Dersim Mazgirtli Agop Krikoryan’ın hikayesi

agop-krikoryanin-hikayesiCemal TAŞ- Dersim Sözlü Tarih Proje Raporu kitabını yayınladık. Bu kitap, Dersim üzerine yapılmış sözlü tarih çalışmalarının hem bir devamı hem de yeni ve özgün bir örneği olarak düşünülebilir. Çünkü bir yandan bugüne kadar 38’e dair yapılmış sözlü tarih birikimini önemsemekte ve bu birikimi kendi içine taşımak için bir kanal açmakta ama aynı zamanda onun daha ilerisine geçerek, uluslararası standartlarda bir sözlü tarih çalışması olduğu iddiasını taşımaktadır. Proje bu anlamda Agamben’in ifadesiyle “yüzyılın en belirleyici dersini kayda geçirme” çabasıdır. Projenin bir başka özelliği Dersim’li kurumların doğrudan örgütlediği ilk akademik sözlü tarih çalışması olmasıdır. Bugüne kadar Dersim’li kişi ve kurumların desteklediği çalışmalar elbette olmuştur fakat bu proje bir Dersim Kurumu olarak Avrupa Dersim Dernekleri Federasyonu’nun (FDG) akademik destek alarak doğrudan örgütlediği bir çalışmadır. Aşağıda, bu proje kitabında bana ait görüşmeleri özetleri var.

Tanığa doğuştan verilen ad: Agop

Anıldığı ad: Agop Krikoryan

Nüfustaki adı: Agop Demir

Doğum yeri, yılı: Merxo, 1923

Söyleşi yeri, tarihi: Paris, 13.02.2010

Söyleşiyi yapan: Yaşar Kaya & Dicle Akar

Söyleşi dili, suresi: Türkçe-Kırmancki, 81 dakika

Transkripsiyon: Cemal Taş

1923 yılında Merxo’da dünyaya geldim. O dönem Merxo Mazgirt’e bağlıydı. Şimdi Tunceli Merkez’e bağlı. 1936 yılında Demir soyadını aldım. Bize Kirkogiller derlerdi. Babamın adı Bedros, anamın adı Varta. Dördü oğlan üçü kız yedi kardeştik. Komşularla ilişkilerimiz çok iyiydi, ancak yoksulluk çoktu. Kurban kesilecekti ki et yensin. Bizim arazimiz yoktu, ağaya yarıcılık yapardık. Babam 1915 öncesi Harput’a gitmiş, semercilik yapmış. Semercilik o zaman güzel meslekti, biz semercilikle geçinirdik. Her iş hayvanla görülürdü çünkü.

Bizimkiler zamanla Sorpiyan’a gelirken altı yüz kişiymiş. Yoksulluk varmış, çoğu ölmüş açlıktan. Paşa Haydar çoğunu Erzincan, Erzurum üzerinden Rusya’ya götürüyor. Hükümet Paşa Haydar’ın köyü Merxo’yu üç defa yaktı. Ermenileri bize vermedi diye. Paşa Haydar dağa çıktı, dedi ki: “İsterse yaksın, Ermenilerin hepsi usta, marangoz… Yine yaparlar köyü.” Paşa’nın dört tane oğlu vardı. Hasan Ağa, Fındıq Ağa, Yusuf Ağa, İbrahim Ağa. İbrahim Ağa’nın bir kızı vardı, bir içim suydu. Fındıq Ağa’yı, anasını, karısını bir de o kızını 38’de götürdüler Baleşer Deresi’nde vurdular. Hâlbuki Fındıq Ağa ne silah kullanmıştı, ne de dağa çıkmıştı.

Bizimkiler bize bi şey anlatmadı. Bildiğim Dersim’e kaçan kurtulmuş. Dersim asker, vergi vermezdi o zaman. Bu iş Atatürk zamanına kadar devam etti. Zamanla karakollar kuruldu. Bir jandarma köye at sırtında gelirdi, en güzel kelimesi: “Ulan eşek oğlu eşek, gel bu atımı gezdir” diye başlardı söze. Kimse Türkçe bilmiyordu, yalnız biz Ermeniler biliyorduk.

Otuz beşte Pax Köprüsü’nün oraya bir asayiş karakolu kurdu hükümet. Karakol askerleri davar çobanı kızlara tecavüz etmeye başladı. Halk tutup karakolu yaktı. Asker yığdılar, harbe başladılar. Atatürk ağaları Ankara’ya götürdü:

“Bu iş böyle olmaz dedi. Gelin teslim olun. Size buralarda arazi vereyim. Gidin düşünün bana cevap verin” dedi.

Ağalar Dersim’e döndü, cevap vermediler. 37 oldu, Elazığ’a götürüp idam ettiler, ağaları. Ben o zaman Elazığ’daydım. Gördüm Seyit Rıza ve adamlarını. Bizim Bozo vardı Elazığ’da. Şarapçının tekiydi. Bir şarap parasına ipi o attı boyunlarına. Sonra götürüp Kesrik’in orada kuyuya koyup üzerine beton döktüler. 38’de Atatürk emir verdi: “Pertek Suyu’ndan o yanı kesin” dedi.

Kaynatam gilin kamyonu vardı, kırk beş mejdeye tuttuk, bizim beş hane Ermeni’yi Elazığ’a taşıdı. Bize sebep olan da Yüzbaşı Burhan Bey ile nüfus müdürü: “Yarın asker gelecek bunları yollayalım, ayak altında gitmesinler” dedi… Pertek’e geldik, yolları askerler tutmuş, süngü çatmışlardı. Bereket versin kamyonda yanımıza bir üsteğmen vermişlerdi. “Geçin geçin” dediler, geçtik. Elazığ’da bir hana doldurdular. Orada beton üstünde yattık. Polis karakolu bize:

“Hadi gidin bir ev bulun” dedi.

Gittik yedi-sekiz göz bir ev bulduk. Her bir aile bir gözde kaldı. 38’in kırma zamanıydı. Akşamdan üzüm yemişiz, sabah bahçe içinde olan tuvalete su dökmeye koştum, baktım kapı çalındı. Kardeşim Serkis:

“Abi çok sıkıştım, kapıyı sen aç” dedi.

Açtım, baktım, komiser, polis, bekçi peş peşe dizilmişler:

“Hadi karakola!”

At arabalarına bindirdiler eşyayı geri geri götürürken, polisler yolda bize:

“Size Pertek Suyu’nda hükümet ev yapmış, oraya gönderecekler” dedi.

Yani ki bizi oraya götürüp kesecekler. Karakola vardık ki, mahşer yeri. Sen olsan, ölür müsün, hastalanır mısın korkudan?

Ahhh… Kardeşim ah… Dersim’i kırmışlar, mal davarına el koymuş getirmişler, sattılar… Her bir mal yirmi beş kuruş… Bekledik orda… Emirgeldi: “Kesme yok, sürgün” dediler.

Kesrik’in orada topladılar. Herkesin kafasını sıfıra vurdular. Kaldık orada on beş gün. Yatma yerimiz yok. Yukarıda güneş, aşağıdan toz toprak. Su yok. Hadi bakalım tren istasyonuna.

Bindirdiler karavagona haydi…

Tanığa doğuştan verilen ad: Leyle

Anıldığı ad: Lêyla Çêna Sêyd Rızay

Nüfustaki adı: Leyla Ağlar Doğum yeri, yılı: Ağdat / Ovacık, 1932

Söyleşi yeri, tarihi: İstanbul, 3 Nisan 2010

Söyleşiyi yapan: Cemal Taş

Söyleşi dili, suresi: Kırmancki, 163 dakika Transkripsiyon ve çeviri: Cemal Taş

Ağdad’da dünyaya gözümü açmışım. Yaz ile güz arası bir zamanmış. Khalu aşiretinden şecere sahibi ocakzade bir kadın annemin doğum yaptığını duyunca: “Bese Ana doğum yapmış” diyerek yaptığı kebap ve gömbeyi lokma niyetine pişirip düşmüş bizim evin yoluna. Kendisine demişler ki:

“İyi güzel de, Bese bu üçüncüdür kız doğuruyor, daha erkek doğurmadı.”

Ali İhsan ve Ali Asker benden sonra doğunca ayağım iyi gelmiş diye hayırlı evlat muamelesi görmüşüm. Babamın adı Sêyd Rıza, dedem Seyd İbrahim. Dedem Seyd İbrahim’in kabiri Derê Arey köyünde, askerler tahrip etmiş. Büyük dedemiz Şıxhemed Dede, Horasan’dan gelmiş. İki kardeş, biri Şıx, biri Seyd. Şıx bizim dedemiz, Seyd Khalu kolunun dedesi olur.

37’de Ağdad’dan Laçinu bölgesine gidip saklandık. Babam sabah vakti Usê Keleci ve yeğeni Teslim’i alıp bizden ayrıldı. Şıxhesen abim de 100-200 metre ötedeki kaynak suyunun başına gitti. Kasığında fıtık vardı, yürüyemiyordu. Biz kadınlı çocuklu kafile de yan yana bir dere içindeyiz. Sabah saatleri üç süvarinin Karaoğlan tarafından bize doğru geldiğini Şıxhesen dürbünle görmüş. Keşif için bulunduğumuz alana gelen bu askerler kaynak başına mataralarını doldurmak üzere vardıklarında Şıxhesen tabancayla ateş etti. İki süvari geri döndü, vurulan askerin katırı da süvarilerin peşine düştü. Öğlen sonrası askerler kuşattı bizi. Fişekliklerini çapraz düzmüşler, silahları ellerinde. Memê Beji ağaca çıktı, yüksekten bakmak için. Kadınlar dereden aşağıya doğru yürümeye niyetli. Şıxhesen anneme dedi:

“Analık, bizi bırakıp nereye gidiyorsun? Babam zamanında beni ‘Sen Atatürk’ün ekmeğini yemiş işbirlikçi olmuşsun diye suçladı. Şimdi de ölünce beraber, kalınca beraber.”

Gerisini hatırlamıyorum. Bir elin beni dürtmesiyle kendime geldiğimde, yetişkin erkek ve kadınların cesetleriyle çocukların cesetlerinin birbirinden ayrılıp yerde dizildiğini görmemle bağırdım: “Anne” diye.

Annemin yerde uzanmış cesedine sarılıp silkeledim, ölmüştü. Anıke’nin süngülenmiş bedeninde çocuğun kafası dışarıya çıkmıştı. Nare, Cemila, Teslim’in oğlu Ali Rıza’nın da yaşadığını gördüm. Benim yüzüm gözüm saçma darbeleriyle kan-revandı.

Komutan Qopo Rayber’e:

“Hani Rus bombaları? Neden bizi kandırdın? Ben bu masum çocuklarla bu kadınları neden senin sözünle katledeyim!” demiş.

Oradaki taliplerimiz komutana:

“Bu aile ocakzade bir ailedir. Bunların cesetlerini gömersen cennete gidersin. Açıkta bırakma, bu ormanda her türlü kuş ve yabani hayvan var. Bir Mılle getirt, üzerinde kuran okut” demişler.

Komutan: “Mılle nerede var?” diye sormuş.

“Bargini” demişler.

“Getirtin” diye müsaade vermiş.

Barginili Pir almış kefeni düşmüş bir günlük yola gelmiş. O komutan orada sağ kurtulan kardeşimi Ali İhsan’ı da evlatlık götüren kişidir. Bir daha da göremedik izini Ali İhsan’ın. Babam durduğu noktadan dürbünle bakmış, yanındakilere:

“Bizden biri kurtuldu, acaba Ali İhsan mı, Ali Rıza mı? Çocuk Selvi’nin omuzlarında, odur asker kızım Selvi’nin omuzlarına süngü mü, yumruk mu çalıp çocuğu aldı. Kızımı da herhalde öldürdü” diye dövünmüş.

Evden çıktığımız gün küçük kardeşim Ali İhsan, babama: “Bizi ormana götürme, ormanda yılan çayan var. Evimizde kalalım. Uçaklar gelip bombalarsa rahat bir ölüm olur” demiş.

Babam da: “Oğul bu toprakların yılanı çayanı size dokunmaz, onlara ben kefilim” demiş.

Karanlık basınca da Usê Keleci ve Teslim’le cesetlerin başına varmışlar. Mezarlar kazılı. Anıke’nin cesedini de ağabeyi Qopo Rayber alıp Pıxami köyüne götürmüş. Babam:

“Amcamızın kızı ile oğlum Şıxheseni Qopo neden ayırmış birbirinden?” diye hayıflanmış. Çünkü onlar birbirini çok severlerdi. Anıke hamileydi, doğurdu doğuracak günlerindeydi. Üç gün doğum sancısı çekti, “Karnımdaki çocuk yoluna değil, boğazıma doğru yol alıyor, neden direniyor anlayamıyorum” dedi durdu kadıncağız. Üçüncü gün asker gelince karnındakiyle beraber vurulup öldü.

Hozat’a vardığımızda asker kıyafetli, dizlere çekilmiş çizmeleriyle at kuşanmış biri, bizi almaya çalışıyor. Meğer Qopo Rayber imiş. Kuşatmaya askeri de o getirtmiş. Nare Qopo’yu kıyım yerinde tanımış ben tanıyamadım. Hozat’ta bizim Abasu aşiretinden Sılemanê Qeci’nin evine götürüldük. Adam Hozat’ta dükkân açmış. Eşinin adı da Zekina. Qopo kadına: “Bunlar Laçino Deresi çocukları, bunları içeri alma, alırsan seni askerler cezalandırır. Ayrıca Seyd Rıza’ya yardım ettiğinize dair bilgi var. Sizi bu dereye götürüp kurşuna dizerler” dedi.

Sıleman Qopo’ya döndü:

“Sen bu Oria Xıdıri ile Axuçan’dan bulasın, ne diyeyim” diye beddua etti.

Vank’lı iki kardeşmişler. Zamanında, Weli Çemişgezek’e, Sıleman Hozat’a göçmüş. Qopo’nun ihbarı üzerine karı-koca’yı Hozat’taki dereye götürüp öldürdüler.

Biz üç kız bir çocuk o kıyımdan yetim kaldık. Sürgün hayatından sonra memlekete döndük, ama gün görmedik. Evlatlık götürülen küçük kardeşimin akıbetini de sorma, mahşere kalsın.

Melek TAŞ

Tanığın doğuştan adı: Meleke

Anıldığı ad: Meleka Hemedi

Nüfustaki adı: Melek Taş

Doğum yılı, yeri: 1924, Muskırage / Hozat-Tunceli

Söyleşi yeri, tarihi: İstanbul, 13 Nisan 2010

Söyleşiyi Yapan: Cemal Taş

Söyleşi dili, suresi: Kırmancki, 441 dakika

Transkripsiyon ve çeviri: Cemal Taş

Anne ölsün sana, 38’den iki yıl önceydi, daha on birinde bir kız çocuğuydum. Köyün muhtarı Usê Tawli idi. Bir gün köylülere dedi ki:

“Emir geldi, köylerden okuma yaşında olan kız çocuklarını istiyorlar, götürüp okutacaklar.”

Korktu insanlar, her kafadan bir ses çıktı, bazıları dedi ki:

“Hükümet kızları götürüp kim bilir ne yapacak. Türkler kızlarımızı ya öldürmeye, ya da büyütüp onlarla evlenmeye götürüyorlar.”

Annem korkusundan hemen evlendirdi beni. Hâlbuki daha çocuktum ben, evlilik çağında değildim. Sakak köyündeki Çê Dewrêşi ailesine haber saldılar, dediler:

“Kızımızı gelin olarak kabul edin. Lüzumu yol, yeter ki götürün, evinizde iki yıl bekletin, sonra düğün yapın. Hükümet götürmesin de, razıyız biz.”

Elimi verdiler Dewrêşi ailesine, onlar beni götürdüler Sekak köyüne.

38 geldi, ben Sekak’ta evli genç bir kızım, insanlar kırımdan geçirildi. Kaynanam beni kaptı ormana, mağaraya sığındık. Annem duymuş evlendiğim aileden birçok kişinin öldürüldüğünü. Şine köyüne varıp Zeyna Qiçe adlı akraba kadını da yanına alarak, Deste Müdürünün yanına varıyor. Müdürden seyahat izni alıp beni almaya geliyor. Deste Nahiye Müdürü Feyzi Bey idi. Xeycane Halam aşiretimizin reisi Salman Ağa’nın hanımıydı, dolaysıyla müdürle halamlar tanıştılar, araları da iyiydi.

Annem çıktı geldi, beni bulup doğduğum köy Muskırage’ye baba evine götürdü. Annem geliş yolunda Deste güzergâhındaki Borca mezrasında ikamet eden halam Xeycane’ye de uğramış. Halam anneme demiş ki:

“Medê, Feyzi müdürün hanımı geçenlerde beni uyardı, ‘beni dinle, adamlarını uyar, de ki birkaç günlüğüne köyü terk edin, ormana, dağa sığının. 3. Ordu gelecek, sel gibidir, önüne düşeni silip süpürecek, eline düşmeyen kurtuldu demektir.”

Bu uyarı üzerine köyden çıktık, Derê Goma’yı mekân tuttuk. O köm evlerinin bulunduğu deredeki ormanlıkta konakladık, oradan Bokıre Dağı’na çıktık. Amcam İsmayılê Heseni de Rengule mezrasında kalyordu, o da Rengule ahalisiyle gelip dahil oldu kafilemize. Derê Goma’da amcam babama dedi ki:

“Yahu amcaoğlu, biz şu an muhtemelen askerin izleyeceği yola çıkıyoruz. Erzincan’dan geliyorsa alay, güzergâhı burası değil mi? Gel, geri dönelim. Kemerê Mendıke mıntıkasına gidelim bari.”

Kemerê Mendıke tarafı da Bend denen yerde. Rengule ile Seypertage mezraları arasında kalıyor. Sovge köyüne doğru düşüyor. Amcam İsmail Renguleli köylülerini alıp geri döndü, Kemerê Mendıke’ye doğru yol aldılar. Annem, Usê Bese, Sêy Bali, Ağa Doğan ile kızkardeşi, Hesenê İbrahimi ile oğlu Ali, Zêynê Êyubi, biz bir kafilede kaldık. Annem, Usê Bese ile Sêy Bali’ye:

“Kabul edin ki siz benim babam, ben sizin kızınızım. Gelin beraber Zağge’ye gidelim, ne olur. Güz çıkana kadar o bölgedeki yaban alıçları ve ceviz gibi meyvelerle de olsa beslenir, hayata tutunuruz” dedi.

Zağge köyü de aşiretimiz Qırğu aşireti mensuplarının köyü. Qırğu aşiretinin anaç toprağı orası. Zağge’ye gitmek iyi de, aramızda Munzur Nehri var. Köprü yok, nehrin iki kıyısına gerilmiş ipe takılan halkalara tutunarak geçmek gerekiyormuş. Şerit diyorlar ona. Babam ormanlık bir alanda katırın yükünü yıktı, yularını boynuna dolayıp doğaya saldı katırı. Babam gideceğimiz yere razı olmadı, başka bir kafileye takıldı.

Eyub Ağa’nın çocukları küçük. Baba ölmüş, çocuklar yetim, kimse razı olmadı birlikte gitmelerine. Dediler:

“Çocukları küçük yaştalar, ağlarlar, askerler duyar seslerini.”

Bese yere çöktü, tavuğun civcivlerini kanatları altına aldığı gibi, çocukları entarisinin etekleri altına topladı, geniş uzun poşusunu söküp üzerine örttü, ağlamaya durdu. Khekê Abaşi’nin eşi Fate yetişti, Bese’ye dedi:

“Gel gel… Pilvank evliyalarına inancım o ki, onlar askerin ağzına yem olacak, aksine biz kurtulacağız, gel sen biz birlikte saklanalım.”

Fate, Bese ve çocuklarını alıp geri döndüler, biz Bokıre Dağı’nın yolunu tuttuk. Dağ yolunda kafile bölündükçe bölündü. Bir baktık annem, kuzenim Aziz, ben ve küçük kardeşim Salman yalnız kalmışız. Diğer kardeşlerim Hüseyin, Hasan ile kız kardeşlerim Besê babam ile gitmişler. Ekmek ve katık da bölünmüş, yanımıza alabildiğimiz yiyeceklerin katığı bizde, ekmekler babamlarda kalmış. Hal böyle olunca Zağge yolundan vazgeçtik. Gece epey yol alınca, bir yerde konakladık, geceyi orada sabahladık, mevsim yaz olmasına rağmen gece soğuktan donacaktık neredeyse. Sabah uyandık ki, ne görelim, öyle bir noktada konaklamışız ki kabak gibi açıktayız. Sığ orman olarak bildiğimiz bir yere gittik göya, ama gel gör ki ormanın yaprakları tırtır böceği tarafından resmen çalıçırpıya çevrilmiş. Derman için arasan bir yeşil yaprak bulamazsın dalda, her taraf kupkuru. Çevreyi hemen bir kolaçan ettik, baktık şansımıza yeşil yapraklarıyla az ötede bir lepık ağacı var. Tırtır yemez onun yapraklarını. Vardık yeşil ağacın yanına, altında bir ayı ini var. Ayının daha birkaç dakika önce orayı terk ettiği, inin kapısında buharı tüten dışkısından belli. Kardeşim Selman daha birkaç aylık, göz çapaklanması hastalığına tutulmuş, ağlıyor. Aziz bizi doldurdu ayı inine, kendisi sığmadı. Susamışız geceden bu yana, ağzımız kurumuş. Aziz bir küçük kap aldı, anneme:

“Yenge bu yakınlarda bir yerde bir kaynak var, yerini biliyorum, sen çocuklara göz kulak ol, ben geliyorum bir solukta” dedi.

Aziz yetişkin, cin gibi bir delikanlı. Gitmesiyle dönmesi bir oldu, dudakları morarmış, yüzü sapsarı kesilmiş, titreyerek sokuldu yanımıza, annemin korku dolu bakışlarına:

“Bu kutsal topraklara adadığımız sadakaların yüzüsuyu hürmetine verdiğimiz varmış. Kaynağın üzerinde askerleri gördüm, sigara içiyorlardı, sessizce geri döndüm.”

Biraz sonra her geçen dakika artan bir gürültü koptu. Nal sesleri mi dersin, taşa değen demir sesleri mi dersin, Avdel Musa Taburu geçiyor sanırsın. Nefesimizi tuttuk tutmasına, Salman’ı susturmak ne mümkün. İnsanlarla hayvanların gürültüsünün iç içe karıştığı uğultuyla aramızdaki mesafeyi kestirebiliyoruz. Bir öksürük sesi mesafedeler. Allah’tan onların kopardığı gürültü Salman’ın viyak viyaklarını duymalarına engel oluyor. Aziz, ağacın bayır meyline doğru boy vermiş gövdesine paralel uzandı. Aziz dışarıda, biz indeyiz. Annem, ayı ininin girişine yakın pozisyonda, Aziz ona her bir anı naklediyor: “Katırlar yüklü… Yüklerin peşinde siviller var… Askerler etrafında silahlı… Karınca gibi kaynıyorlar… Khansarige’ye doğru ilerliyorlar!” zaman durdu sanki, dakikalar geçmek bilmedi… Salman’ın zırlaması arttıkça arttı, annem yalvarırcasına dua etti, yerin göğün zirvelerine avuç açtı… Nemli gözlerle:

“Ey yerler, gökler, kutsal mekânlar, bahtınıza düştük bize bir çare” dedi.

Annemin yalvarmaları Ulu Divana ulaşmış olacak ki hafif bir rüzgâr koptu… O rüzgâr annemin dualarını kabul eden gücün mucizesiydi. Gözyaşlarına boğulduk… Ardı arkası kesilmeyen gürültü günbatımına doğru duyulmaz oldu. Günün üzerine gece düştü. Sabah şafağına doğru Aziz gideceğimiz güzergâhı kolaçan etmek o gece yola koyuldu. Köye dönüş yolumuzun riskli etabını kontrol etmiş, döndü geldi:

“Yenge” dedi, “Yayla tuttuğumuz Warê Qerta’da ateş yanıyordu, önce askerler etrafında sandım, ama ay ışığında iyice yaklaştım, baktım askerler yayla evlerini ateşe vermiş, kuru odun gaz dökülmüş gibi cayır cayır yanıyor, tehlike geçti sanırım.”

Üç gün sonra köye döndük… Köye dönmek güzel de, açlık sefalet içindeyiz… Buğday var değirmen yok. Annem getirdi buğdayı, bir güzel sacda kavurdu, komşu kadın Xane el değirmeni dıstar ile öğüttü. Qawut ununu tencerede bulamaç yaptı, geniş bir siniye döküp bir çukur açtı orta yerine, eritilmiş tuzlu yağı boşalttı içine. İnsanlar çöktüler başına. Sulte teyze o arada kapıda göründü, anneme seslendi:

“Medine’m!”

Annemin elleri yağlı, ben kapıya vardım:

“Ne var teyze, annem meşgul, bir şey mi diyecektin?”

“Teyzesi kurban, annen kapıya doğru bir gelsin hele.”

“Anne, Sulte teyze seni kapıda bekliyor” dedim “söyleyeceğini sana diyecekmiş, önemli dedi.”

Annem kapıya çıktı, Sulte teyzenin olağandışı davranışlarından şüphelendim, dışarıya doğru yürüdü iki kadın, peşlerine takıldım. Kulak misafiri oldum, duydum ki:

“O sarkık dudaklı Mêro biliyosun ki Deste’ye gitmişti. Odur dönmüş köye, diyor ki; ‘Müdür Feyzi bana, gâvurlar kaçmış, size doğru gelmişler, sen onları yakalayıp getirirsen sana şu kadar rüşvet verecem!’ dedi. Sılo’nun başını seversen, nerede saklanıyorlarsa, onlara de ki kaçın!”

Annem acele evin mutfak bölümüne yöneldi, bir top tuzlu yağ çıkardı, elinde elips şeklinde yuvarladı, bir miktar qawute ununun içine indirip çıkının içine bağladı. Evden çıkıp keçi ağılının kapısına vardı. Annemi takip ettim, baktım Mırre ile Mama keçi ağılımızın içindeler. Annem seslendi, kapıya geldiler, bir endişeye kapıldıkları gözlerinden okunuyordu. Mama Mırre’nin yetişkin kızı. Mırre de Mam Xatun’un kardeşi Avedik’in eşi.

Onların ailesinden Vartige’nin oğulları Sêrk ile Avanos, Avanos’un eşini Derê Çayıre’de[1] kırmışlar. Gelini Kırmanciye giysilerini giyerdi, bakmaya kıyamazdın. Şine Hermenileri Şine köyünün soylularından Satoğlu ailesinden daha yakışıklı ve güzellerdi diyebilirim. Abedik ile Marxatune’yi de öldürmüşler orada. Yedi kişiyi bağlayıp götürüyorlar, sonradan kızkardeşim Bese ile evlenen Sêdyê Lıli o dönem askerlere kılavuzluk yapardı, o bize anlattı. Şine köyünden bizim köye doğru yürütüyorlar, Kulige tepesini devirip, Dêwrend’de Viyaleke denen yere vardıklarında, söğütlerin altındaki derede süngülüyorlar. Bılq çeşmesi deriz oraya.

Annem Mırre ile Mam Xatun’a:

“Yaklaşın, bir şey diyeceğim” dedi.

Kadın yaklaştı, giydiği fistanın üzerine peştamal bağlamıştı. Annem:

“Peştamalini aç, bu qawut unu ile yağı sana vereyim. Alın, buradan uzaklaşın. Komşularımızdan Mêr budur yeni nahiyeden geldi, Feyzi Müdür ‘onları yakalayın bana getirin’ diye talimat vermiş.Gidin buradan” dedi.

Kim olsa da korkar değil mi? Bir serçe gibi tir tir titrediler:

“Mede bacı, yol yolak bilmeyiz, yabancısıyız buraların, nereye doğru gitsek dersin?” dedi Mam Xatun.

Annemle köyün dışına kadar eşlik ettik onlara. Goza Moraba çeşmesine vardık. Annem yolu tarif etti:

“İşte buradan gidin, şu zirveye vardığınızda, Derê Arey mezrasını göreceksiniz. O mezranın sırtındaki ormandan yukarı tırmanın, Zımê Qinti ormanına varırsınız” dedi.

Gidip kurtuldular. Vank Keşişi’nin oğlu da kurtuldu. Onu da gördüm. Askerler onu yakalayıp gerisin geri köyü Vank’e götürdüler ki Kilise’de altınların yerini söylesin. Ermenilerin hazinesi orada saklı derlerdi. Adamı oraya götürüyorlar, adam askerlere diyor ki:

“Tılısımı var. Beceremiyorum.”

Çıkaramadılar.

Şine Ermenileri toplam otuz kişi vardı. Garê Pasali derlerdi, o da Tastage’de kalırdı, katırlara palan diker, kalaycılık yapardı.

Ana kız gidiyorlar, yakalanıyorlar, sürgün ediliyorlar. Yedi yıl sonra onlardan geri dönenler oldu, ancak anne-kızın akıbetini bilmiyorum. İki yetişkin erkek geri döndü. O adamlar hem ustaydı, hem marangozdu, hem zanaatkârdı, her iş ellerinden gelirdi… Biri davul, diğeri zurna çalardı. Dönüş yılları sonrası bizim köye geldiler. Rızaların değirmenini tamir ettiler, değirmen taşı için Merabe Sırtı’ndan taş çıkarıp işlediler, değirmeni döndürdüler.

Tanığın doğuştan adı: Usen Anıldığı ad: Usenê Borê Sereni Nüfustaki adı: Hüseyin GülDoğum yeri, yılı: Bor, 1928 Söyleşi yeri, tarihi: Tunceli, 21.04.2010

Söyleşiyi Yapan: Cemal Taş Söyleşi dili, suresi: Kırmancki, 98 dakika Transkripsiyon ve çeviri: Cemal Taş

Bor köyünde dünyaya gelmişim. Babamın adı Hıdır, benim adım da Usen. Bizim kabileye Khalê Soyigiller diyorlar. Demenu aşiretindeniz. Annem, ben çocukken ölmüş. Yaşımı bilmiyorum ama ’38 yılında, 10-12 yaşlarında olduğumu hatırlıyorum.

Bor’da ekin sınırlı, ekmek kıt, insanlar çok, geçim derdi varmış. Babam idaresine çare bulamayınca, oradan Paxê Suru’ya göç ettik. Paxê Suru’da bir-iki yıl kaldık, oradan taşınıp Khuresu köyü Howare’ye yerleştik. Howare’de iki-üç yıl kaldık, tabii ben çocuktum ama hatırlıyorum… Oradan da Hopıke’ye göç ettik. Orada güz geldi babam öldü, ben yetim kaldım. Hopıka Sılemanu’da bir halam vardı, onun yanına gittim. O da dul bir kadındı, bir oğlu vardı yanında. Orada dilencilik yaptım. İki baş sığırımız vardı, niye inkâr edem. Şimdi kendimi meth etsem (övünsem) o dünyada yel-aleme karşı yüzüm karadır. Ee.. Hakka düşman oluyor ele degil? Yalan söyleyen Hakkın düşmanıdır.

“38’de asker operasyon için gittiği dağdan indi. Biz kendimizce dedik, asker çekildi, biz kurtulduk. İki üç gün geçmedi daha büyük bir kalabalıkla döndüler. Askerler Hopıke’ye geldiler, muhtar dedi, bize: “Aramızda Demenu ve Hayderu aşiretine mesup olanları askerler kendilerine teslim etmemizi istiyorlar.” Bizi meydana toplayıp beklemeye aldılar. O arada askerler Qawune ve Textxel köylerine bir yıl önce yerleştirilen Demenu aşiretine mensup aileleri de toplamaya gittiler. Hopıke muhtarı yanındakilerle bizi sığınmacı bulunduğumuz evlerden toplayıp askerlere teslim etti. Sağdan soldan getirilenlerle bizi bir araya getirdiler. 35-40 kişi kadar kadın, çocuk, birkaçı yetişkin erkek… Rayver Sey Sılêman, Rayver İmam Wuşe de bizim kafile içindeydiler. Henüz Hopıke’deyken, Rayver Sey Sılêman’ın elini kolunu sıkı sıkıya bağladılar. Lêa Rayveri denen ağacın yanında silahların cayırtısı koptu. Dönüp baktık ki, Hovare ile Hopıke arasında bulunan o yerde askerler, Hovare’den toplayıp getirdiklerini yaylım ateşine tuttular. Bir anneyi iki oğlu, iki kızıyla birlikte oracıkta öldürdüler. Bizi bir yere oturttular, halam ağladı, bana ve oğluna bizim yerel dil ile “yanıma gelin” dedi. Ciger tabii ya… Onun ne demek istediğini anlamayan askerin biri arkadan halama doğru hamle yaptı, hışımla iki omuz arasına süngüyü sapladı. Ben on yaşındayım yani her bir şeyi idrak ediyorum. Halam arkadan süngü darbesi yiyince suratı morardı, yüzükoyun yere serildi.

Oradan bayır aşağı sürmeye devam ettiler bizi. Textxeli’de Kuresulu birinin evinde bir Demenulu kalıyordu, hem elinde, hem de bacağında yılancık yaraları taşıyordu, onu da getirip bizim kafileye kattılar. Bizi Sogayıge’ye doğru sürüp dereden karşı kıyıya geçirdiler. Gün ışığı kalkmak üzere, Taxtxeli Deresi’ne indirdiler bizi. Dere kıyısında mazı ağaçları vardı. Orada arkamızda ağır makinelileri kurdular, ateş emri verdiklerinde, yaşlılarımız salavat getirdi, o an kıyamet koptu artık, sana ne diyem. Ateş ettikleri zaman aynen değirmen taşı gibi döndürüldük, hani bir kalburla un elersin ya, işte öyle patır patır döküldü insanlar. Artık hesap etmedim kaç kere şerit değiştirdiler, kaç namludan ateş ettiler. Doldurup doldurup üzerimize boşalttılar. Zaman sonra kendime geldim ki, yere uzanmışım, uzun beyaz gömleğim kandan simsiyah kesmiş. Üzerimdeki kan kurumuş, ben bilmiyorum ki, arkamda asker duruyor. Demek içi elvermiyor beni öldürmeye. Askerin varlığını fark edince sırt üstü yine yere uzandım. Korkudan kaskatı kesildim. İster inanın, ister inanmayın. Hakikatini konuşuyorum, olmuş, bitmiş… Öyle kaskatı beklerken baktım ki, askerin biri süngüyü taktı, kolumdaki ipi kesti. A böyle ayağımdan tutup taşın çakılın üzerinden beni sürükledi. Sudan on metre kadar uzaktayız. Askerin biri daha kavuştu, beni başımdan tuttu, öteki de iki ayağımı kavradı, beni havada bir iki sallayıp yardan aşağı attılar. Yar dediğim, kavak boyundan yüksek bir kayalıktı. Irmağın kıyısına bir düşüş düştüm ki, ne dünyaya geleydim, ne de o günü göreydim. Üzerime düşen o leşlerin altında öleydim keşki, leşlerin altında kalakalaydım… Askerlerin geri çekildiği boşlukta, kendimi aha böyle suyun altına çektim. Korku belası işte, akıl başka türlü çalışıyor o dar saatte, düşündüm ki, asker yarın dibinde de sağ kaldığımı görürse, yukarıdan bana tüfek sıkar, üzerime taş, kaya atar. Bu sol elimi ağzımın üzerine kapattım, kendimi suya yuvarladım. Suyun dibinde hani bir tavuğun, horozun başını vurursun, daha can çekişmeden çırpınır ya, ben de öyle suda çırpındım. Suyun içinde aha böyle elim ağzımın üstünde, ha böyle “huuu, huuu, huuu” ediyorum, ayaklarımı basacak bir yer arıyorum, ne ayak basabiliyorum ne suyun üstüne çıkabiliyorum. O kadar ki çırpınıyorum.

Bir zaman su beni götürdü, böyle bir taşa ayağım takıldı, değirmen taşı gibi yusyuvarlak… Ayağımı sıkıca taşa yapıştırdım. Arkam Tunceli, önüm Pax Köprüsü’ne doğru öylece durdum. Suya zorum yetmiyor, su öyle bir çarpıyor ki, böyle tepeden tırnağa titriyorum. Baktım ki bir ceset geliyor suda. Meğer halamın oğlu… Böyle yanımdan geçtiğinde, ben bilmiyorum ki kurşun bu elime değmiş, taşın üzerinde beklerken sol elimden yaralı olduğumu fark ettim. Diğer elimi uzattım, halamın oğlunun elinden tutmak için… Ha baktım ki o da benim elimi tuttu. O zaman anladım ki sağ… Elimi tutunca ayağımı taştan kurtardım… Su bazen bu çeneme, bazen bu göğsüme geliyor… Ne zaman kıyıya ayak basmaya niyetlensem, makinelinin takırtısı geliyor! O takırtılardan korkup suya dönüyorum. Çocuk aklı işte, duymamış, görmüş yaşamış ondan korkuyor işte. Meğerki daha yukarılarda o otomatik tüfek sesi başka Demenulu taramak içinmiş, ama ben öyle zannediyorum bize ateş ediyorlar: “Gırrr, gırr, gırr”… Otomotık sıkıyorlar, elinden tuttuğum çocuğu bir kıyıya çektim nihayet. Çocuk kendisini suya çekti. Peşi sıra suya dalıp yeniden onu kıyıya çektim. Baktım ki yeniden suya doğru sürünüyor. Bıraktım… Daha peşinden gitmedim yani… Sonra dayanamadım yine gidip suda yakaladım onu. Üçüncü defa suyun altında kolundan tutup kumun üzerine çekince, ben öyle zannettim ki, yukarıdan gök üzerime çöktü! Hem kan tutmuş beni, hem de ölüm korkusundan demek ki, ikimiz de mum gibi söndük. Bir daha kendime geldiğimde üzerine yıkıldığımız kumun sıcaklığını hissettim. Yani ki, gün ışığının sıcaklığına uyanmışım. Dinle! Irmağın kumu ısınmış, ertesi gün olmuş, güneş yükselmiş, ben kendime gelmişim. Baktım ki iki Khuresulu geliyor… Biz onların köylerinde yaşıyorduk, onlar bizi tanıyor, biz onları. Kimsesiziz, anasız, babasızız. Onlar gelip yaralarımıza baktı, halamın oğlu için biri dedi:

“Buna değen kurşun, değdiği yeri çok yaman dağlamış, bunun iflahı yok, bu can verir.”

Alnından vurulmuştu, aha böyle bir çukur açılmıştı. Üç tane sağ göğsüne değmiş, sırtında pencere açmıştı. Böyle kendisini çevirip ağır makineliye bakmış ya, kurşunlar sağ yanından değmiş arka sol yanından çıkmıştı. Benim de, bir kurşun üst dudağımdan değmiş dudağımı yırtarak çenemden çıkmıştı, üstten çenemden üç süt dişlerimi de dökmüştü. Kurşunun biri ayağıma, iki tane kalçama değmiş, etimde yol almış ama kemiğime ulaşmamış. Üç gün üç gece karayılanlar, karıncaların önünden ben o çocukla sazlıkta, bükte bir o yana bir bu yana dönüp durdum. Üç gün üç gece söğütlüğe, kavaklığa vurdum, meşelikte “gezu” [2] toplayıp getirdim ki, açlıktan ölmeyelim. Her şey başıma geldi, her şeyi unuttum ama canımıza musallat olan o karıncaların zulmü aklımdan gitmiyor. Hani bir leşten paylanmaya kurtçuklar, böcekler, sinekler yarışır ya, öyle kımıl kımıl bir afet kaynıyor üzerimizde. Yerimde duramıyorum, canımın acısıyla dolaşıyorum, yiyecek bir şey de bulamıyorum. Gidip ağzımı ırmağın suyuna dayıyorum, bir yudum su gidip kursağıma ulaştığında ben öyle hissediyorum ki göğsümde ateş yakmışlar. Dördüncü gün baktım ki artık can vermek üzere, kendisine bir iki kez dedim: “Gel, gidelim halangile.”

İstiyorum ki, onu halasının yanına götüreyim ama gözlerini açmıyor. Bir iki adım suya atıyorum, geri dönüp çocuğun başına gidiyorum, başını kaldırmıyor. Birkaç kez karşıya geçmek için suya girdim, her defasında geri döndüm, son kez dönüp geriye baktığımda gördüm ki artık başını topraktan kaldırmıyor. Bırakıp Taxtxel köyüne gittim, Aliê Seyitaligiller rehberlerimiz oluyordu. Onların evine gittim. Aliyê Seyitali’nin karısı Ana, ateşte bulamaç pişirdi, beni sırt üstü yatırıp yağlı bulamacı kaşık kaşık ağzımın boşluğuna verdi. Bana bulamacı yedirdikten sonra, dedi:

“Haydi kalk, yoluna git!”

Ben kalkıp Piku’ya gittim, oradan Ova Çole’ye, oradan Heniyê Ğerji’ye dönüp dolaştım. Ortalıkta büyümüştüm, her tarafı tanıyordum. Kıyıda köşede salatalık yeyip artığını atmışlar, kavun karpuz yemiş kabuğu bırakmışlar, ortalıkta ne buluyorduysam onu yiyordum. Heniyê Ğerji’de suyumu içip Hovare’ye gittim.

Oradan yola düşüp Qeredere’ye gittim. Niye ki? Benim öteki halam orada, ama ölü mü sağ mı bilmiyorum. Halam, Mursaê Aliê Qoji’nin evinde kalıyordu, kendisine “Besa Paşi” diyorlardı. Öyle bir kadın Dersim’de yoktu. Allah’a konuşuyorum! Halamın gözü bana değdiğinde çığlığı bastı: “Pheppo, khekko!” dedi ve boylu boyunca yere devrildi.

Onun bağırtısına Hesen geri geldi, yanı sıra Wusê Xane’nin kızı da koşup geldi. Bana sordular:

“Nedir? Ne olmuş?”

Ben cevap veremiyorum, onlar ısrarla soruyorlar:

“Ne oldu? Sana ne olmuş böyle?”

Yaram kurumuş, konuşmaya ağzımı açamıyorum. Tepemde uçuşan sinekler benden daha fazla ses çıkarıyorlar! Bana biraz su verdiler, ağzımı aralayıp dedim: “Kurşun değdi bana!”

Tabii halam kendisine geldi. Bana darı unuyla yağlı bulamaç pişirdi. Evde ne arpa var, ne buğday, darı unuyla bulamaç pişiriyorlar. Halam üzerimdeki elbiseyi soydu, başındaki yazmayı çıkarıp üzerime örttü. Yazma bütün bedenimi sarınca sineklerin saldırısından bir an kurtuldum. Halam hazırladığı bulamacı bir dilim karpuzla yanıma indirdi. Elbiselerimi götürüp çeşmenin kurnasında yıkadı. Güneşte kurutup getirip bana giydirirken dedi:

“Kocamla oğlum ormana kaçtılar, sen de git evden uzakta yolun kıyısında bir yerde otur.”

Köyden çıkıp yol kıyısında bir yere uzanıp yattım.

Tanığa doğuştan verilen ad: Sıleman Anıldığı ad/lakabı: Sılo Qılç

Nüfustaki adı: Süleyman Kırmızıtaş Doğum yılı, yeri: 1934, Vılêkaso / Dersim Merkez

Söyleşi yeri, tarihi: Dersim 1937-38 Sözlü Tarih
Proje Bürosu, 22.09.2010
Söyleşiyi yapan: Cemal Taş

Söyleşi dili, suresi: Türkçe, 154 dakika Transkripsiyon: Cemal Taş

Adım, Süleyman Kırmızıtaş. Doğduğumda Süleyman. Köyde Sıleman diye çağrıyorlar. Köyümüz Vılêkaso, adını 1960’ta değiştirdiler, Türkçe Erdoğdu oldu. Bizim Kırmanci, Dımıli diliyle; Vıle, boyun, Kas, yamaç. Hakkaten tabiatını incelerseniz, böyle bir yokuş çıkıyor, tekrar düzeliyor, yine yamaca dayanıyor. Oradan almış olmalı adını. Mezra eskiden Muhsin kaleymiş. Devlet kayıtlarından öğrendim sonradan. 38’de asker Demenu yakasından bizim köye kurşun yağdırdı, sonradan biz kaçtık. Orayı tutmuş asayiş karakolu yapmışlardı. O asayiş karakolunun ismi Muhsin Kale Karakol Komutanlığıydı. Daha içeride, bir buçuk kilometre içeride bizim bir mezramız daha var, biz Dersimcede ona Musik diyoruz. Demek ki bu isim oralardan bozuşarak gelmiş. Kale yeridir. Bu Pülümür’den gelen Harçik suyundan aşağı yukarı bin metre yüksekliktedir. Kutudere’ye varmadan karşı tarafta. Dedemiz Sosiye Dewrêşi gelip oraya yerleştikten sonra ismi Khela Dewrêşi veya Vırozê Dewrêşi diye söylerlerdi, halk arasında. Dewrêş’in Kalesi, manasında. Musik Kırmancki dili değil, zanediyorum o bizim yöredeki Ermeni bazı köylerin adı.

Askerler geldi dört hane birbirine bitişik evler vardı, onların mevcut kapılarının hepsini kapattılar. Kendilerine göre bir irtibat hendegi açtılar. Tarlabaşından epeyce yürüdükten sonra hendege geçiliyor oraya. Tek katlı, iki katlı evler. Hepsini içeriden birbirine iç kapılar açarak bağlamışlar. Bazen biz o köyden kaçıp içeri mezralara Göbe, Vılêkasanagittik, ordan ineklerimiz en çok mozaya (kaçış) geldiği zaman koşarak o bölgeye geldiği zaman, çocuktum arkasından gelirdim, bakıyordum santraldeki asker: “Burası Kalan kazası, Pah Nahiyesi, Gömemiş Köyü, Muhsin Kale Karakol Komutanlığı, buyurun komutanım” der, tekmil böyle verirdi. Ben de çocuklukta aynen kapmışım. O Muhsin Kale’yi oradan öğrendim.

Ben Khuresu aşiretinin Kutan ezbetindenim. İleri gelenimiz Dinarlı Hasan Efendi idi. Türüşmek tarafından. Ezbetin önde gelenlerini 1938’de öldürdüler. Hesê Mışti olsun Dinarlı Hasan Efendi olsun, devlete karşı hiçbir olumsuz hareketlerini ben duymadım. Varlıklıydılar efendim, 38 gelince o fırsattan istifade devlet götürdü öldürdü, varlıklarına da el koydu, karakol komutanları, nahiye müdürleri.

Adamlar davet ederken “Yükte hafif, pahada ağır neyiniz varsa, alın gelin sizi sürgün edeceğiz” diye getirtiyorlardı. E yükte hafif, pahada ağır altın oluyor, gümüş oluyor. Yatak sırtlayacak değil adam. Onlar alıp önlerine koyup götürüyorlardı efendim. Bir derede kırıyorlar, mallarına da el koyuyorlar. Dersim’de ne kadar varlıklı insan varsa, hepsinin akıbeti öyle olmuştur. Mesela bu Dersim’in bir hayli ikili oynayan Seyid Rıza’nın akrabası Rayber Qop’a yine aynı şeyleri yapmışlardır. O onlara çalışmıştır, onlara ajanlık yapmıştır, Seyid Rıza’yı müşkül duruma sokmuştur. Alişer ve karısını bizzat Zeynel Top’a vurduran odur efendim. Ama devlet işini bitirdikten sonra nahiye müdürü haber salmış: “Hadi işiniz bitti efendim, gözün aydın pahada ağır, yükte hafif neyin varsa al gel efendim Deşt karakoluna, Sin nahiyesine.” Efendim, almış gelmiş. Çadırın içinde süngülüyorlar, o bağırırken oğlu kaçmaya çalışıyor. Oğlu hemen atına atlıyor, kurtulmak için, at tökezliyor düşüyor üzerinden; öldürüyorlar onları ve neyi varsa aldı gittiler. Dersim’deki varlıklı insanların o varlıklarına el koymak için nahiye müdürü, karakol komutanının yaptığı yediden yetmişe yalanlarla, dalaverelerle kendi tuttukları ajanlarla kötüleyerek, ortadan kaldırmak ve o varlıklarına el koymaktı. Bütün planları yerini buldu. Burdan Ankara’ya, İstanbul’a kadar adamlar isteseydiler Dersimliler’den topladıkları altınlarla demiryolu yaparlardı. Efendim malları bölüşüyorlardı. Alttan üste kadar hepsinin birbirinden zincirleme haberleri vardı.

Halk arasında bazen hikâye ediliyor, “Ya işte bu Dersim’den kurtulan, Feyzi Çakmak sayesinde kurtuldu.” Allahın davası olsun. Bunların vebalini taşıyan Feyzi Çakmak efendim, genelkurmay başkanı ve mareşaldir. Türkiye’nin bütün askeri toplatılıyor, Dersim’e gönderiliyor. Kanunu da çıkmış, asker o şekilde eğitilmiş. Broşürler eline verilmiş, nasıl öldürülecek, nasıl çok mermi gitmeden, çok masraflar gitmeden nasıl ateş yapılır, hepsinin talimatı verilir efendim. Bana anlatılan kadarıyla dört taraftan asker Dersim’i yakarken, yıkarken, kırarken, Feyzi Çakmak Fransa’ya gezmeye gidiyor. Yine el altından bana yaşlıların anlattığına göre Ali Fuat Cebesoy hatta İsmet Paşa, “Ya” diyorlar “gidin bu cehennemliğe bir şey söyleyin, peki bu askerin başıdır, hepsini Dersim’e gönderdi, orda dünya kadar memelet, katil var efendim. Bu gitmiş orda keyfine bakıyor.” Ordan dönüp geliyor. Süvarileri Hozat, Ovacık Mameki, Pülümür’e gönderiyorlar efendim. O zaman biz elimiz kolumuz bağlıydık efendim, silahları o zaman bilmiyorduk makineli tüfeklerin ne olduğunu.

Köy çocuğuyuz, biz o çocuk yaşta iş yapardık. Mesela ben o gün abimle beraber davara gitmiştim. Köyde o zamanın usulüne göre, kaç hane varsa her gün bir ev davar nöbetine gider. O gün nöbet bizim, davara gitmiştik. Yazdı, haziran mı temmuz mu, ama yazın sıcağıydı, davarı muhakkak bir gölgede yatırırdık. Bizim o mezranın o kırmızı tepesinin arkasında üç tane ulu ağaç var, onlara da ziyaret diyoruz, onların gölgesinde davarı yatırdık. Kadınlar sitillerini alır gider, davarını sağarlardı. Ondan sonra tekrar yine yabana götürürdük. Davar sabah gider öğle gelir efendim, bir saat dinlendikten sonra sağıldıktan sonra gider akşam gelir. Efendim böyle bir yaz günü götürdük davarı oranın altına yatırdık. Biz ekmeğimizle falan meşgulken İkinci Dünya Savaşı, ekmekler de kıt…Yiyecek içecek meşgulken kadınlar da sitillerini aldılar o davarın yattığı gölgeye doğru gittiler, hep birlikte sağacaklar. Birden bire bir kurşun yağmuru başladı, kurşun yağmuru başladı… Birisi kalktı efendim, o arkaya doğru koştu ki kurşunlar davara diyor, davar meliyor, bağırıyor… me… mee diyo bağırıyor devriliyor efendim, biz koşarken köyde yalnız iki yetişkin insan, dayım Ali Yıldırım vardı. Koştuk bir baktık ki asker karşımızda, aramızda şu Pülümür Harçik suyu geçiyor. Karşı tarafa Demenu aşireti mıntıkası diyorlar efendim, Xozmerek, Uzuntarla, asker oraları karınca gibi sarmış ama, silahların ucunu da Kırmızıkale’ye, bizi hedefe çevirmişler “gır gır” ötüyor silahları.

Dayım arkamızdan geldi, bağırdı çağırdı, “Nereye gidiyorsunuz ulan!” dedi. “Mermi size isabet eder, baksanıza keçilere isabet ediyorlar, devriliyorlar bir şeyler alın elinize güneye doğru kaçın!” dedi. Biz çocuk olarak gücümüz yettiğince elimize geçen ne varsa, efendim işte kimi un dolu sitil, efendim bilmem yoğurt sitili kimine herkesin gücüne göre kaçtık, o mezralara gittik. Birkaç gün öyle geçti mezralarda. Abim sıtmaya yakalanmıştı. Beni o gün geri çevirdiler; geldim köyde o ağacın altında bir kilim atmışlar yere onun üzerinde yatıyor ben de onun yanında kaldım efendim, ne uyumuşuk ne uyumamışık bilmiyorum sabah oldu, o cendere içinde sabahleyin üzerimizden uçaklar uçmaya başladı. O uçaklar Kis tepesi dediğimiz doğudaki bir mezramızın tepeye beyaz bazı şeyler attılar, ben kalktım, koştum gittim birini aldım, baktım ki üzerinde bir yılan resmi yapılmış. Bir hançer saplanmış yılana, yani o günkü şeye göre hoşuma gitti. Yani öyle katladım aldım getirdim, a sonra düşünüyorum demek ki o yılan biz Dersimliler, saplanan da devlet efendim. Ertesi gün tabii geldiler abimi de aldılar, o kaçma içinde fırsat bulmadılar can telaşına düştüler, ertesi gün onu da aldılar gittik Göm mezrasına birkaç gün geçti bu Orhan Tepe denilen yine köyün güneydoğusunda bir tepede karargâh kurmuşlar çayın ağzında kim eline geçiyorsa öldürüyorlar. Orda dürbünlerle köyün muhtarları bakıyor, anlatıyor bize efendim, Kutu Dere, Zel Dağı’nın etekleri, Uzuntarla efendim Pagaali, Harçik, Marçik yani buralar bizden o tepelerde gözüken havzalar…Çay havzalarında görüyoruz eline geçenleri kırıyorlar, öldürüyorlar yani. Kurşun yağmurunda biz birkaç gün orda kaldık. Oranın erkekleri saklanırlardı orak zamanıydı, harman zamanıydı…Erkekler saklanıyorlardı nöbetçiler koyuyorlardı efendim. Bir yerde tehlike, asker görülünce “huyluyorlardı”, kurt sesi veriyorlardı. İnsanlar işi bırakıp hemen mağaralara, orman içlerine saklanmaya gidiyorlardı.

Parola, bir parola, hani davarın önüne gidiliyor orda kurt geldiği zaman huylanıyor ya, o parolayı artık birbirine haber anlamında kullanıyorlardı. Beni de beraber götürüyorlardı o zaman. Zannediyorum babamla yetişkin abimi de Kutu Dere karakolu yapılıyor, karakol komutanlığı götürmüş orda çalıştırılıyorlar, çünkü onları hiç hatırlayamıyorum. Arada epey çay var, epey yol var… Efendim köyün muhtarı ve köy muhtarının yeğeni Ali Aydınlar saklanmaya gidiyor, böyle geceleri işini bitiriyorlar. Geceleri saklanmaya gidiyorlar efendim, erkek çocukları da beraber götürüyorlar birkaç gün beni beraber götürdüler ama diyorum ya açlık, tahin bir parça ekmek veriyorlar karnımızı doyuruyor. Dut yeme suretiyle karnımızı doyuruyoruz. Güzel bir bahçeleri var, çıkmışız üzerine bu sıralar akşama doğru efendim, dut yiyorum ama nasıl böcekmiş, efendim çamurmuş, çırpıymış şöyle alttan tarıyorum avucum doluyor, dolduruyorum ağzıma…Onlar yavaş, yavaş toplandılar mezra halkı bahçenin altında biraz konuştular sonra kalktılar, çıktılar saklanmaya gittiler efendim,

Ali Aydın dedi ki: “Yahu o dayım Ahmet’in oğlu nerde kaldı, onu da beraber götürelim.” Kekil Ateş dedi: “Ulan bırak onu, ben diyeceğimi dedim, ağlıyor bağırıyor, çağırıyor, bizi ele veriyor, gelip hepimizi kırarlar, bırak gidek, iyi ki yok.” Ben de dutun üzerindeyim, dinliyorum bunların hepsini. Çocuğum yani en çok beş-altı yaşındayım, ama köy çocuğuyum, çelik gibi efendim, meşeden meşeye kömeden kömeye sıçrardık, keklik yavrusu gibi, davara giderdik, gıdiğe giderdik, size anlattığım tarihlerde öyle bırakıp gittiler. O gece evde kaldık, sabahleyin güneş doğdu, biraz yükseldi, Orhan Tepe dediğim karargâhtan bir boru sesi, uzun “uuuuuuuuuu” bir boru sesi, asker köye daldı, daldı evde kimi buluyorsa iple… Bizde kırkta çocuk bellemek (sarmak) için kırk ipi beliyolar ya, onunla, örkenle, sicimle, tel parçasıyla efendim, böyle birbirine bağlıyorlar. Kimi buluyorlarsa efendim, Bonê Hesê Mewali diyorlar, bizden yukarıda Şixorek mevkinde bir düzlük, çukur var oraya sevk ediyorlar. Pah sırtının bu yüzündeki Alan aşiretinden topladıklarını oraya doldurmuşlar. Ben, annem, ablam Şeriban evdeydik, bizi de bağladılar götürdüler efendim. Asker elinde silah ucunda süngü onu bağlıyorlar, alıyorlar ona teslim ediyorlar, öyle tüfeğiyle dürtüp götürüp ona bırakıyor, öteki ekip alıyor. O şekilde topluyorlar, topladılar bıraktılar oraya geçerken baktım Dap Tepesi’nin başında makineler kuruluyor uğraşılıyor…En sonunda Aloqaymakam diye biri vardı. Köylü lakap takmış. Çağırıyor bir vatandaşın evine gitti o da harman savuruyor. Biraz aşağıda herkes tarlası başında iki yüz metre aşağıda gözüküyor. Biri çıkıp oraya gitti çıkınca adam bağırmaya başladı. Bu yukarıya toplanan kafilenin önünde bir subay var; yakışıklı efendim, kilot pantolonları çekmiş, çizme elinde bir şey var kamçı mıdır çubuk mudur, bilemiyorum şimdi kestiremiyorum onu işte çizmesine vuruyor, dizine vuruyor…O milletin önünde başa gidip geliyor, başa gidip ama başını kaldırıp kimsenin yüzüne bakamıyor, kıpkırmızı kesilmiş bıçak saplasanız kan damlamaz, belli ki adam huzursuz, belli ki vicdan azabı çekiyor. Gittiler o Aloqaymakama, Aloqaymakam başladı bağırmaya, Dersimce: “Heqoooooo senin gözün kör olsun” onlar bu milleti niye kırıyorlar. Bizim günahımız nedir, efendim, ses yukarıya gelince komutan düdük çaldı, dedi ki, “bu adam niye bağırıyor.”

Dediler ki: “Allaha isyan ediyor, diyor ki böyle bir kurbanı var, müsaade edin onu kesiyim, öyle götürün.” “Bırakın kessin” dedi. O kurbanlık koçu çekti harmana. Bıçağını çekti bıçağını kurbanın üzerine kattı, kan o sap olan ekin yığının altına akmaya başladı efendim. Elini açtı göğe Dersimce: “Allahın davası olsun, senin nasıl adaletin var, niye bunlar bizi kırıyorlar, bizim kusurumuz neydi?” gibi laflarla… Kattılar adamı önüne, onlar gelir gelmez efendim, meğer adam söylemiş demiş ki: “Heqo Heqo, to kor bê, ma benê bilesevev qırrkenê, nıka kes nêmano na qırban boro. Medağê too. Qutıki borê” böyle demiş.

Tanrıya isyan ediyor, kattılar önüne karısı, kızı Hanife, kendisi büyük bir oğlu vardı demek o da saklanmaya gitmiş, onu da aldı getirdiler o Şuqulek çukuruna. O arada iki tane subay çıktı. Bugünkü gibi hatırlıyorum, o gemi takmışlar atlara, atlar köpüğe boğulmuş, onlar da zan ediyorsun sabunla sıvamışlar atları, bir tek gözü gözüküyor…Artık atları bir ileri efendim, hemen elinde bir kâğıt subaya uzattı. Subay aldı baktı yüzüne renk bez geldi, o toplanan sivil kafilenin önüne gitti, o yaşlı adamın önüne; “Amca” dedi “sen demin bağırıyordun” dedi “ne diyordun, ne demek istiyordun?”

Adamın kaba bir sesi vardı, pervasızdı, zaten tabiatı öyleydi, öyle konuşuyordu. Yine tınlamaya başladı: “Yahu” dedi “bu devlet bizi götürdü” dedi “bir gün benle bu köyün muhtarı Yusuf Aydın’ı götürdü” dedi; “askerlik için İstanbul Taş kışlasına, oradan Osmanlı Paşası bindi ata bizi verdiler atın göğsüne efendim, ite, ite, süründüre, süründüre Yemen’e götürdüler. Arkadaşlarımızın çoğu dayanamadı, yollarda öldü. On dört senede gittik geldik. Bizim günahımız nedir? Yaptığımızın karşılığı bu mudur?” dedi.

Bağırdı: “Sen niye elini açmıştın?”

“Ne yapayım” dedi “Allahıma isyan ediyordum, bu ne felakettir bizim başımıza getirdin, diye isyan ettim” dedi.

Dediklerini aynen çevirdi: “İşte kurban vaat etmişim, kesiyorum, dağıtıyorum yiyecek insan kalmıyor, benim için sen öldün dedim tanrıya, bu senin ölü yemeğindir, dedim. İnsan yok, köpekler yesin. Hakikaten insan kalmıyor, biz yola düştük köpekler geldi kurbanın üzerine. “Ya amca” dedi demek sen hoş gelmişsin, gözünüz aydın, vur emri kalktı. Bey o çukurda bir uğultu başladı, o zamana kadar kimse anlamıyordu o toplanmış kafileler köylüler…Efendim ağladı, gülmek yerine ağlıyorlar. İşte biz orda artık nefes aldık kurtulduk, ondan sonra yavaş yavaş asker çekilmeye başladı. Zaten o zamana kadar yaptıklarını yapmışlar, en aşağı resmi rakamlarda on yirmi binden bahsediyorlar. Kırk bin elli bin Dersimli nüfusa kayıtlı değildi.

Bu bizim köy muhtarımız Yusuf Aydın Harçik Nehri kıyısında olup biteni dürbünle izliyordu. Efendim, bazen dürbünü veriyordu, “alın bakın” diyordu. Bazen de kendisi bakıyordu bu Çewli Ağası diye bilinen Marçik’te o bir yerde milleti kırmışlar. Demenanlı biri kafileden kaçıp telaş içinde kendini suya atmış, karşıya geçmiş, karşıdan kaçıyor, ama tam meşeye gireceği zaman kurşunu yemiş. Adam meşe ağacı kümesine yaslanmış, yere düşmemiş, öyle dimdik halde duruyor… Sağ bellemişler diye bir saat boyunca adama kurşun saydılar.

Tanığa doğuştan verilen ad: Haydar

Anıldığı ad: Deli Mahmutların Haydar

Nüfustaki adı: Haydar Gökdemir

Doğum yeri, yılı: Kılıçkaya / Erzincan, 1921 Söyleşi yeri, tarihi: Erzincan, 27 Eylül 2010

Söyleşiyi yapan: Cemal Taş

Söyleşi dili, suresi: Türkçe, 115 dakika Transkripsiyon: Cemal Taş

38’de buraya ilkin bi alay asker geldi, o alay ılımlı davrandı. Bizde şurda üç dönümlük tarla var, babam ahbun çekmiş, görüngeh ekmiş, boy vermiş insan boyunda. Levazım müdürü vardı, o zaman askere erzak veriyodu, geliyor görüngehi görüyor, çağırıyor babamı, babama diyor ki:

“O görüngeyi getir, ben yaş yaş tartim, verim.”

Çemişgezek’ten katırcılar gelmiş, burda mekkareciler yazılmış, darttılar, verdiler onlara. Ben de çocuğem, arka tarafta oturiyem, o evin önünde. Orda iki arsa vardı, o arsaya hayvan gübresi töküyo, çöplük, orda oturuyoz, gördü:

“Babacığım buyur gel konuşalım” dedi.

Bir teğmen mi, yüzbaşı mı o zaman manevra kayışı vardı askerin, babamla beraber konuştular, sigara yaktılar, babam dedi:

“Bey” dedi “yav bunlar eşkıyalar” dedi, “bunları kırın temizleyin biz de rahat edek siz de.”

Babam manalı söyledi…

”Yok, yok, amcacım yok, katiyen” dedi “Atatürk’ün emri. Onlar bizi vurur, biz onları vuramayız. Yalnız tutaceğiz onları, ıslah etmek için, vur yok.”

Bunu kulağımlan duymuşam, helen aklımda. O alay gitti, ikinci defa da bir Trabzon alaysı geldi. O Trabzon alaysında dokuzuncu Kolordu Kumandanı Muzaffer Ergüden isminde, biri geldi, tarlada çadır kurdu. Bi de o bahça vardı, o bahçanın da edrafı çevrili ağaçlıydı, dediler ki:

“Bunu da Kazım Orbay kurmuş.”

Yani bunu duymuşam, ben sadece duyduklarımı, bildiklerimi söylüyem. Şindi efendi, üç dene asker geldi, işte Ağustos, annem kuluçkaya vurmuş tavuk, piliçler yetişmiş, üç tane asker geldi. O binanın yerinde ahur vardı, ev-mev üstünde, ahurda piliçleri kovalarlar, piliçleri bağırtırlar, annem çıktı dedi ki:

“Yav” annem Türkçe biliyo, hatta Ermenice de biliyo, ilk evliliği Ergen’de olmuş, “ya” diyo “biz” diyodu “Ermeni’ye yapılan zulmü bize yapıyosunuz. Biz ehl-i islamız, neden bunu yapıyosunuz?”

Askerler ağladı:

“Anacığım” dedi “ha bu adam” dedi “kumandan bizi gönderdi, biz bişey diyemeyiz, piliçleri götürüp zıkkımlanacak.”

Burda lüks binalar vardı. Ermeni’ye dedem yaptırmıştı. Yani şindiki binalar kadar lüks, orda bi açık avlu vardı, üstü yazlık arkası kışlık, daha arkası selamlık kadınlara, böyle tertipli. Ordaki elli dönüm araziye marabalık yapıyomuş Ermeni. Orda fırın kurdular, altı tane seyyar fırın, ekmek pişiriyo askeriyeye sevk ediyolar. Bir günüsü babamı çağırdılar sürgüne gönderdiler. Köyde sadece babamı, eşyayı meşyayı topladık, gidiyoruz. Erzincan’a gittik babam dedi ki:

“Yav ben gidecem valiliğe, diyecem ki beni Çorum’a göndersinler.”

Valiye gitti, geldi:

“ Vali, yok yav, öyle şey olur mu, kim söyledi, yalan söyler böyle bi şey yok.”

Döndük geldik. Eşyamızı amcamın kızıyla evli Qeremen isminde bi şofer var, o getirdi. Bi de Lolanlı Şükrü vardı, o da şofer. Kamyonla yük taşiler. Zini Gediğine doğru buradan yollar yapıldı ya, Dersim’e doğru yol gidiyo. Dersim’e asker gidiyo, nakliye gidiyor, hayvan gidiyo, öküz gidiyo, işte askere erzak gidiyo. Yükledik, arabaylan geldik bura köye, köyde eşyaları indirdik. Davar var, sığırımız var, geldik şurda Karaçalılar diyorlar, geldik oturduk orda. Fırınların ustası vardı Kelereşli Kadir usta, ekmek ustası, kendisi Alevi, karısı Sünni, oturduk. Babama sigara verdi, bi şey konuşacaktı ki, iki tene jandarma geldi. Hepimizi topladı… Sonra tabii bizi bıraktı, çocuğuz. Ağabeyimlen babamı götürdüler orda bir ahır vardı hayvan ahuru orya hapsettiler. Toplam on yedi kişi götürdüler orda hapsettiler. Jandarma karakolu burda, Başgedekli Bahattin Tetik isminde bi Başgedekli var, kapıdan geçerken annem dedi ki:

“Başefendi” dedi “benim eşim” dedi “yaşlı” dedi, “yaşlı bi de” dedi “ağrısı var, koyversen iyi olur” dedi “memnun olurum.”

Annemin dili dönüyo, Türkçe konişi, Kürtçe bilmiyo:

“Niye, niye?”

Ee dedi:

“işte hasta.”

“Niye” dedi “orda oturanlar onun gibi adam değil mi?”

Söyledi tabii çekti gitti. Biz kaçtık a bu ormanların içerisine, gece kaldık orda. O fırında çalışan askerler bize ekmek getirdiler. Millet kaçıyo, on yaşından elli yaşına kadar olan hep kaçiler, yazıdalar. O, on yedi kişiyi ordan topladılar, ellerini bağladılar, şurda, şu kavaklar var ya, o zaman o havuz yoktu, orya götürdüler… orada ahırda bi gece beklettiler, burada geziyoz, bakıyoz, yol var ya sıra sıra gidiyolar, (Kılıçkaya Köyü’nden Zini Gedigine giden yolu parmağıyla tarif ederek) sağında solunda jandarma, önünde arkasında jandarma elleri bağlı, buradan gidiyo, buradan… (parmakla tarif ediyor) Bak şurda kara tepe, şu altında dik kaya var ya, ondan iki bin metre ilerde Zini Gediği var, Ovacık’la Erzincan hudutu, orda katliam yaptılar. Ben gittim, 62’de onların kemiklerini gördüm sürgünden döndükten sonra. Bi şey edemedik korkudan… Krom madeni vardı burda, şirket gelmişti, arama ruhsatı var, gittik, ben gittim orda kemiklerini gördüm orda, katliam yerinde, halen kemikleri var.

Bizi burda topladılar, bir esmer Yüzbaşı vardı, aşağı köyden kağni arabaları getirtirdi, eşyamızı bindirdi, üç beş hane diyelim. Hatte ki en fazla bizim Deli Mahmutlar, bi de Çetinkayalardan vardı bir aile. Biz götürdüler şu Ekirek, Konakbaşı, Hurek köylüleri eşyalarımızı yağmaladılar onlar. Burdurlu Metin onbaşı, bizi dört cendermaya teslim etti, onlar da bize muhafız, gene köylülerin elinde…Askerler bizi müdafaa ettiler ama, gene de çaldılar götürdüler. Neyse götürüldük, o gösterdiğimiz yer var ya, orası Ada diyorlar, bizi orya koydular, ağaçlık orası. Hisar etrafı, o köprünün başında bi de bi bakkal vardı o zaman. Efendi orda üç gün kaldık. Baktık rezalet çok, getirdiler, Pülümür’den getirdiler, Tercan’dan getirdiler o ada doldu. Dört gün sonra iskan tarafından bizi Ilıç Köprüsü’ne götürdüler. Tren Kemah’ta ama Ilıç’ta yolcu alıyo, kırk lira rayıç koyuyo, fekat o adam bi hemşerisiyle geldi bizden yetmiş lira aldı, o zamanın parasıyla. Otuz üç gün biz o Ilıç Köprüsü’nde kaldık. Yani konuşiler, diyeler bizi doğrudan doğru o suya tökecekler, öldürüp atacaklar. O zaman ilçe değil nahiyelikti. Karılarla beraber gittik, dediler:

“Ya bizi öldürün, ya bizi nereye gönderirseniz gönderin.”

Üç gün bize ekmek verdi o müdür. O pideler yapıyodu, uzun lavaşa benzer, adam başı bir iki tene veridi. Üç gün sonra bizi orda bindirdiler, Divriği’ye götürdüler. Divriği Tüneli’nin ağzında dutluk var, bi de biraz su akıyo, oraya töktüler. Şindi jandarma bizim bariyer alanının içerisinde gezdi, artık ne fikrinen gezdi bilmiyom. Bi üsteğmen varmış karakol kumandanı. Bi düdük çaldı, bütün jandarmaları topladı, dedi ki:

“Bunların” dedi “elli metre uzağında nöbet tutacaksınız, bir jandarma barhiniye girmeyecek.”

İki gün kaldık orda, üçüncü günü tren geldi, bizi bindirdiler ağşamdan, Sivas’a doğru gittik. O hayvan vagonları var ya, o hayvan vagonlarına bindirmişler, bizi hapis ettiler oraya. Şindi kalabalığız, beş altı haneyiz bi vagonda. Çoluk çocuk var, eee ihtiyacı var, karpuz almıştık yanımıza. Karpuzların içini yerdik, kabuklarına ihtiyacı yapardık, kapı açılsın da atak dışarı.

Tanığa doğuştan verilen ad: Qereman
Anıldığı ad: Qeremanê Kamıli
Nüfustaki adı: Kahraman Karadağ Doğum yeri, yılı: Aliboğaz mağarası, Tağar-Çemişgezek, 1923
Söyleşi yeri, tarihi: Poyraz-Elazığ, 13 Aralık 2010
Söyleşiyi yapan: Cemal Taş & Süleyman Demir & İnan Erol
Söyleşi dili, süresi: Kırmancki, 97 dakika
Transkripsiyon ve çeviri: Cemal Taş

Bizim aşirete Resık Uşağı derler. Khalu Aşireti üzerine sayılırız. Sivas tarafından Gıne diye anılan bir yerden geldiğimiz söylenir. Aliboğaz ve Tağar’ı mekân tutmuşuz. Hayvancılık ve çiftçilik yapmışız. Çevre köylere hırsızlık, baskın vermişiz. Ermeni köyleri boşalınca zamanın valisi demiş boşalan köylere bu adamları yerleştirelim, baskın ve talanlar son bulsun. Serxan Ağa ile Diyap Ağa gayret etmiş ki kendilerine verilsin boşaltılan yerler. Tabii Diyap Ağa mebus, Anakara’dan gelen emir onların lehine. Vali gelmiş bölgeye, dedem çıkışmış valiye:

“Paşam, bu hırsızlığı da, baskınları da yapanlar benim takımımdan. Ben de bunların muhtarıyım. Sen araziyi köyü olan kişilere veriyorsun” demiş.

Vali Cemal Paşa ismindeymiş, sözlerini tekrarlamasını istiyor dedemden, dedem sözlerini tekrarlayınca, Ankara’ya yazı yazıyor. İkinci emirle Uskeğ köyünü, Hazari köyünü bize vermiş

Babamın adı Kamil. Ben Kahraman, soyadımız Karadağ. 1923 yılında Aliboğaz mağarasında doğduğum yazılıdır nüfus cüzdanımda. Kırklar gözesinin karşısındaki mağarada yaylaya çıkmış ailem, orada dünyaya gelmişim. Davar beslendiği için, yağmur yağdığında keçi ve kuzuların korunması için barınak lazım. Orada mera geniş, dağ, bayır salarsın hayvanları, gider otlar gelir.

Ecdadımıza Hesê Hemi diyorlar. Oğulları Zeynel, Kamil, Şixo. Şixo’yu getirip Elazığ’da idam ettiler. 38’den evvel Diyarbakır İkinci Kolordu sardı etrafımızı. Biz davarı aldık çıktık köyden. Sonra asker kuşatması artınca, malı davarı bıraktık canımızı kurtarmaya baktık. Nur ile birkaç kişi yakalanıp Elazığ’a götürüldü, beraber asıldılar. Nur Qoçuşağılı, Şixo benim amcam. Diyap Ağa’nın oğlu Weli Ağa, devletten taraftı. Geliyor Elazığ’a. Orada duruşmaya katılıyor, yanında olan birine:

“Nur’o idam sehpasında dili dışarıya sarkmış öküze dönmüştü.”

Tanık, memlekete dönüşte bu onur kırıcı lafları Nuro’nun adamlarına nakledince, Nuro’nun kardeşi Qopo, Weli Ağa’yı Çemişgezek içinde vurdurdu.

Çocukluğumda beni Çemişgezek’te okula verdiler. Hüseyin adında bir ağabeyim vardı, o da Çemişgezek’te okuyordu, yüksek okul için Elazığ’a gitti. Çok başarılıydı, okulun birincisiydi. O kardeşimle babamı 38’de askerler götürdü. Puxoşi ve Ekreg köylerinden toplanan on beş kişiyle beraber Uskeğ köyünün Katırçukuru mezrasına götürüyorlar, orada vuruyorlar. Babam Kamıl, kardeşim Usen, Ekrekli Xıngali Hasan, Diyap Ağa’nın torunu köy muhtarı Kenter, bizim köyden Sılamanê Uşti (Karadağ), Aliê Xıdıri, Kherık Uşağından Seydali, Puxoşi’den Sılemanê Palaşi ismini hatırladıklarım.

Asker geldi, niye geldi diye sorarsan, adam var adam öldürmüş, adam var kaçak olup dağa çıkmış, adam var askere gitmiyor, böyle şeyler. Bu Çemişgezek halkı da durmadan iftirayla şikâyette bulunuyordu ki asker gelsin. O Sünniler Kırmancları isemiyor, nefret ediyorlardı. Nihayetinde asker geldi, uzatmayalım, Amutka’ya karakol kurdu:

“Kızlarınızı getirin okula vereceğiz, silahlarınızı teslim edin” dediler.

Silahı olan götürüp teslim etti, silahı olmayana dayak çektiler. Ölümüne dövdüler ki silah getirsinler diye. Millet çare bulamadı:

“Karakolun etrafını saralım, bunlar kaçıp gitsin ki kurtulalım bu zulümden, başka çaresi yok” dediler.

Bizimkiler karakolun etrafını sardı, ancak dokunmadılar. Çıkıp gitmesini istediler. İki gün sonra Hozat’tan asker karakola yardıma geldi, karakolun jandarmalarını kuşatmadan kurtardılar.

Alay önce bizim köye geldi, Abdullah Paşa başındaydı. Önce bize dokunmadı, biz köyde normal hayattaydık. Kaçak olanlar karakolu sarmış. Ama alay dönüşte sel gibi bizi kattı önüne haydi… Kadın, erkek, çala-çocuk davar-doluk kattı önüne yallah… Ben süvarilerle davar sürüyorum, orada bir derede sindim, saklandım. Diğerlerini Çemişgezek’e götürdüler. Orada camiye doldurmuşlar. Bizim o kafileden yetmiş beş kişiyi ayırıp öldürmek istemişler, Çemişgezek’in ileri gelenleri:

“Bunları burada öldürürseniz, ceset kokusundan duramayız, götürün başka yerde öldürün” demişler… O kafilenin on beşi bizim köyden. Bizim köy Uskeğ, Hazari ve Ekrek’ten ve Lel Uşağı’ndan getirilmişlerdi. Bizim köyden Ferkanlı Ağaê Dursuni ile Khekıl vardı, hatırladıklarım. Erkekleri ayırmışlar, kadın ve çocukları Elazığ’a götürmüşler. Ben orada kurtuldum. Ortalıkta dolandım, kaçtım durdum. O kaçış günlerinin bir gecesinde benim gibi kaçıp kurtulan kardeşim Hasan’la buluştum tesadüfen. Bütün olan biteni o bana anlattı tabii. Biz bileydik ki bizi öldürürler, zamanında kaçar kurtulurduk.

Sonra biz sürgün edildik. Aydın Germencik’e mahcur olduk, orada da kafileden sağ kurtulan bizim köylü Hüseyin bana anlattı olanları, ağlıyordu, neler, neler anlatıyordu. Cesur bir adamdı, dedi:

“Yetmiş beş kişiydik, süvarilerin önüne kattılar, atların önünde koşturarak iki buçuk saat sonra Tekin köyünde durdurdular. Yolda takılıp takatsiz düşeni kenara çekip vurdular. Orada kafileye:

‘Burada ellerinizi bağlayalım. Önümüzde orman var. Bu ormanda kaçıp başınıza iş açmayasınız’ dediler.

Baktım ki makineleri kuruyorlar. Tuhaf işler olacak, yanımdakilere:

‘Lao vengdê Xızıri, ma vozdime!’ [3] 

Sağa sola kaçıştık, süvariler etrafımızda çembere almış bizi. Ama biz dağılınca, onlar karşılıklı durduklarından birbirlerini vururuz kaygısıyla tereddüt ettiler, biz o arada yol aldık. Ardımızdan bir kurşun yağmuru başladı ki, ağaçlarda yaprak koymadılar. Yetmiş beş kişiden yedi kişi kurtulduk. Ben bir ağacın altına girdim, peşimden gelen başçavuş beni bulacaktı ki kaptığım taşı böğrüne vurdum, yeniden kaçtım.”

O Hüseyin’le böğrüne taş yiyen başçavuş sürgün yerimiz Aydın’da tesadüfen birbirini görüp tanıdılar.

Tanığa doğuştan verilen ad: Ali Heyder
Anıldığı ad: Ali Heyderê Qılayi
Nüfustaki adı: Ali Haydar Önlü
Doğum yeri, yılı: Cıvrak / Nazmiye, 1926
Söyleşi yeri, tarihi: Cıvrak, 02 Ağustos 2012
Söyleşiyi yapan: Cemal Taş
Söyleşi dili, suresi: Kırmancki, 62 dakika Transkripsiyon ve çeviri: Cemal Taş

Cıvraklıyız. Xormeçku aşiretindeniz. Xormeçık bu köye dışarıdan gelmiş. Xormekliler buradan dağılmış, Karer’e, Varto’ya, Erzincan Tercan’a buradan gitmişler. Cıvrak’ta dünyaya gelmişim. Çê Aliê Qılayi derler bize. Adı Derman olan dedemin adıyla da tanınırız. Qılayi de lakap olarak takılmış bize. Dedemiz meşin olan göz renginden almış Qılayi lakabını. Kalayı anlamında, demek ki parlak gözlerinden olacak.

Adım Ali Haydar, babamın adı Ali, Dedem Momıd, Aliê Gulabi ailesindeniz. Dımıli dili konuşuruz.

Anne tarafım da Qırğu aşiretinden. Rus seferberliğinde göçmüş annemin ailesi. Yerinden yurdundan gelmiş buraya. Buradan Xıran tarafına gitmiş, orada kocasını çocuklarını yitirmiş, geri buraya dönünce babamla tanışıp evlenmiş. Rus seferberliğinde bizim buradan da insanlar gitmiş direniş cephesine. Kırmanclar durdurdu Rus’u. Babam da gitmişti o cepheye. Bizim köyün ünlü ozanı Sa Heyder de gitmiş, cephede vurulmuş. Yaralı getirmişler bizim köyün mezrası Balığe’ye. Orada ölmüş. Mezarı orada. Yiğitmiş Sa Heyder, bir de üzerine ağıt yakılmış:

“Vuruşalım Sa Heyder’im diyor bize devletten aylık çıkıyor.”

Sa Heyder diyor:

“Devletin aylığı ağudur, ne yiyiliyor, ne içiliyor.”

Gemıke mezrasında Sey Qaji vardı, çok ünlü bir ozandı. Kırmancların en ünlü ozanıdır. Uzun sakalıyla Seydanlı bir şahsiyetti. Zor hatırlıyorum, gözlerinden âmâ bir zattı. Elinde asası, önünde giden bir kılavuzun eteğini tutup takip ederek gezerdi. En çok ağıt ve sevda türkülerini o söylemiş. Sa Heyder de onun kadar namlı olmasa da genç yaşına rağmen ünlü bir ozan. Ayrıca Usenê Khalmemi adında bir ozan vardı, o da çalar söylerdi. Ancak Sa Heyder ve Sey Qaji gibi beste yapmazdı. Hem saz, hem kemane çalardı. Hepsi de Kırmancki dilinde söylerdi.

Hayvancılık ve rençperlik yaparak geçimimizi sağlardık. Herkes bütün ihtiyacını köyden, ekerek-biçerek karşılardı. Dışarıya bir bağımlılık yoktu. Arpa, buğday ve darı ekerdik. Öyle bir ekin boy verirdi ki insan boyunu aşardı. Arı beslerdi insanlar, hususi arı evleri yapılırdı, balığe deriz arı barınağına. Balın parayla satıldığı duyulmamıştır. Kadın ev işlerini yapar, erkekler dışarıda çalışır. Köy arazisinin bütünü sulak. Arpa ekerdik. İki çeşit darı, beyaz ve kızıl cinsinden. Buğday ise, köse, menciki, kırık ve bir de asure denen çeşidi ekerdik. Tarlaları öküzlerle sürerdik. Biçme zamanı harmana koyar dövenle çevirirdik, saman olana dek. Döveni at veya öküzlerin arkasına bağlayarak döndürürdük günlerce. Sonra makine yokken rüzgâr yardımıyla sapla taneyi ayırırdık. Yıkanıp kurutulan buğdaylar su değirmenlerine taşınır öğütülürdü. Harman savurma sırasında saman ve tane ayıklandığında tene denen buğday yığını bir ölçücü tarafından ölçülürdü. Ağaçtan ölçekler vardı. O ölçek bir tenekeye yakın ölçüdür. Üç ölçeğe rıbe, on iki ölçeğe çarigê denir. Hasat harmanda ölçüldüğünde fakir fukara, köyden çocuklar veya yakında bulunan herkese xırmaçık denen sunum verilirdi. Bu paylaşımdan harman sahibi çok manevi bir haz duyardı. Köyde iki değirmen vardı. Biri harabe şimdi, biri hâlâ düzen tutabiliyor. Değirmen sahibine Afsanci deriz. Sırayla herkesin buğdayını öğütür, öğütülen buğdayın oranına göre hak alırdı. Bu hak para olduğu gibi, genelde öğütülen tahılın miktarına göre karşılığı bilinen ölçüye göre bir miktar alırdı.

Hayvanların kışlık ihtiyacı için dağa çıkar, orada çarşır otunu biçer kurutur, sonra büyük yığınlar halinde dizerdik. Kışın kar yağdığında kızaklarla eve çekerdik. Şimdiki araba yolunun aynısını o zaman karı çiğneyerek yapardık. Sığır için tarladan çıkan saman tedarik edilir. Keçi için genelde meşe yaprağı kesilir, kurutulur. Koyunlar için meralardan xılos otu ve tarla etrafında bulunan tumlardan biçilen ot verilir. Kimi tarlaya yonca eker. Kış çetin geçince karın altında kalan geven dikeni bile çıkarılır.

Aza kanaat getirirdik. Yardımlaşma vardı, dayanışma vardı. Biririn işi bitmese imece usulü herkes yardıma koşardı. Aynı Pir ve Rayberin talipleriyiz. İbadetimiz, dilimiz, inancımız bir. Köyde bir anlaşmazlık olsa ileri gelenler araya girer, barıştırırdı. Çözülmeyen bir sorunda Pirler, Rayberler, mürşitler el atardı. Bir cemaat kurulur, o cemaate tanıklar, davacılar ve gözlemciler katılır. Bir tür mahkemedir. Ancak zor yoktur. En büyük suç katil olmaktır. Ondan sonra nikâhlı bir kadın getirmektir. Bunların cezası sürgündür. Bizde öldürmek, dövmek, hapis yoktur. Diğer hafif suçlarda cemaatin kararına uymayan kişi lanetlenir. Yani köyden kimse onunla merhabalaşmazdı.

Eskiden cem tutulurdu, ceme birbiriyle barışık olanlar katılırdı. Kul hakkı yiyen, hakaret eden, komşu hakkı bilmeyen af dilemeden alınmazdı ceme. Öyle adamın elinden çıralığ alamazdı pir. Pir nasihat verir: “Komşularınızla iyi geçinin, kul hakkı yemeyin. Yaşlılarınıza, yetimlerinize bakın. Hastaları sorun, ölümlerde acıyı paylaşın” derdi. Bir olumsuzlukta bugünkü gibi hükümete gitmek yoktu. Bütün Kırmanciye kanunları geçerliydi. Pir-Rayber’le dirlik düzen sürerdi. Hükümet diye bir kurum yoktu. Eskiden Pir geldiğinde, köylüler etrafına toplanır, kurbanlar kesilir, muhabbet yapılırdı. Pir açtığın sofraya dua verirdi. Ayrılma vakti ev halkı hep beraber yan yana pir karşısında dara durur, gulbengini alır, çıralığını verir, mutlu olurdu. Şimdi nerde o ikrar. Çark dönmüş artık. Bizim Pirlerimiz Çê Seyd Abasê Koşi derler, onlardır. Mazgirt’in Kupuke köyünden. Bamasur ocağından. Yılda en az bir defa gelirler. Genelde sonbahar iş-güç bitince gelirler. Ama şimdi eski inanç ve sadakat yok. İkrar zor iştir.

İlk duamızı güneş doğduğunda ışığına karşı yaparız. Kıblemiz de o yöndedir zaten. Mezarlarda kıbleye göre kazılır. Sonra gün içinde nerede iman ettin, aklına geldiği yerde dua eder yaradana yalvarırsın. Çevremizde kutsal mekânlarımız olan ziyaretlere adak adar, kurban keser, lokma dağıtırız. Xızır ve Muharrem ayında oruç tutarız. Yer, gök, su, toprak hepsi mübarektir bizim için. Hastalık nedir bilmezdik. Ziyeretlerden getirilen teberik dediğimiz toprağı evin tavanına asar, her cuma akşamı önünde çıla yakarız. O an dualar yapılır. O gece kutsaldır, sewa êni deriz. Dualarda “kazadan beladan koru, insanlara acı yaşatma, ciğer acısı gösterme, haksızı uzak tut bizden, muhannete muhtaç etme diye niyaz edip dua ederiz. Çıla, eritilen tareyağı ve balmumuna bandırılan temiz bir bezden yapılır. Düzgün Baba ve birçok ziyarete gider şifa bulurduk. Doktor yoktu, bazı halk hekimleri vardı, ancak onlar bir kırık çıkık ya da bir cerrahi durumda müdahale ederdi.

Evlilik çağına gelen delikanlılara genelde ana babaları gelin adayı bulurdu. Baba kimi getirdiyse itiraz yoktu. Birbirini sevmiş gençler içinde ikinci bir şahıs devreye girip ana-babaya iletirdi. O zamanlarda utangaçtık. Düğün sonrasında utancımızdan günlerce insan yüzüne çıkamazdık. Eve gelen kadın ölümüne kadar o evdedir. Kolay boşanma olmaz. Ama ev içinde geçimsizlik oldu mu rızalıkla birbirlerinin yakasından düşerlerdi. Zorla olmazdı yani. Öldürme yoktu. Ancak erkekler kadınlara kabalık yapardı. Ama kadının da toplumda ağırlığı vardı yani. Ev içinde söz sahibi kadındı. Bazen öyle kadınlar vardı ki cemaatlerde onlara danışılırdı.

38’de götürüp kırdılar bao… Yaylaya çıkmıştık, köyde de ekin zamanıydı, orakla tarla biçiyorduk. Asker yolladılar yaylaya, yaylacıları köye döndürdüler. Bu bizim köyden Bertal Efendigiller beş kardeşti. Toplam nüfus elli beş mi altmış nüfustu. Hepsini beraber götürüp kırdılar. Bu aşağıda Derüye denen yerde kırdılar. Bertal Efendi Nazmiye’de idi, onu da getirirken yolda öldürüyorlar. Bertal Efendi köylülerden katır kervanı oluşturmuş, Mazgirt’ten asker için zahire getiriyordu. Yine de götürüp öldürdüler. Yaa… Askere erzak taşıyordu. Usen Avdıle Paşa [4] Nazmiye’ye geldiğinde bütün ağalar toplanır görüşme için. Kendi aralarında:

“İçimizden ancak Berat Efendi konuşabilsin” demişler. Diğer ağalar Türkçe bile bilmiyordu. O toplantıda Paşa’nın cevabını Bertal Efendi vermiş, “O zamandan gözüne kestirmiş paşa” derler. Yaa bao… Bertal Efendi yanlarından geçen bir tekenin sakalından tutup Paşa’ya:

“Bu keçinin sakalı için bile bizden vergi istiyorsun paşam” demiş.

Paşa, ağalara:

“Sözünüz Bertal Efendi’de mi?” diye sormuş.

Ağalar:

“Bizde herkes kendi sözünün sahibidir” demişler.

Paşa yaverine dönmüş:

“Bu sözleri not al” demiş.

Bizim hükümetin planlarından haberimiz yoktu bao…

Tanığa doğuştan verilen ad: Ali

Anıldığı ad: Aliê Memedê Qemer Ağay

Nüfustaki adı: Ali Kargın

Doğum yeri, yılı: Ağdadê Usıvu, 1935

Söyleşi yeri, tarihi: Mamekiye, 07.05.2011

Söyleşiyi yapan: Cemal Taş & Süleyman Özmen & Hasan Kaplan

Söyleşi dili, suresi: Türkçe, 81 dakika

Transkripsiyon: Cemal Taş

1938’de çocuktum. Dedemi Elazığ’a götürmüşlerdi. Amcam Fındıq’ı da Seyit Rıza ile beraber Elazığ’da mahkeme yapıp astılar. Dedemi de Bolu cezaevinde hapse gönderdiler, orada ölmüş.

Bizi nasıl götürmüşler hatırlamıyorum, yalnız Elazığ’da büyük bir binada başımızı tıraş ettiler. Kızların da, erkeklerin de. Hepimiz ağlıyorduk. Çünkü annemizi babamızı kaybetmiştik, çocuktuk. Şekere batırılmış elma veriyorlardı, susalım diye.

Biz buradan (Dersim) giderken dört kardeştik. Büyüğümüzün ismi Kamer idi. Benim Ali, şimdiki adıyla Hasan olan kardeşim Mustafa, bir de en küçüğümüz Yusuf. Çocukları götürdükleri toplu yer olan Elazığ’da dağıtım yaptıklarında kardeşim Hasan’la beni Ankara’ya verdiler. Büyük kardeşim Kamer’le küçük kardeşim Yusuf’u nereye verdiyseler biz birbirimizi bir daha görmedik.

Yedi yaşımda okula başlayıncaya kadar Ankara’da kaldık. İlkokul birinci sınıf bitiminde dayım oğlu Bekir Arıcı ile bir akrabamız daha vardı Seydali isminde, biz iki kardeşle Mersin’e gönderdiler. 1945 yılında ben ikinci sınıftaydım. Çocuk aklı işte, okuldan kaçtım. Yaya Tarsus’a gittim. Yani Ankara’ya kaçacağım. Tren garında yakalayıp geri götürdüler. Beni üç gün bir odaya hapsettiler, sonra dördümüzü yine Ankara’ya geri postaladılar. Ankara Keçioren’deki çocuk yuvasına. İlkokul sonrası biz on iki kişiyi Karabük Demirçelik Fabrikası’na gönderdiler. Bekir Arıcı ile kardeşim Hasan okulu bitirmediler, kaldılar Ankara’da. Bizi usta olarak yetiştireceklerdi, on iki kişiden sadece biri sıhhi muayeneyi kazandı, on bir kişiyi gerisin geri Ankara’ya yolladılar. Akrabam Seydal ile beni Elazığ’la Diyarbakır arasındaki Ergani Bakırmadeni’ne gönderdiler. Orada bir sene torna ve tesviye üzerine ders aldıktan sonra bir atölyede işe başladık. 1947-1952 yılları arasında orada çalıştık.

Akrabalar bizim yaşadığımıza dair duyum almışlar. Halamın kocasının kardeşi Ali Yüksel çıkıp Bakırmaden’e gelmiş. Orada Hozatlıların bir kahvesi vardı, biz lojmandan çıkıp arada oraya giderdik. Ali de o kahveye gelmiş. Orada bizi görüp tanımış. Memlekete dönerken demiş ki:

“Qemer Ağa’nın torunu sağdır.”

Nasıl tanıdın diye sorana:

“Biz her gün onların evinde yer içerdik. O çocuklar kucağımızda büyüdü, nasıl tanımam” demiş.

Bir kış günü Mustafa Amcam çıktı geldi. Ben cesaret edemedim, yanına yaklaşmaya. Aldım amcamı ustabaşımın yanına götürdüm, ustam, amcama:

“Bu çocukları devlet bize teslim etmiş, ben böyle al git diye sana teslim edemem, adliyeye gideceksiniz, onlar karar verecek” dedi.

Hakime gittik, “Arşivlere bakacağız” dedi.

Rahmetli Mustafa Amcam orada ağladı: “Bunlar amcamızın torunları” dedi.

Ancak hâkim: “Bunlara ait bir kayıt bulamadık, ancak ben kendilerine soracağım, kabul ederlerse olur. Ancak bu kış günü götürmeyin, yazın gelin” dedi.

Bize sordu hakim, “Gideceğiz” dedik.

Lojmana döndük, oradan koğuşa gittik, ustabaşlarımız var orada. Bayramlarda falan yetimiz diye bizi evlerine götürürlerdi. Diyarbakır Çüngüşlü insanlar var, Ali’nin akrabaları gelmiş diye seviniyorlar. Orada arkadaşlar dedi:

“Yahu niye gidiyorsunuz oraya, orada Kürtler varmış, adam yiyorlarmış.” Orada Seydali caydı: “Ben gelmem dedi.”

Ben, “Gidecem” dedim. 1952 yılı yılbaşı günü Tunceli’ye geldik.

Ailemiz kırdıktan sonra geride mirasçı kalmadığı için beş köyde bulunan arazimize el konulup dağıtılmış. Ağdad köyündeki araziye de halamız el koymuştu. Miras davaları için açtığımız bütün davaları da kaybettik. 1963 yılında Avrupa ülkelerine gurbetçi işçi olarak gittim. Hayatımıza devam ettik, işte böyle…

CEMAL TAŞ

http://vivahiba.com/article/show/dersim-mazgirtli-agop-krikoryanin-hikayesi/

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Hoş Geldiniz

Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri’yle ilgili bilgi alış verişi gerçekleştirme merkezinin internet sitesi.
Bu adresten bize ulaşabilirsiniz:

Son gönderiler

Sosyal Medya

Takvim

September 2025
M T W T F S S
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930