Apartheid kavramı ve uluslararası hukuk

“Ekşigil, Türkiye’deki rejimin Apartheid olarak adlandırılamayacağını savunuyor ve bazı endişelerini dile getiriyor. Ekşigil’in Türkiye’deki rejimin niçin Apartheid olarak adlandırılamayacağı konusundaki tezlerini ve endişelerini tartışabilmek için ama önce hakkında fazla bilgiye sahip olmadığımız Apartheid kavramı üzerinde durmak gerekiyor.”

Adnan Ekşigil 9 Kasım 2023’te Yüzyıllık Apartheid kitabım hakkında bir eleştiri yazdı. Önce kendisine titiz okuması ve tanıtımı nedeniyle teşekkür etmek isterim. Bu satırlarım Ekşigil’e doğrudan bir cevap niteliği taşımıyor. Yapmak istediğim, onun kuşku dile getirdiği bazı konular başta olmak üzere, kitapta söylenenlerin ötesine giden açıklayıcı bir tartışma denemesine girmek.

Yüzyıllık Apartheid kitabının dört temel tezi

Yüzyıllık Apartheid kitabımda dört ayrı temel tez ileri sürmüştüm. Birinci tezim, Türkiye’de bir Apartheid rejiminin var olduğudur. Temelleri Kurtuluş Savaşı yıllarıyla birlikte atılan bu rejimin Mustafa Kemal başta olmak üzere kurucularının bilinçli bir tercihi olarak kurulduğunu iddia ediyorum.

İkinci tezim, kitabın ana eksenidir ve niçin Apartheid rejiminin bugüne kadar ‘farkına varılmamış’ ve ‘adının konmamış’ olmasıyla ilgilidir. Buradaki temel fikir de 1918-1923 döneminin bugüne kadar esas olarak KURTULUŞ –egemenlik– paradigmasıyla okunduğu ve bu okumanın Apartheid rejiminin görülmesine, anlaşılmasına engel olduğudur. Önerdiğim ise 1918-1923 döneminin artık KURULUŞ paradigmasıyla okunması gerektiğidir. KURTULUŞ-KURULUŞ paradigmaları, deyim yerindeyse kitabın ana eksenini oluşturmaktaydı. Ekşigil bu tezimi yanlış anlamış ve yanlış tanıtmış, buna ayrıca değineceğim.

Taner Akçam
Yüzyıllık Apartheid
–1918-1923 Türkiyesi: Bağımsızlık ve Apartheid Rejiminin İnşası
Aras Yayıncılık
Temmuz 2023
3. baskı, Ocak 2024
152 s.

Üçüncü tez, 1918-1938 döneminin de yeniden yazılması gerektiği üzerineydi. Bugüne kadar 1918-1938 dönemi farklı ulus gruplarınca kendi kolektif tarihlerinin bir parçası olarak okunmuştu ve merkezinde gene ‘egemenlik’ ve de her grubun ‘kendi kaderini tayin etme hakkı’ vb. gibi sorunlar duruyordu. Benim önerdiğim ise bu dönemin birey-vatandaş eksenli ve ‘eşit vatandaşlık’ paradigmasıyla yeni bir okumasının şart olduğuydu. Şeyh Sait Ayaklanması’nı bu yeni okuma tarzına bir örnek olarak ele aldım.

Dördüncü ve son tezim ise, vatandaş eşitliğini esas almış demokratik bir gelecek arzulanıyorsa, başta Mustafa Kemal olmak üzere KURTULUŞUN önderleriyle araya mesafe koymanın şart olduğuydu. KURTULUŞUN önderleri Apartheid kurmuşlardı, bizim ise bir KURULUŞ HİKÂYESİNE ve bu KURULUŞUN YENİ ÖNDERLERİNE ihtiyacımız vardı.

Adnan Ekşigil’in tanıtım yazısında KURULUŞ-KURTULUŞ paradigması pek yer tutmuyor. Kitap tanıtımının ağırlık merkezi Apartheid kavramı üzerine kurulu. Ekşigil, Türkiye’deki rejimin Apartheid olarak adlandırılamayacağını savunuyor ve bazı endişelerini dile getiriyor. Ekşigil’in Türkiye’deki rejimin niçin Apartheid olarak adlandırılamayacağı konusundaki tezlerini ve endişelerini tartışabilmek için ama önce hakkında fazla bilgiye sahip olmadığımız Apartheid kavramı üzerinde durmak gerekiyor.

Bu nedenle, belki biraz da sıkıcı teknik ayrıntılara girerek, Apartheid ve uluslararası hukuk konusunda bazı temel bilgiler aktarmak istiyorum. İkinci bir yazıda hem Ekşigil’in endişelerini ele almaya hem de Türkiye ve Apartheid konusu üzerinde bazı yeni görüşler ileri sürmeye çalışacağım.

Soykırım ve Apartheid sözleşmeleri

Apartheid etrafında yapacağım tartışmanın anlaşılması için, 1973 Apartheid Sözleşmesi’ni 1948 Soykırım Sözleşmesi ile çok kısa da olsa kıyaslamak faydalı olacak. Çünkü her iki sözleşmesinin ortaya çıkış koşulları ve Holokost ve Güney Afrika ile irtibatları arasında ciddi paralellikler var. Ayrıca, her iki suçun oluşmasında kasıt unsuru ve ırkçı ideolojinin yeri bakılması gereken önemli bir diğer husus. Soykırım araştırmalarında bu konular hakkında yapılan tartışmalara kısa hatırlatmalar, Apartheid suçunu anlamakta bize yardımcı olacaktır.

Bilmemiz gereken birinci önemli bilgi, soykırım ve Apartheid’ın uluslararası ceza hukukuna göre bir suç olduklarıdır. Ve bu iki suçun Holokost ve Güney Afrika ile hiçbir illiyet –nedensellik– bağlantısı olmadığıdır. Suç evrenseldir ve sadece bir örneği anlatan veya bir örnekle sınırlı suç olmaz. Bunun anlamı, herhangi bir ülkede veya koşulda soykırım veya Apartheid suçunun oluşup oluşmadığını anlamak için Holokost’a veya Güney Afrika’ya bakmak gerekmediğidir. Sadece ceza hukukunda bu suçların oluşması için gerekli olduğu söylenen şartların ilgili ülke ve durumlarda oluşmuş olup olmadıklarına bakmak gerekir. Yani örneğimizde Güney Afrika, Apartheid suçunun oluşup oluşmadığının ölçüleceği denek taşı değildir.

Bu satırların şaşırtıcı gelebileceğini kabul etmeye hazırım. Çünkü soykırım ve Apartheid suçlarının ortaya çıkış bağlamları Holokost ve Güney Afrika ile doğrudan ilintilidir. Örneğin, her ne kadar soykırım kavramını bulan Lemkin, bu suçu 1915 Ermeniler ve 1933 Süryaniler (Simele) örneklerini ele alarak geliştirdiyse de, Holokost olmasaydı Birleşmiş Milletler belki de soykırım gibi bir suç tanımlaması yap(a)mayacaktı. Holokost’un ağır psikolojik baskısı, ABD, İngiltere ve Sovyetler gibi aslında kavramın muhtevasına karşı olan devletlere geri adım attırdı. Ama bu devletler yanlarına başka devletleri de alarak, Lemkin’in önerdiği kavramı kuşa çevirmeyi başardılar (kültürel soykırım boyutunu kavramdan çıkartmak veya soykırıma bir süreç olarak bakmak yerine bir âna ilişkin kesin kasıt aramayı merkeze koymak vb. gibi değişiklikler). Sonuçta, politik bir uzlaşma nedeniyle ciddi eksiklerinden söz edebileceğimiz (örneğin sömürgelerde yaşananları ne kadar kapsayıp kapsamadığını tartışma haline sokan) bir soykırım suçu tanımı ortaya çıktı.[1]

“TEMEL BİLGİ ŞUDUR Kİ, SOYKIRIM İÇİN IRKÇI BİR İDEOLOJİNİN OLMASI GİBİ BİR ÖN ŞART YOKTUR. IRKÇILIK BELKİ BİR SOYKIRIMDA BİR MOTİF OLABİLİR AMA SOYKIRIMLAR BAŞKA SAİKLERLE DE GÜNDEME GELİR.”

Kavram sonuçta hem birçok kitlesel katliam biçimini kapsamayacak şekilde daraltıldı hem de Holokost, boyutlarının korkunçluğu ve tüm ülkeler tarafından tanınmış olması nedeniyle, soykırım kavramının tek belirleyicisi konumuna yükseltildi. Alanımızda, uzun yıllar bir ülkede yaşanan katliamın soykırım sayılıp sayılmaması için Holokost’a benzemesinin şart olduğunu savunan bir anlayış egemen oldu. Bu nedenle, Holokost’a benzemeyen örnekler bile ‘çarpıtılarak’ Holokost’a benzer hale sokulmak istendi.[2]

Holokost, kendisine benzemesi şart olan örnek olduğu için, örneğin ırkçılık da soykırımın olmazsa olmaz bir unsuru sayıldı. 1990’larda, Ermenilerin başına gelenlerin soykırım olduğunu iddia ettiğimde, Türk ilerici çevrelerden büyük bir dirençle karşılaştığım belki hatırlardadır. Murat Belge, Ahmet İnsel gibi birçok değerli aydınımız Holokost örneğini göstererek kavrama kuşkuyla yaklaştılar ve kavramı kullanmadılar. Holokost’a benzemek ve ırkçı bir ideolojinin var olması şartı itirazlarının temelini oluşturdu. Oysa bugün bir katliamın soykırım sayılıp sayılmayacağına karar vermek için Holokost ile kıyaslamak veya ırkçı ideolojinin şart olduğunu ileri sürmek hukuk bilgisi eksikliği olarak telakki edilmektedir.

Temel bilgi şudur ki, soykırım için ırkçı bir ideolojinin olması gibi bir ön şart yoktur. Irkçılık belki bir soykırımda bir motif olabilir ama soykırımlar başka saiklerle de gündeme gelir. Aslında 1948 sözleşmesinde Kanun Yapıcı (Birleşmiş Milletler), motif(ler)in suçun oluşmasında belirleyici olmadığını açık olarak belirtmiş ve motif unsuruna suç tanımlamasında yer vermemişti. Eğer kanunda suçun hangi motiflerle yapılması gerektiği sayılırsa, ilerde soykırım suçunu işleyen devletlerin, “Biz kanunda yazılan motiflerle değil başka motiflerle hareket ettik” diyerek suçu inkâr etmeleri mümkündü. Sorunu fark eden kanun yapıcılar, bu nedenle motif – saik konusunu suç tanımının dışına çıkartmışlardı. Kural, hangi motifle yapılıyor olursa olsun, bir grubun grup olarak hedef alınmasıydı.[3]

Özetle, soykırım uluslararası (ve birçok ulusal) hukukta bir suç. Ve hukukçular, bu suçun oluşup oluşmadığına karar vermek için artık ne Holokost’a bakıyorlar ne de sadece 1948 sözleşmesine. Holokost elbette örneklerden birisi ama esas kaynak uluslararası hukuk metinleridir. Bugün özellikle Ruanda, Yugoslavya ve Kamboçya soykırım mahkemelerince alınan kararlar; Birleşmiş Milletler komisyonlarınca kabul edilen onlarca hukuki metin ve hukuk uzmanlarının yazılarından oluşan büyük bir külliyat oluşmuş durumda. Ayrıca sosyal bilimcilerin kavram üzerine yaptıkları tartışmalar, soykırım çalışmalarını başlı başına bir akademik alan haline dönüştürdü. Benzeri bir süreç Apartheid suçu etrafında yaşanacak veya yaşanmaktadır.

Uluslararası bir suç olarak Apartheid

Apartheid kavramı ilk önce Güney Afrika’da, 1930’larda ortaya çıktı ve 1948’de rejimin adı oldu. Bu nedenle, kavram kullanıldığında Güney Afrika’nın akla gelmesi son derece normal. Kavramın uluslararası hukuk boyutu ise pek bilinmiyor. Yukarda söylediğim gibi, uluslararası hukuka göre evrensel bir suç kategorisi olan Apartheid suçunun ilk Güney Afrika’da görülmüş olması dışında bu ülkeyle herhangi bir illiyet-nedensellik ilişkisi yok. Güney Afrika elbette bir örnek teşkil edebilir ama sadece bir örnek, o kadar… Bu nedenle, Apartheid kavramının bir suç olarak tanımlanması sürecini ve ilgili sözleşmeleri bilmek gerekiyor. Burada sınırlı bazı köşe taşlarına değineceğim.

Güney Afrika Apartheid rejimi önce Hindistan’ın girişimiyle, 1950’lerde Birleşmiş Milletler’in gündemine girdi ve1952’den 1990’a kadar her yıl Genel Kurul tarafından Birleşmiş Milletler Şartı’nın 55. ve 56. Maddelerine aykırı olduğu gerekçesiyle kınandı. 1960’lı yıllarda B.M. Güvenlik Konseyi de benzeri kararlar aldı. 1966 yılında Genel Kurul, Apartheid’ı insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak nitelendirdi. Bu önemli bir dönüm noktasıydı. Güvenlik Konseyi bu kararı 1984 yılında onayladı.[4]

İşgal altındaki Batı Şeria şehri, İsrail ordusu kontrol noktası, 2021.

Apartheid suçunun Güney Afrika ile doğrudan ilgili olmayan bir biçimde ilk kullanımı 1968’de kabul edilen Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçlar İçin Zaman Aşımının Uygulanmayacağına Dair Sözleşme’dir. Bu sözleşmede, Birleşmiş Milletler’in 1966 Genel Kurul kararına da atıfta bulunuldu ama Apartheid bağımsız bir biçimde, insanlığa karşı işlenmiş bir suç olarak tanımlandı. Tanım şöyledir:

İşlendikleri tarihe bakılmaksızın, aşağıdaki suçlar için herhangi bir zaman aşımı sınırlaması uygulanmayacaktır: Madde-1- insanlığa karşı suçlar, silah zoruyla tahliye etme veya işgal ve apartheid politikasının uygulanmasından kaynaklanan gayri insani eylemler, ve 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nde tanımlanan soykırım suçu.[5]

1973 Apartheid Sözleşmesi

Apartheid suçunun Güney Afrika’dan tamamen bağımsız, evrensel bir suç kategorisi olarak uluslararası hukukun bir parçası olması 1973 Apartheid Sözleşmesi iledir.[6] Sözleşmenin girişinde, Birleşmiş Milletler ve Güvenlik Konseyi’nce daha önce alınmış kararlara, 1948 Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’ne, 1965 Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’ye, 1968 Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçlarda Kanuni Sınırlamaların Uygulanamayacağına Dair Sözleşme’ye açık atıfta bulunulmuştur. Birinci Madde, “Apartheid’ın insanlığa karşı işlenmiş bir suç olduğunu” söyler ve “Sözleşmenin II. maddesinde tanımlandığı şekliyle Apartheid ve benzeri ırk ayrımı ve ayrımcılık politikaları ve uygulamalarından kaynaklanan insanlık dışı eylemlerin uluslararası hukuk ilkelerini” ihlal eden suçlar olduğunu beyan eder.

Sözleşmenin ikinci maddesi söz konusu suçların neler olduğuyla ilgilidir ama önce bu suçların genel çerçevesine ilişkin şu tespitte bulunur:

Bu Sözleşmenin amacı bakımından… ‘Apartheid suçu’ terimi, bir ırk grubunun diğer bir ırk grubu üzerinde egemenlik kurması ve sürdürmesi ve sistematik olarak baskı altında tutulması amacıyla işlenen aşağıdaki insanlık dışı eylemlere uygulan(ır).

Toplam altı farklı suç sayılmıştır. (a) ve (b) şıkları doğrudan Soykırım Sözleşmesi’nden alınmıştır. Bu suçlar, “(a) ırksal bir grubun veya grupların bir üyesinin veya üyelerinin yaşam ve kişi özgürlüğü hakkından mahrum bırakılması; (b) ırksal bir gruba veya gruplara, bu grubun ya da grupların fiziksel olarak tamamen ya da kısmen yok olmasına yol açacak yaşam koşullarının kasıtlı olarak dayatılması olarak tanımlanmıştır. (a) şıkkında suçlar ayrıca detaylanıdırılmıştır.

Suçlar, grup üyelerini öldürmek, grup üyelerine ciddi bedensel veya zihinsel zarar vermek, özgürlüklerini veya onurlarını ihlal etmek; işkenceye veya zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı muamele veya cezaya maruz bırakmak, grup üyelerini keyfi olarak tutuklamak ve yasa dışı olarak hapsetmek olarak sıralanmıştır.[7]

İkinci maddenin (c) şıkkı Türkiye açısından çok önemlidir. Bu şıkta Apartheid suçu, “Bir ırksal grup veya grupların ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamına katılımını engellemek için düşünülmüş her türlü yasal önlem ve diğer önlemler ve özellikle bir ırksal grup veya grupların üyelerini temel insan hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakarak bu grup veya grupların tam gelişimini engelleyen koşulların kasıtlı olarak yaratılması” olarak tanımlanır ve bunların içinde, çalışma hakkı, eğitim hakkı, ülkelerini terk etme ve geri dönme hakkı, vatandaşlık hakkı, seyahat ve ikamet özgürlüğü hakkı, düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı ve barışçıl toplanma ve örgütlenme özgürlüğü haklarının altı özel olarak çizilir.

İkinci maddenin (d) ve (e) şıklarında, gettoların oluşturulması, karma evliliklerin yasaklanması, toprak ve mülklerin kamulaştırılması, nüfusu ırk çizgileri boyunca bölmek için tasarlanan yasal eylemler ve zorla çalıştırmak gibi suçlar sayılmıştır. (f) şıkkında ise “Apartheid’a karşı çıktıkları için örgütlerin ve kişilerin temel hak ve özgürlüklerden mahrum bırakılarak zulme uğraması” başka bir suç kategorisi olarak tanımlanmıştır.[8]

İstanbul’da mavnalara binen Ermeni yetimler, Yunanistan’a doğru yola çıkıyor, 1915.

Görüldüğü gibi Apartheid suçu oldukça ayrıntılı olarak tanımlanmıştır. Ve suçun esasını ırksal grup veya grupların ülkenin siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamına katılmasını engellemek ve temel insan hak ve özgürlüklerini inkâr etmek için sistematik olarak uygulanan şiddet ve onun dışında yasal, idari ve diğer tüm önlemler oluşturur. Türkiye’nin 100 yıllık tarihinin özeti budur. Buna (a) veya (b) ülkesini göstererek itiraz etmenin ve Türkiye’de olanın Apartheid olmadığını söylemenin mantığını anladığımı söyleyemem. Ayrıca eklemek isterim ki, bir eylemin Apartheid sayılması için, aynen soykırım sözleşmesinde olduğu gibi, sayılan suçların tümünün gerçekleşmesi gerekir diye bir kural da yoktur.

Ama aşağıda yeniden ele alacağım gibi, burada da soykırım suçundaki kasıt unsuruna benzer bir kural geçerlidir. Yukarda aktardığım ikinci maddenin girişindeki suçun, “bir ırk grubunun diğer bir ırk grubu üzerinde egemenlik kurması ve sürdürmesi ve sistematik olarak baskı altında tutulması amacıyla” yapılması gerektiği, kasıt unsuru olarak yorumlanacaktır.[9]

Diğer adımlar ve 1998 Roma Statüsü

1973 Sözleşmesi’nden sonra 8 Haziran 1977 yılında bir başka önemli adım daha atılır. Apartheid, Uluslararası Sı̇lahlı Çatışma Mağdurlarının Korunmasına İlı̇şkı̇n 12 Ağustos 1949’de imzalanan Cenevre Sözleşmelerı̇ne 1977’de eklenen birinci protokolde bir suç olarak sayılır. 85. maddenin 4-C şıkkında, “ırk ayrımcılığına dayalı Apartheid uygulamaları ve kişisel onuru zedeleyen diğer insanlık dışı ve aşağılayıcı uygulamalar “ ifadesi yer alır.[10]

Bir diğer önemli adım 1991 yılındadır. Birleşmiş Milletler Uluslararası Hukuk Komisyonu, İnsanlığın Barış ve Güvenliğine Karşı Suçlar Kanunu Tasarısı’nda Güney Afrika’ya herhangi bir atıfta bulunulmaksızın Apartheid’a bir suç olarak yer vermiştir. Kanun tasarısı 1996 yılında kabul edilmiş ve “kurumsallaşmış ırk ayrımcılığını 18 (f) maddesinde insanlığa karşı suç türü olarak tanımış(tır)”. Yorum kısmında ise “bunun ‘aslında daha genel bir adlandırma altında Apartheid suçu olduğunu’ açıklamıştır”.[11]

“HAKKINDA ZENGİN BİR KÜLLİYATIN OLMAYIŞI VE KAVRAMIN TÜRKİYE’DE SADECE GÜNEY AFRİKA’YI HATIRLATMASI DIŞINDA PEK BİLİNMİYOR OLMASI, APARTHEİD ETRAFINDA ERKEN DÖNEM SOYKIRIM TARTIŞMALARINA BENZER TARTIŞMALARIN YAPILMASINA NEDEN OLUYOR.”

Güney Afrika Apartheid rejimi, 1990’da başlayan geçiş süreciyle 1994’te tümüyle ortadan kalktı. Birleşmiş Milletler bünyesinde Apartheid ile ilgili oluşturulmuş üç ayrı kurumun görevine son verildi. Güney Afrika, geçmişteki Apartheid suçlarını yargılamak yerine Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları kurdu. Bu nedenlerle kavramın ve 1973 Sözleşmesi’nin unutulacağını savunanlar oldu. Ama süreç unutulmanın tersi doğrultuda işledi.

1998 yılında, Uluslararası Ceza Mahkemesi Roma Statüsü, Apartheid suçunu İnsanlığa Karşı Suçlar (Madde 7) arasında saydı. 7. Maddenin 1. şıkkında, “‘insanlığa karşı suçlar’, herhangi bir sivil nüfusa karşı yaygın veya sistematik bir saldırının parçası olarak işlenen aşağıdaki eylemleri kapsamaktadır” dendi ve 11 ayrı insanlık suçu sayıldı; Apartheid, 7.1. (j)’de anıldı. 7. Maddenin ikinci şıkkı, birinci şıkta sayılan 11 şuç için ek tanımlar getirdi. Apartheid suçu için (h) şıkkında şu açıklama yapıldı: “Apartheid, bir ırkın, başka bir ırk grubu veya grupları üzerinde, sistematik hâkimiyet ve baskı kurmaya yönelik kurumsal bir rejim çerçevesinde ve bu rejimi koruma [sürdürme] kastıyla işlediği ve 1. paragrafta sözü edilen insanlık dışı fiiller anlamına gelir.”[12] Bu sözleşmeyle, Apartheid artık Güney Afrika’dan tamamen bağımsız bir suç kategorisi olarak tanımlanmış ve uluslararası hukukun bir kategorisi olmuştur.

Kavrama ilişkin önemli bazı tartışma noktaları

Apartheid suçu konusunda elimizdeki külliyat, soykırım külliyatının aksine, fazla değil. Yukarda saydığım sözleşmeler, Birleşmiş Milletler’in çeşitli komisyonlarında yapılan hukuk tartışmaları veya uluslararası hukuk uzmanlarının konu hakkındaki eserleri referans noktası olarak alınmalıdır.[13] Uluslararası ve İsrailli çeşitli sivil toplum kuruluşlarının İsrail ve Myanmar bağlamında hazırladıkları raporlar ve akademik çalışmalar önemli başka başvuru kaynaklarıdır.[14] Konu hakkında, ICC’de (Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde) İsrail ile ilgili soruşturmaların sürdüğü de biliniyor. Ama henüz bir iddianame hazırlanmış değil. Savcılık Apartheid suçundan özel olarak bahseder mi yoksa sadece soykırım ve genel olarak insanlık suçları gibi bir soruşturmayla mı yetinir, henüz bilinmiyor. Ayrıca, Apartheid ile ilgili alınmış herhangi bir mahkeme kararı da yok. Sonuçta eldeki külliyatın yeterli olmadığı ileri sürülülse bile, bir ülkede Apartheid olup olmadığı esas olarak yukarda saydığım hukuk metinleri, raporlar ve akademik çalışmalar esas alınarak yapılacak bir tartışmadır.

Hakkında zengin bir külliyatın olmayışı ve kavramın Türkiye’de sadece Güney Afrika’yı hatırlatması dışında pek bilinmiyor olması, Apartheid etrafında erken dönem soykırım tartışmalarına benzer tartışmaların yapılmasına neden oluyor. Bu tartışmaların başında açık ki, Ekşigil’in de yaptığı gibi, herhangi bir ülkeye yönelik ileri sürülen Apartheid iddiasının ne kadar Güney Afrika’ya ve/veya İsrail’e benzeyip benzemediği geliyor. Hatta, ‘Apartheid azınlığın çoğunluğa tahakkümüdür, Türkiye’de bu söz konusu değildir, o halde rejime apartheid denemez’ gibi hiçbir anlamı olmayan tezler de ileri sürülebiliyor.[15]

Güney Afrika ve İsrail Apartheid’ın bilinen örnekleridir. Bu nedenle, tartışmalarda bu örneklere bakılması elbette ilk akla gelen şey olacaktır. Ama sıkça tekrar ettiğim ve edeceğim gibi, bir rejimin Apartheid sayılıp sayılmayacağına karar vermek için Güney Afrika ve İsrail’e benzeyip benzemediklerine bakmak ve benzemeyi temel şart haline dönüştürmek son derece yanlıştır.

Güney Afrikalı hukukçu Max Du Plessis’in altını özellikle çizdiği gibi, Güney Afrika, bir rejimin Apartheid sayılıp sayılmayacağı konusunda kendisine başvurulacak bir ölçüm unsuru değildir. Çünkü “Apartheid’ın Güney Afrika dışında meydana gelmesi durumunda kaçınılmaz olarak yerel tarihleri ve sosyal özellikleri yansıtan benzersiz özellikler ortaya çıkacağından, Apartheid Sözleşmesi’nin Güney Afrika Apartheid rejiminin uygulamalarıyla çok yakından sınırlandırılması, başka herhangi bir vakanın ‘Apartheid suçu’ olarak nitelendirilmesini etkili bir şekilde dışlayacaktır.[16] Güney Afrika örneği, “Apartheid Sözleşmesi kapsamına giren olası uygulamaları aydınlatmak için yararlı bir karşılaştırmalı vaka olarak ele alınmalıdır (ve alınabilir).”[17]

Suçta kasıt unsuru

Apartheid tartışmalarını soykırım tartışmalarına benzeten bir diğer husus kasıt unsurudur. Bilindiği gibi, Soykırım Sözleşmesi’nin ikinci maddesinde yer alan suçların birisinin veya hepsinin birden işlenmesi bir eylemin soykırım sayılması için yeterli değildir. Soykırım için suçun grubun tümünü veya bir kısmını hedef alan bir imha kastıyla işlenmiş olması gerekir. İmha kastı yoksa, isterse milyonlarca insan öldürülmüş olsun, eylem soykırım sayılmaz. Benzeri durum Apartheid sözleşmesi için de geçerlidir. Hukukçular, Apartheid suçunda da kasıt unsurunun önemli olduğunu ve bu ilkenin yukarda aktardığım 1973 Sözleşmesi’nin ikinci maddesinde ve 1998 Roma Statüsü’nde tekrar edilmiş olduğunun altını çizdiler.

Aparteid’a karşı isyanlardan birinden. Cape Town yakınları, 1976.

Hukukçuların üzerinde anlaştıkları nokta, her dışlama politikasının Apartheid sayılamayacağıdır. Söz konusu ayrımcılığın sistematik, kurumsallaşmış ve baskıcı bir karaktere sahip olması ve gruplar üzerinde tahakküm kurmak amacıyla gündeme getirilmesi şarttır. Suçun, kurumsal süreklilik ve rejimin kendi varlığını sürdürmek gibi bir kasıtla gündeme getirilmesi önemlidir. Uluslararası Af Örgütü hukukçularıhem Apartheid Sözleşmesi hem de Roma Statüsü kapsamında listelenen yasak fiillerin Apartheid suçu teşkil edebilmesi için, bu fiillerin kurumsallaşmış bir sistematik baskı ve tahakküm rejimi bağlamında işlenmiş olması” gerektiğinin altını çizerler.[18]

Özetle, “Apartheid uygulamasını diğer yasaklanmış ayrımcılık biçimlerinden ayıran, devlet eliyle onaylanmış bir hukuk, politika ve kurumlar rejimini içeren bu kurumsallaşmış unsurdur.[19]

Irk kavramı ve ırkçı ideoloji sorunu

Bir başka önemli tartışma konusu, Sözleşme ve Roma Statüsü’nde sözü edilen ırk grubundan neyin kastedildiği ve Apartheid suçunun oluşması için ırkçı bir ideolojinin şart olup olmadığıdır.[20] Irk grubu tanımı konusunda üç hususun altının çizilmesi gerekir. Birincisi, 1965 yılında kabul edilen Her Türlü Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılmasına İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin birinci maddesi, hangi ayrımcı ve dışlama politikalarının ‘ırk ayrımcılığı’ kapsamında olduğunu açık olarak belirtir; “Irk, renk, soy veya ulusal ya da etnik kökene dayalı olarak yapılan ve siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel veya kamusal yaşamın herhangi bir alanında insan hakları ve temel özgürlüklerin eşit bir şekilde tanınmasını, kullanılmasını veya bunlardan yararlanılmasını ortadan kaldırma veya zayıflatma amacını taşıyan veya bu sonucu doğuran her türlü ayrım, dışlama, kısıtlama veya tercih”. Tanım açıktır ve Apartheid rejimlerini tanımlamada kullanılan ırk kavramının geniş çerçevesine işaret etmektedir.

İkincisi, 1973 Apartheid Sözleşmesi giriş bölümünde, 1965 Sözleşmesi’ne açık olarak atıfta bulunulmuştur. Bu nedenle, 1973 Sözleşmesi’nde ırksal ayrımcılık ifadesi kullanıldığında, bu ifadenin 1965 Sözleşmesi bağlamında düşünülmemiş olacağını ileri sürmek saçma olur.

Üçüncüsü, ırk grubundan kastedilen şeyin, biyolojik, genetik, vb. bilimsel kategorilerle belirlenen bir olgu değil, sosyal-kültürel kurgu olduğu artık hem akademik çalışmalarda hem de uluslararası hukukta genel olarak kabul edilen bir ilkedir. Uluslararası Yugoslavya ve Ruanda Ceza Mahkemeleri, konuyla özel olarak uğraşmak zorunda kalmışlar ve ırkın ‘objektif’ bir kritere göre tanımlanamayacağını açık olarak belirtmişlerdir. Mahkemeler grup tanımında ‘sübjektif’ kriterlerin esas olduğunu kabul etmişlerdir.[21] Yani esas olan, bir grubun diğer grubu kendisinden farklı olarak tanımlamasıdır.

Apartheid suçu için ırkçı bir ideoloji şart mıdır? Bir rejimin Apartheid sayılması için ırkçı bir ideolojinin şart olduğu fikrini savunanların olacağını tahmin etmek zor değil. Ama Apartheid suçu için ırkçı bir ideoloji şartını aramak yanlış bir bilgidir. Konu soykırım ve ırkçılık ilişkisine benzer. Nasıl ki soykırım suçu için ırkçı bir ideolojinin varlığı ön şart değilse, aynı şey Apartheid için de geçerlidir.

“BİR REJİMİN APARTHEİD SAYILIP SAYILMAYACAĞINA KARAR VERMEK İÇİN GÜNEY AFRİKA VE İSRAİL’E BENZEYİP BENZEMEDİKLERİNE BAKMAK VE BENZEMEYİ TEMEL ŞART HALİNE DÖNÜŞTÜRMEK SON DERECE YANLIŞTIR.”

İsrail konusu bu bakımdan öğreticidir. İsrailli ve uluslararası sivil toplum kuruluşları İsrail’i Apartheid rejimi kurmakla suçlayınca, İsrailli yetkililer (ve ilericilerinin de önemli bir kesimi) şu iki itirazda bulunmuşlardır; 1- “Yahudiler ve Filistinliler ırksal gruplar değildir ve bu nedenle aralarındaki ilişkiler Apartheid kapsamında anlaşılamaz”; 2- “İsrail’in uygulamaları Filistinliler üzerinde ‘tahakküm kurmak ve sürdürmek amacıyla’ değil, sadece İsrail’i bir güvenlik tehdidinden korumak için” gündeme getirilmiştir.[22] Irkçı bir rejim ve ırkçı ideoloji söz konusu olmadığına göre, İsrail’de Apartheid’dan söz etmek doğru değildir.

İsrailli ve uluslararası insan hakları örgütleri ve hukukçular ise bu tezlere karşı, ‘ırk grubu’ ve ırkçı ideoloji konusunda yukarda değindiğim hususları tekrar etmişlerdir. İsrailli Uluslararası Hukuk uzmanı Michael Sfard’ın, İsrailli İnsan Hakları Örgütü Yesh Din için hazırladığı rapordan aktarırsak; “Apartheid suçunun net bir tanımı vardır ve kökeni tarihsel olarak Güney Afrika’daki ırkçı rejimle bağlantılı olsa da, artık ırkçı ideolojiye dayanmadan da var olabilen, kendine ait bir yaşamı olan bağımsız bir hukuki kavramdır.”

Michael Sfard, “bu bağlamda yaygın bir hataya dikkat” çeker:

“Tarihsel kökenine rağmen Apartheid suçu ırkçı ideoloji olmadan da var olabilir. Irkçılık, Apartheid hükümet sisteminin kurulmasını motive eden şey olabilir, ancak diğer suçlarda olduğu gibi, saik suçun bir unsuru değildir ve bu nedenle, başka saiklerle (örneğin, ekonomik veya siyasi) kurulan (açıklanan anlamda) ırksal bir grup üzerinde hâkimiyet kuran ve baskı yapan bir hükümet sisteminin sorumluları da apartheid suçuna bulaşacaktır.[23]

Bu hukuk ilkesi ışığında Af Örgütü, İsrail’de Apartheid rejiminin oluşumunda belirleyici olan iki hususun altı çizmiştir. Birincisi, 1948’de devletin bir Yahudi devleti olarak kurulmasıdır. İkincisi, güvenlik kaygıları nedeniyle özellikle işgal bölgelerinde gündeme getirilen özel hukuk uygulamalarının süreklilik kazanıp sistem haline dönüşmüş olmasıdır. Ve sonuç Filistinlilerin sistem dışına itilmeleri ve kurumsal olarak sürekli baskı ve tahakküm altında tutulmalarıdır.[24]

Sonuç ya da başa dönmek

Apartheid ve Türkiye konusunda bir tartışma iki türlü yapılabilir. Birincisi, uluslararası tanım ele alınır ve Türkiye’nin bu tanıma uyup uymadığı tartışılır. İkincisi ise, olgunun kendisi yani Türkiye’deki hukuki ve politik uygulamalar ve bu uygulamaların arkasındaki ideolojik tercihler ele alınır, tartışılır ve Apartheid kavramının bu durumu en iyi açıklayan kavram olduğu ‘sonuç olarak’ söylenir. Ben hukuk bilimcisi değil, tarihçiyim ve kitapta bu nedenle ikinci yöntemi seçtim. Hâlâ da tercihim budur. İleride de bu yönde olacak.

Ayrıca, soykırım konusunda yapılan tartışmalardan biliyorum ki, öncelikle tanımdan hareketle yapılan tartışmalar, gerçekliği tanıma uydurmak hastalığıyla maluldür. Tarihsel süreçleri ve olguları anlamaya çalışan sosyal bilim açısından gerçekliği tanıma uydurmak ‘metodolojik bir intihardır’. Ermeni soykırımını Holokost’a benzetme çabalarının Osmanlı-Türk toplumunun ve Ermeni soykırımının kendine has özelliklerinin anlaşılması önünde ciddi bir engel teşkil ettiğini biliyorum.

Ama hangi yönetim seçersek seçelim, Apartheid kavramının Türkiye’de bilinmemesi nedeniyle kavram konusuna açıklık getirmek şarttı. Yukarıda çizdiğim çerçeve, niçin Apartheid kavramının Türkiye’de yaşananları açıklamak için uygun bir kavram olduğunu yeteri netlikle göstermiştir, diye ümit ediyorum.Şüphesiz ki Türkiye kendi özellikleriyle bu kavrama yeni boyutlar katacaktır, Güney Afrika ve İsrail gibi…

Şimdi, bir soruyu akılda tutarak Türkiye’de Apartheid konusuna biraz daha yakından bakabiliriz. Ama şu iki soruyu da akılda tutarak… Türkiye’de Apartheid veya Soykırım kavramlarını kullanmaya yapılan itirazlar acaba sadece kavramların içerikleriyle sınırlı bir endişeden mi kaynaklanmaktadır? Yoksa bu kavramların kullanılmasına yapılan itirazlar aslında daha derinlerde başka bir problemin mi ifadesidir?

NOTLAR:

[1] William Schabas, Genocide in International Law: The Crime of Crimes, (Cambridge, New York: Cambridge University Press, 2009), kitabı konuya ilişkin hukuki tartışmalar için bakılabilecek önemli bir kaynaktır.

[2] Holokost’un soykırım tartışmalarında yarattığı ciddi handikaplar konusunda bakınız; Dirk Moses, “Conceptual Blockages and Definitional Dilemmas in the Racial Century: Genocide of Indigenous Peoples and the Holocaust,” Patterns of Prejudice, 36:4 (2002), 7-36.

[3] Bu konuda çok zengin kaynakça vardır. Lippman, Matthew. “The Drafting of the 1948 Convention on the Prevention and Punishment of Genocide”, Boston University International Law Journal, no. 3 (1984): 1-65. William Schabas, Genocide in International Law, 59-117 ve 294-306.

[4] Konu hakkında temel bilgiler için, John Dugard, ‘Convention on the Suppression and Punishment of the Crime of apartheid’ (UNALIL 2008)

[5] Savaş Suçları ve İnsanlığa Karşı Suçlar Bakımından Kanuni Sınırlamaların Uygulanmayacağına Dair SözleşmeHukuk Ansiklopedisi

[6] International Convention on the Suppression and Punishment of the Crime of Apartheid, un.org

[7] a.g.e., madde II, pdf s. 2.

[8] a.g.e.

[9] Sözleşmenin ikinci maddesinin giriş cümlesi. a.g.e.

[10] Article 85, International Humanitarian Law Databases

[11] John Dugard, ‘Convention on the Suppression and Punishment of the Crime of Apartheid’ (UNALIL 2008), s.2

[12] Rome Statute of the International Criminal Court

[13] John Dugard, a.g.e., makalesinin sonunda bu tür hukuk metinlerinden yapılmış kısa bir liste vermiştir (s. 2, 3).

[14] Af örgütü tarafından İsrail ile ilgili hazırlanan 280 sayfalık rapor çok önemlidir ve zengin bir kaynakçaya da sahiptir. Bildiğim kadarıyla rapor Türkçeye çevrilmemiştir, tüm rapor şuradan indirilebilir: Amnesty International, Israel’s Aparteid Against Palestinians Cruel System Of Domination And Crime Against Humanity. Raporun özellikle, Uluslararası Hukukta Apartheid bölümüne bakılması gerekir. (s. 44-61)

[15] İşin ilginç ve pek bilinmeyen bir boyutu vardır. Güney Afrika yönetimi beyazların bir azınlık olduğunu kabul etmemiş ve aksine, beyazların çoğunluk olduğunu iddia etmiştir. Rejimin mantığı basittir; beyazları renk olarak ırk temelinde tanımlamış ama siyahları (yerli toplulukları) etnik-ulusal kriterlerle göre bölmüş ve böylece her bir grubun beyazlara göre azınlık olduğunu iddia etmiştir. Konu hakkında bir tartışma için bakınız, Virginia Tilley, Beyond Occupation Apartheid, Colonialism and International Law in the Occupied Palestinian Territories, (London: Pluto Press, 2012), s. 112-113. Benzeri mantığının Türk yöneticilerce de kullanıldığını biliyoruz. Osmanlılarda etnik olarak azınlık olan Türkler, bu mantıkla çoğunluk haline sokulmuştur.

[16] Max Du Plessis, “International Criminal Law: The Crime of apartheid Revisited,” South African Journal of Criminal Justice 24, no. 3 (2011): 423-424.

[17] a.g.e., s. 424.

[18] Amnesty International, Israel’s Aparteid Against Palestinians Cruel System Of Domination And Crime Against Humanity, s. 51.

[19] John Dugard and John Reynolds “Apartheid, International Law, and the Occupied Palestinian Territory,” The European Journal of International Law 24 no. 3 (2013): 881. Michael Sfard, “The Israeli Occupation of the West Bank and the Crime of apartheid”, Special Report, June 2020, s. 21.

[20] Apartheid ile ilgili yazılan hemen her metinde konu ele alınmıştır, şu makalelere bakılabilir; Miles Jackson, “The Definition of apartheid in Customary International Law and The International Convention on the Elimination Of All Forms of Racial Discrimination”, International & Comparative Law Quarterly, 71(4), (2022): 831-855; Virginia Tilley, Beyond Occupation apartheid, Colonialism, s. 109-124s. 107-129; Carola Lingaas, “The Crime against Humanity of Apartheid in a Post-Apartheid World” Oslo Law Review, 2 (2015): 86-115.

[21] Uluslararası Ceza Mahkemesi kararları için, ICTR Prosecutor v. Akayesu, Case No. ICTR-96-4-T, Trial Judgment, 2 Sept. 1998, paragraflar 512–515; Prosecutor v. Rutaganda, Case No. ICTR-96-3, Trial Chamber judgment, 26 May 2003, paragraf 55-57; ICTY, Prosecutor v. Jelisić, Case IT-95-10, Appeals Chamber judgment, 14 December 1999, paragraf 70; Prosecutor v. Krstic, Case No. IT-98-33, Trial Judgment, 2 Aug. 2001, paragraf 555. Bazı mahkeme kararlarının özetlendiği bir kaynak; John Dugard and John Reynolds “Apartheid, International Law, and the Occupied Palestinian Territory,” 885-891.

[22] Konu hakkındaki bir tartışma için bakınız; Virginia Tilley, Beyond Occupation Apartheid, Colonialism, s. 109-124.

[23] Michael Sfard, The Israeli Occupation of the West Bank and the Crime of apartheid, s. 5, 21.

[24] Bildiğim kadarıyla Af örgütünün 280 sayfalık raporu Türkçeye çevrilmemiştir, tüm rapor şuradan indirilebilir: Amnesty International, Israel’s Aparteid Against Palestinians Cruel System Of Domination And Crime Against Humanity. Raporun özellikle, Uluslararası Hukukta apartheid kısmına bakmakta fayda vardır,(s. 44-61).

https://www.k24kitap.org/tartisma/apartheid-kavrami-ve-uluslararasi-hukuk-4481?fbclid=IwZXh0bgNhZW0CMTAAAR3JSUBSeN5ORdIGPjXZTcBw-Xj-i-4NwnaxVTlghrGLvZ2QMBH0SKOnAlQ_aem_AVteiPVKBqUimb2_bNbz-rSvqErTTaAnG4yZlca7tPFB0uuBPF-LjBdFjx2ErmonhFjs2QpqaxgaJX7k3LOGvpSM

 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Hoş Geldiniz

Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri’yle ilgili bilgi alış verişi gerçekleştirme merkezinin internet sitesi.
Bu adresten bize ulaşabilirsiniz:

Son gönderiler

Sosyal Medya

Takvim

August 2025
M T W T F S S
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
25262728293031