakir Baykurt’un yöntemi Köy Enstitüleri’ndeki yöntemdi: yaparak, yaşayarak öğrenme. Fakir Baykurt da bunu yapıyordu. Yaparak, yazarak, okuyarak yazar olma. Yani bu böyle bir proje gibi yürüdü.

Şu anda Fakir Baykurt’u 1990’da kaybetmiştik. Ondan sonra Duisburg Edebiyat Kahvesi’ni Mevlüt Asar üstlendi. O yürüttü epeyce. Biz de 2010 yılında Köln’de Avrupa Türkiyeli Yazarlar Grubu (ATYG)’yi kurduk. Bu gruba da Almanya, Hollanda, Belçika, Fransa, İsveç, İsviçre, Türkiye’den yazarlar katılıyor. Ben de şu anda bu ATYG’nin eş başkanıyım.

“Emanet Çeyiz”in Hikayesi

Hocam sizin Türkiye’de gerçekten büyük ses getiren “Emanet Çeyiz” isimli bir kitabınız var. Bize bu kitabın hikayesini anlatabilir misiniz?

Oldukça ilginç bir hikaye tabii. Denizli’nin Honaz bucağında 1920 yılına kadar bin kadar Rum, bin kadar da Türk yaşıyormuş. Ortada bir dere var, bunun adı Kuruçay Dere. Bunun batı tarafında Rumlar, doğu tarafında Türkler yaşıyormuş. Bizim de bahçe komşularımız hep Rumlar, dedemin de bahçesi tam Rum bölgesinin ortasında. Yani komşularımızın hepsi Paloğlu, Sabuncuoğlu, Minoğlu gibi Rumlar.

O zamanlar yaz aylarında insanlar bahçelerine göçerlerdi, orada yatıp kalkarlardı. Yani bizim Rum komşularımız da öyle. Bu kadar birbirlerine yakın olmuşlar. Ve mesela benim ninem bir yere gideceği zaman babamı Minoğlu’nun karısına emanet edermiş. Minoğlu’nun karısı da bir yere gideceği zaman kızları Elen ile Sofya’yı nineme bırakırmış falan, bu kadar yakın insanlar.

Bir gün işte 1920 yılının Eylül aylarında olduğunu söylemişti. Babam, bir gecede Honaz’ın Rum mahallesindeki eli silah tutabilecek olan yirmi beş ile kırk beş yaş arasındaki erkeklerin kaybolduğunu anlatmıştı. Ben de bu hikayeyi 1960-1961 yıllarında, yaşım dokuz-on yaşlarında olmam lazım, tarlada darı ekiyorduk. Babam da bunu böyle anlatıyordu bana, geçmişi anlatıyordu. Ondan sonra laf döndü dolaştı, işte dedi: “Şu andaki Hisar Mahallesi’nin üstündeki yerde lalabağı derler.” “Orada bir bağ vardı.” “Baba” dedim. “Ben orada koyun güttüm. Bağın çubuğu bile yok.”

Bunu neden öyle demişler deyince babam anlatmaya başladı. “Oğlum,” dedi “orada eskiden Lala isminde bir Rum’un bağı vardı. Şarapçılık yapardı. Üzümün ekstresi orada olur. Şarabı çok iyi olurdu. Honazlılar gider ona şarap içerdi.” “Ne oldu bunlar?” dedim. Babam anlatmaya başladı işte. Bir gecede erkekleri kayboldu. “Sonra bizim bahçe komşularımız olmak üzere hepsini getirmişler. Karakolun yanındaki Gürcü Ali’nin ahırına doldurmuşlar. Orada bir ay kadar kalmış.” Babam o zamanlar on – onbir yaşlarında olması lazım. O yaşlarda ninem ona ekmek götürüyormuş. “Komşularıma ver” diyerek falan. Bir ay sonra bir çığlık başlıyor, “Gavurlar gidiyor” diye.

Babam eve koşup geliyor korkusundan. Bir müddet sonra Minoğlu’nun karısı kucağında ipek bir yorgan, kızları Elen ile Sofya’yla iki tane çuval gelmişler. Nineme diyorlar ki “Ayşe Nine biz gidiyoruz. Bunlar kızlarımın çeyizleri sizde emanet kalsın. Dönersek verirsin bize, dönmezsek ver bunları fakirlere, hayrımız olsun. Çok ekmek yedik. Birlikte hakkını helal et.” Babam bu noktada ağlamaya başladı. Ben de bir daha babama sormadım. “Baba neye ağlıyorsun” filan demedim. Ama babam tarlada çift sürerken, tarlada beraber çalışırken “Ham meyvayı kopardılar dalından, beni ayırdılar aslan yarinden” diye türkü çeker, ah çekerdi. Ondan sonra işte “Cevizin yaprağı dal arasında, üç beş güzel bir arada gelmiş, benim sevdiğim yol arasında” ah derdi falan böyle.

Ben de derdim ki “Ya baba sen niye ah çekiyorsun?” “Oğlum daha yaşın küçük, büyüyünce anlarsın” diyordu. Sonradan aradan otuz altı yıl geçti. Ben Türkiye’ye gidemiyordum. 1994 yılında annemi, babamı Almanya’ya davet ettim. Ve bu şehir Bottrop’taydı o zaman. Yani çok yakın bir yerde kalıyordum ve anneme, babama anlattırdım. “Ya baba” dedim. “Şu Minoğlu’nun kızlarını bir de anlat.” Babam gene anlattı, bir de anlattı. “Oğlum” dedi. “Çeyizler ananın sandığında duruyor. Dedenin vasiyeti var. Benim de vasiyetim var. Bu dünya gidiş geliş dünya. Sen git Yunanistan’a ara, bu çeyizleri geri ver” dedi. Bir de “Anan duymasın oğlum” dedi bana. “Ben çok karı kız gördüm. Çok yaylanın yoğurdunu yedim ama Sofya gibisini görmedim. Anan duymasın” diyor. Gene “Sen” dedi. Götür. Git. Şuradan mendilini çıkardı. “Bu,” dedi. “Sofya vermişti bu mendili Yunanistan’a giderken sen bunu götür geri ver. Babam seni unutmamış” dedi. Vay babam demek ki Sofya’yı da böyle bir seviyormuş çok. Sofya giderken babama mendil vermiş, sevgili mendili vermiş. “Ramazan ölünceye kadar senin olacağım” diye böyle olmuş işte.

Ben bununla merak ettim. Ve “Baba” dedim “ya ben Yunanistan’a gideceğim. Şimdi on iki milyonluk nüfusta nasıl arayıp bulacağım?” “Oğlum” dedi “gidersin, sonra bulursun” falan dedi. Ve ben anneme de geldim. “Anne” dedim. “Çeyizler senin sandıkta mı doğru mu?” dedim. “Evet, doğru oğlum” dedi o da. “Ama” dedi. “Oğlum. Ben Honaz’a giderim. Honaz’a gelen mübadiller var. Şu anda mağdurlar da ben sorarım. ‘Arkadaş siz nereden geldiniz?’ Onlar da bana söyler. Sen onların köyüne gidersin. Değiş tokuş olmuş, Honazlılar oraya gitmiş, oradakiler buraya gelmiş” dedi bana. Ve ben bunu böyle sanıyordum.

1994 yılında Atina’dan başladım aramaya. Atina, Selanik, Grevena, Kozani, Kozlar, Edessa, Potomaida, Yunanistan’ın adım adım dolaştım. Zaten onlar hep belli bir bölgelere yerleştiler. Evet, hepsi belli bölgeye yerleşmişlerdi. Yani özellikle Kuzey Yunanistan’a yerleştirilmişler. Çünkü oradaki mübadele anlaşması 1924’te yapıldığı zaman dinlere göre yapılmıştı. Müslümanlar buraya gelmiş, Ortodokslar oraya gitmiş, o anlamda olduğu için.

Ben ilk olarak Atina’dan başladığımı söylemiştim. Dolaşıyorum, her gittiğim yerde Anadolu’nun evlatlarını görüyorum. Her gittiğim yerde Kayserililer, Nevşehirliler, Amasyalılar, Aydınlılar, Samsunlular, Balıkesirliler, hepsi Türkçe konuşuyor. Hepsi “kardeşim” diye bana sarılıyor. Böyle bir ilgi. Allah Allah. Ben o kadar böyle insanların orada Türkçe söylediklerini, ondan sonra Lazların Lazca müzik yaptıklarını, bu kadar vatan hasreti olduğunu oraya gidince öğrendim. Yani hayret ettim. Yani nasıl olur bugün bu kadar. Atina’nın üçte biri Türk, Türkçe konuşuyor.

Şimdi Yunanistan’daki Anadolu’nun evlatları “Ah bizim Samsun’umuz”, “Ah bizim Nevşehir’imiz”, “Ah bizim Amasya’mız” diye ağlıyorlardı. Oradan buraya gelen insanlar da “Ah bizim Selanik’imiz”, “ah bizim Vişina’mız”, “ah bizim Grevena’mız” diyerek ağlıyorlardı. İki taraf aynı hasreti çekiyormuş.

1996 yılında tekrar gittim Yunanistan’a ve bu sefer gene araştırmaya başladım ve Honazlıları buldum. Honazlılar, Denizli’den gidenler özellikle Atina’ya iki yüz elli kilometre uzaklıktaki, İzmir’in hemen hemen tam karşısında Volos kentine yerleştirilmişler. Volos’taymış onlar işte oraya gittim ve bir lise öğretmenini buldum. O da Bergamalıydı. O dedi ki “Çeyizlerin sahiplerini buluruz. Ben felsefe öğretmeniyim, lisede anons ederim. Kimin dedesi ninesi Denizli’den gelmişse buluruz” dedi ve anons etti. Bulduk.

Yani bir öğrencinin dedesi Denizli’den gelmiş. Yanis Amca diye onu bulduk. Yanis Amca on iki yaşında Denizli’den ayrılmış. Babası Delikli Çınar’da, Göce Çınar’ın altında bavulcuymuş işte o sarıldı bana. “Ya gidi kardeşim ya” dedi. “Niye gelmedin bugüne kadar?” böyle ağlıyor adam ben de ağlıyorum. Aynı Honaz diliyle konuşuyor. Honaz Denizli şivesiyle konuşuyor. “Neredeydin” dedi ya “neden gelmedin” falan “Ne arayıp sormadınız bizi?” Bu şekilde sonra dedim. “Sen Minoğluları tanıyor musun?” “Evet” dedi. “Tanıyoruz. Bunlar şurada, adresi bu” dedi. Ve bu şekilde Minoğlu ailesiyle on sekiz kişi buluştuk.

Yunanistan televizyonları naklen yayınlarıyla çeyizleri götürdüğüm kırk parça çeyizi koyduk işte konuştuk. Özellikle ninesi ölmüş. Babamın sevgili mendilini götürdüm. Onun kızına verdim yani alıyor, gözünü siliyor. “Ninem gelmiş, ninem gelmiş” diye böyle sarılıyorlardı. Bu şekilde 1996 yılında çeyizleri yetmiş altı yıl sonra geri vermiş oldum.

“Emanet Çeyiz” bu şekilde bir ne diyeyim, hasretin, sevginin, vefanın, mutluluğun, o kardeşliğin romanı oldu. Ama “Emanet Çeyiz”’i 1996 yılında elimde çeyizlerle araştırdığım zaman Kardak krizi vardı. Türkiye ile Yunanistan savaşın eşiğine gelmişti. Şimdi ben elimde iki torba çeyizle Atina’da dolaşıyorum. Televizyonlar arkamdan geliyor. “Türk Hoca gelmiş silah değil, çeyiz getirmiş. Tamam.” Ondan sonra saniyesinde dolaşıyorum. Gene aynı şekilde “Türk Hoca gelmiş silah değil, emanet çeyiz getirmiş” derken bunlar hep yayın yapılıyordu ve çok büyük bir etki yapmış.

1998 yılında “Emanet Çeyiz”’i yayımladım ve Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü’nü aldım. Aynı zamanda Kültür Bakanlığı Roman ödülünü aldım. 1999 yılında ise o zamanki Dışişleri Bakanı İsmail Cem İpekçi’ydi. Bana bir mektup gönderdi. Resmî olarak damgalı: “Sayın Kemal Yalçın, savaşın çıkacağı dendiği bir anda sen bize barışın değerini gösterdin. Selanik’te, Atina’da. Bu nedenle biz Türkiye Yunanistan olarak anlaştık. Sana Türkiye, Yunanistan Dostluk ve Barış Ödülü vereceğiz. Kabul eder misin?” Dedim. “Ben” dedim “şeref duyarım böyle bir şey.” Bu şekilde Abdi İpekçi’nin de var tabii içinde. Abdi İpekçi’nin Türkiye Yunanistan Dostluk ve Barış Ödülü 1999 yılında Atina’da bana verilmiş oldu.

Bu öneri yalnız Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı İsmail Cem İpekçi’den gelmiş. Onları da sonradan öğrendim. “Emanet Çeyiz” daha sonra Türkiye’de mübadele konusunda yazılmış ilk mübadele romanı oldu. Bu anlamda o o zamana kadar, yani 1990’lara kadar, 1998’lere kadar falan Türkiye’de daha mübadeleyi anlatan roman yazılmamıştı. Bir bakıma bu yasak değildi ama konu tabu konusuydu, açılmak istenmiyordu. Bir de ben iki tarafı da yazdım. Yani Türkleri tutup Rumlara küfretmek yok. Rumları tutup Türklere küfretmek yok. Her iki tarafın acılarını eşit gördüm ve bu anlamda da insanların dediklerini aynen yazdım. İçinde hiçbir kötülük, nefret yoktu. Tamamen barışçı bir romandı.

Bu şekilde “Emanet Çeyiz” Türkiye’deki mübadele edebiyatının da bir yıldızı oldu. Ondan sonra epeyce roman çıktı, çıkıyor zaten. Bu nedenle 2023 yılında “Emanet Çeyiz” romanını yazdığım için bana 2023 Lozan Mübadilleri Vakfı Mübadele Roman ödülü verildi. Bu şekilde almış oldum. Aynı yıl kitap Tahran’da yayımlandı. Şu anda “Emanet Çeyiz” Tahran’da en çok satılan Türk romanı, aynı zamanda Yunanistan’da da bestseller oldu. En çok okunan Türk romanlarından birisi. Hâlâ daha devam ediyor. “Emanet Çeyiz”’in macerası böyle bir şey. Klasik bir mübadele romanı oldu.

Ama gerçek bir hikayesi. Tabii yüzde yüz gerçek hepsi. Şöyle diyeyim, bu kitabın içinde yaklaşık doksanlık yüz kaset doldurdum. Bu kasetleri bir yılda çözdüm. Bin dört yüz sayfa sonra otele kapandım. Romanı yazdım. Uzun oldu. Baştan Fakir Hoca dedi. “Bu uzun oldu” dedim. Bir daha yazdım romanı baştan sona ve Fakir Hoca’nın onayından sonra “Emanet Çeyiz”’i yayımladım.

Tabii ki tekrar ediyorum. Fakir Baykurt bu romanın kurgusunda, benim ilk romanımdı bu, üslubunda, anlatım tarzında hep dedi.

Yani bana yol gösterdi. Bana yazarlık öğretti. Her şeyi yaptım ama bir konuda Fakir Baykurt’un önerisini yapamadım. O da şuydu: Şimdi Fakir Hoca diyordu ki “Ya romanda aşk çok önemlidir. Babanın Sofya’ya olan aşkını öne çıkar” diyordu bana ya “anam görürse beni döver” diyordu. Ya “anam üzülür” diyordu ya “ben ona söylemem” diyordu. Neyse böyle Fakir Hoca dediği gibi açık açık yazmadım ama biraz böyle babamın Sofya’ya aşık olduğunu sezdiren cümleler koyduk. Ama annemden korkarak koydum bunu şimdi ama şimdi aklım olsaydı daha açık yazardım yani.

Çünkü babam gerçekten bu çeyizleri bir gün Sofya gelecek. Çeyizleri babam götürüp Sofya’ya verecek. Böyle düşünmüş, saklamış onları yani en sonunda o çok duygulu bir duygu.

Öyle bir şey tabii ama annem de dedi. Yani “Yunanistan’a git, bunu yaz” dedi. Yani “bu önemli bir şey” demişti. Şimdi hepsi yok oldu. Fakir Baykurt yok, annem yok, babam yok, mübadele için. Yani hem Türkiye’de hem Yunanistan’da konuştuğum yüz kadar insanın hiçbir tanesi yaşamıyor şimdi. Bütün bunların özlemleri, son sözleri, vasiyetleri, arzuları “Emanet Çeyiz”’de yazılı.

https://tahtagemi.net/bir-ceyizin-pesinde-kemal-yalcin/?fbclid=IwY2xjawL1gIJleHRuA2FlbQIxMQABHrH8W_tUBofi9I5gpZ0gOxFLlOMjPxFaDnD1uGlZOg28Z9cyeAacw9tPnNqK_aem_KHW_DfsV-kisUh7_-thyjQ 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *