Vrej Sarukhanyan
Sasun’dan Halep’e, yürüyüş mesafesiyle birkaç günlük yoldu. Baloların Mihran’ı, çocuğun Halep’te birkaç gün daha memleketinden getirdiklerinin keyfini çıkartması amacıyla tandır ketesi, kendi ağaçlarının cevizinden, birkaç parça manana gibi, Movses’in sevdiği yemeklerden birkaç şeyi daha heybesine koyması için eşini görevlendirdi.
Köyün papazı, Movses’in çok yetenekli olduğundan dolayı, Halep’teki Karasun Mankants (Kırk civan) kilisesinin okulunda okuması için Mihran’ı kaç zamandır ikna etmeye çalışıyordu. Papaz uzun düşündükten sonar, ikna edebilmek için uygun lafı da bulmuştu, “Movses, dünya çapında büyük bir adam olacak”. Mihran, Movses’in başını okşayarak, “Dünya çapını bilmem, fakat dil öğrenip Komk manastırının, Muş’un Surp Garabed ile Surp Arakelots manastırlarının parşömen kitaplarını okuyabilirse Tanrı’ya şükrederim” dedi ve elini doğuya doğru uzatıp oğluna, Halep’in, dünyanın hangi tarafında olduğunu açıkladı. Üçüncü günü, günbatımında Arap topraklarına girdiklerinde, Mihran’ın yabancı birine düzgün Arapçasıyla selâm verip, bir şeyler sorarak bir de cigara ikram ettiğini gören Movses, gözleri fal taşı gibi açılmış olarak babasına baktı. Babasının elini sıkıca tutup, gururlanarak “Herkesin benimle gurur duyması için çok yabancı diller öğreneceğim” diye aklından geçirdi Movses.
Manastırın başrahibi, vedalaşırken “Akıllı çocuk, tasalanma” diyerek cesaretlendirdi Mihran’ı, “Kilisede gün boyu insanlar var, Halep’teki Sasunlular sabah ve akşam ayinini kaçırmaz. Çocuk yabancılık çekmez, çabuk alışır”.
Mihran, senede bir iki defa Halep’e geliyordu. Yüzlerce Sasunlu, tüm yıl boyunca fırıncılık yapıp, yıl sonunda da aileleri için gerekli şeyleri alarak memlekete dönerlerdi. Barut kokusu almış olanlar ise, heybelerinde bir Mosin tüfeği[1] ile bir iki avuç ta kurşun gizleyip, getiriyorlardı memleketlerine.
Bir yaz günü, akşam ayini esnasında, kilisenin kapısında bir kadının kendisini sorduğunu haber verdiler Movses’e. Hemen dışarıya seğirtti. Gözlerine inanamadı, annesi tek başına Halep’e gelmişti… Özlemden gözyaşlarını tutmak artık mümkün değildi. Annesi, Movses’in sevdiği tandır ketesini koynundan çıkarttı. Movses, keteyi dudaklarına yaklaştırdı, anne koynunun kokusu vardı ketede. Kilise çanlarının ritmik sesiyle beraber içeriden “Hayr Mer” (Rabbimiz) duasının sesleri geliyordu “… Yev mi danir zmez i pordzutyun ayl prkya zmez i çare” (…Ve ayartılmamıza izin verme, kötülüklerden bizi koru).
Yıllar geçti. Başrahiple son buluşmalarında Mihran’ın gözleri mutluluktan parladı. “Mihran, Karasun Mankants kilise okulunun kurulu, Movses’in, Mısır’ın İskenderiye Üniversitesi’nde eğitimini sürdürmesi yönünde karar aldı”.
Mihran, Movses’in başını uzun süre kucaklayıp, durdu. Duyduğuna hâlâ inanamıyordu.
Movses, İskenderiye’de öğrenci olarak geçirdiği ilk günlerden beri Mısır’ın tanınmış Ermeni aydınlarıyla dost olmuştu. Yedi dil bilmesi, kendisini o denli ünlü yapmıştı ki, Mısır başbakanı Ermeni Nubar Paşa ve “Petrol kralı” olarak tanınan Kalust Gülbenkyan ile diğer saygın kişilerin sevgili misafiri olmuştu.
“Deutsche Bank”, 1899 yılında “Berlin-Bağdat” demiryolu inşaatına başlamıştı. Mühendislik teknolojilerine hâkim olup, birçok yabancı dil bilen uzmanlara ihtiyaç vardı. Movses, bu benzeri olmayan uluslararası inşaat siparişini veren Avrupalı sponsorlar tarafından “Berlin-Bağdat” demiryolunun “Basra-Bağdat” bölümüne inşaat mühendisi olarak atandı. Ermeni gencine hayran kalan Avrupa şirketleri, inşaat bittikten sonra kendisine Avrupa’da daha büyük görevler güveneceklerine dair söz verdi. Movses, büyük devletler ve özellikle de Osmanlı-Alman siyasi çıkarları konusundaki adımları yakından takip ederek, Ermeniler için ölümcül olabilecek büyük bir felaketin geleceğini seziyordu. 1894-96 Sasun katliamları daha da korkunç bir şekilde devam edebilirdi.
Uzaklarda belirginleşen ağır bir endişe Movses’in ruhunu allak bullak ediyordu. Sultan Abdülhamit’in halefleri olan İttihatçılar, 1908’de ilan edilen anayasayla, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Hıristiyan halkları tatlılıkla kandırmaya çalışırken, aslında entrikalar çevirip, uygun bir fırsat beklemekteydi.
“Movses, ailemiz senin ismini çok duymuş, akrabalar ve dostlarımla tanışman için seni memnuniyetle davet ediyorum”. Movses’i davet eden, İskenderiyeli Ermeni Aram Paşa’ydı. Movses, şark görkemiyle döşenmiş yemek odasında, Ermeni müziği eşliğinde gülümseyerek ve hafifçe tokalaşarak soydaşlarıyla tanışır. “Mariam” deyip, Movses’in gözlerine bakarak, gülümseyip, nazikçe elini geri çekmeye çalıştı Aram Paşa’nın kızı. Olmadı. Movses birkaç saniyeliğine taş kesilmiş gibi kaldı ve bedenini saran sıcak ve yumuşak bir titreme, Mariam’a da sirayet etti. Mariam anında hissetti bunu. “Yedi dilde konuşabilen Sasunlu sizsiniz demek” deyip, konuşarak Movses’i kendine getirmeye çalıştı. Masada karşı karşıya oturdular. Movses kendinden geçmişti. Mariam kırmızı şarap ikram etti. Şarap bitmiş olmasına rağmen Movses bardağı dudaklarından ayırmıyordu. Mariam, Movses’in şaşkınlığını gizlemek için, gülümseyerek Movses’e bardağı masaya koymasını işaret etti.
Kanına giren yabancı ve anlaşılmayan bir sıcaklığın damarlarından geçip, yukarıya doğru yükselerek başını döndürdüğünü fark etti Mariam. Bir an kendisi de şaşırdı, elini boş bardağa uzattı, tekrar yerine koydu ve gözleri Movses’in bakışında takılı kaldı.
Movses, vedalaşırken Mariam’ın gözlerinde beklediği şeyi gördü. “Mariam, bugünden itibaren seni, 1126’da Ani şehrinin surlarında bulunan kahraman kadının ismine istinaden, Aydsemnik diye çağıracağım”,- dedi ve Mariam’ın gözlerinde tekrar buluşmanın isteğinin olduğunu fark ederek veda etti.
Movses, daha sonraki görüşmelerinde Aydsemnik’e, Sasun yöresine özgün birçok aşk ve düğün şarkıları ile methiyeler öğretmişti bile. Aydsemnik, müşfik ve dokunaklı sesiyle sık-sık Movses için şarkı söylüyordu.
Dırdo,
Keği bolor manr puş er,
Keği mici yarn anuş er,
Yaman Dırdo…
Du hager is garmir soler,
Kele ertank şapatım ergu
Mınank çoler,
Yaman Dırdo …
(Dırdo,
Köy etrafı ufak diken,
Köydeki yar tatlıdır,
Yaman Dırdo…
Kırmızı ayakkabı giymişsin,
Gel gidelim bir iki hafta
Çöllerde kalalım
Yaman Dırdo …)
Aydsemnik gözlerini kapatıp kendini Sasun dağlarında, Hamprartsum yortusunda “Cangülüm” söyleyen kızların arasında görüyor ve mübarek Hampartsum gecesinde yıldızlara bakıp hayal kuruyordu.
Movses’in, Aram Paşa’nın evine yaptığı sebepsiz ziyaretlerinin asıl nedenini herkes anlamış olup, önlemeye çalışırlar.
“Kendine gel Movses”,- “Mariam’ın yanaşması olan Anahit, Aram Paşa’nın evinin avlusunda Movses’in elinden çekerek, “Senin Aydsemnik’i dün zengin bir Ermeni’yle nişanladılar”,- dedi.
Movses, ne olduğunu anlamadı. Gözleri karardı, aklı bulandı, ayakları ağır bir şekilde katlandı. Saatler sonra, hastanede olduğunu fark etti. Üç ay sonra hastaneden çıktığında adımlarını Aydsemnik’in evine yöneltti, “Aydsemnik’i göreceğim ve karar vereceğiz…”. Aram Paşa’nın evinin avlusunda, hüzünlü bir yüz ifadesiyle Anahit karşıladı Movses’i.
“Sen hastalandıktan sonra Aydsemnik üç ay boyunca siyah elbise giydi, hiç bir yere gitmedi, sürekli seni düşündü. Doktorlar hastalığını anlayamadı, akrabaları da bir şey anlatmadı. Ondan sonra…” “Ondan sonra ne?”,- sözün devamını dinlemekten korkarak ve sesi titreyerek sordu Movses. “Sonra Aydsemnik… vefat etti, son kelimesi de “Movses” oldu…”
Dünya karardı Movses’in gözünde, zihni tekrar karardı. Hastanede su ve ekmeği reddetti, ölümü arıyordu. Hatta arkadaşları ve doktorlar ellerini bağlayıp zorla ağzına gıda ve su doldurmaya çalıştı. Ruhunun infiali büyüktü. Sasun’daki akrabalarına haber yolladılar. Kardeşi Tigran geldi. “Movses, biraderim, seni Sasun’a götürmeye geldim. Memleketimizi, bizimkileri, evimizi, Sasun Çayı’nı, Tsovasar’ı (Zovaser Dağı) özlemedin mi” diye umutsuzca ikna etmeye çalışıyordu Movses’i.
Movses, birden gözlerini açıp, “Memlekete mi gideceğiz?”,- dedi.
Aynı gün yola çıktılar. Tepeden Baloenk köyü görüldüğünde, Movses hemen, ceviz ağaçları arasında saklı evlerini buldu ve son aylar buyunca ilk kez gülümsedi. Tigran, gözyaşlarının sel olmasına izin verdi. Bir kereden mezarlığa girdiler. Movses, ebeveyenlerinin sıcak mezar taşlarına başını koyup kaldı uzun süre.
Birkaç gün boyunca dağlar ve derelerden, taşlardan ve ağaçlardan çocukluğunun kokusunu aldı, aklındaki sisler yavaş-yavaş dağıldı.
24 Nisan 1915’in kara haberi Sasun’a ulaştı.
15 yıl önce Berlin-Bağdat demiryolunda çalışırken Alman dostunun “1898 yılında Almanya imparatoru II. Wilhelm, ülkesinin, Osmanlı Sultanı ile bütün dünyaya yayılmış olan 300 milyon Müslümanın ebedi dostu olduğunu ilan etti”,- diyerek, Alman-Osmanlı ittifakıyla ilgili uzağı gören iması geldi Movses’in aklına.
Ülkede zulüm vardı. Birinci Dünya Savaşı, on yıllarca planlanan ve bazı Avrupa ülkeleri ile Ermeni düşmanı kurumlar tarafından gizlice desteklenen Ermeni katliamları için en uygun zamandı.
Herkes evini bırakıp dağlara kaçtı. Bir kısmı mağaralarda saklandı. Güzel kadın ve kızları kaçırdılar. Kürtler, birçok Ermeni çocuğunu Müslümanlaştırıp, çoban veya uşak olarak çalıştırmak için götürdü.
Mağaralarda her şey suskundu.
Genç gelin, önlüğünü ağzına tıkayıp, sessizce dövünerek iki ölen çocuğunun yasını tutuyordu. Yüreği hızla çarpan Movses, gözyaşlarını içine akıtıyordu.
Kır saçlı bir ihtiyar, göç yolunda çocuklarına yük olmasın diye mağarayı geceleyin terk ettiklerinde kendisini orada bırakmaları için oğluna rica ediyordu.
Az ilerde, 10 günlük açlığa artık dayanamayan bir çiftçi doyumsuz bir şekilde toprak yiyordu. Movses, yarı karanlıkta inleyen yaşlı ninenin, hiç değilse rahat ölebilmek amacıyla önlüğünün cebinden makası çıkartıp damarlarını kesmeye başladığını fark etti.
Movses, başını ellerinin arasına aldı, aklı yine bulanıklaşmaya başlamıştı, tekrar her şey birbirine girmişti.
Ertesi gün, kendisine sadık bir Kürt’ün eşliğinde, oğlunu arayan bir hekim geldi mağaraya. Tigran, hekimden Movses’e bakmasını rica etti. “Onun hakkında hiçbir şey söylemeye gerek yok, her şey ortada. Yüreğinde derin bir infial var, aklı bulanıklaşmış ve tedavi edilemez. Fakat uzun yaşayacak ve ancak yaşı çok ilerlediğinde tekrar aklı başına gelebilir”,- dedi hekim ve mağarayı gizlice terk etti.
1916 yılının ilkbaharıydı. Muş ovası kırmızı laleler içine gömülmüştü. Asi rüzgâr çiçeklerin kokusunu alıp, binlerce perişan göçmenin bulunduğu mağaralara ulaştırıyordu. Rus ordusu bölgeye ulaşır ulaşmaz Muş ovası, birkaç gün içinde on binlerce göçmenle doldu. Baloların Mihran’ın oğlu Harutyun Halep’e gitti. Tigran, Krikor ve Movses ise, hayatta kalmış olan akrabalarıyla birlikte göçmen grubuna katıldı. Zaman-zaman Movses’in beyninde keskin bir acı gibi Anahit’in sözleri uyanıyordu, “Aydsemnik, üç ay boyunca siyah elbiseler giymiş, ölümünü arıyordu”. Mültecilerin grubu sınırsız bir acı ve tesellisiz özlemin ağır yükü altında, kanlı yollardan Ana Araks’a (Aras Nehri), Doğu Ermenistan’a doğru gidiyordu.
Dört sene dolandıktan sonra memleket hasreti onları sınıra yakın olan bir yere, yeniden memleketi görmenin yakında nasip olacağı ümidiyle Masis (Büyük Ararat) ile Aragats dağlarının kucağında saklı Aşnak Köyü’ne getirdi.
Bin bir acıyla dolu yıllar geçti. Movses artık 80’ine yaklaşmıştı. Normal bir sabahtı. Evdekiler şaşkınlıkla Movses’in kitap okuduğunu fark etti. Az sonra da kardeşinin torunlarına yabancı dil derslerini açıkladı ve karmaşık matematik problemlerini çözdü. Herkes büyük bir sevinç içindeydi. Mağaradaki hekimin “Ancak yaşı hayli ilerlediğinde aklı berraklaşır” sözlerini hatırladılar. Yedi dil bilen Movses Vardanyan’ın aklı tekrar berraklaşmış, sisler dağılmıştı.
Seksenlik Movses, ağır bir rüyadan uyanmış gibi, sabahtan akşama kadar, daha önce Halep’teki Karasun Mankants kilisesinde ve İskenderiye’deki Fransız üniversitesinde bir kez okumuş olduğu tarihi ve milli içerikli kitapları okuyordu.
Bir gün Movses kitap okurken, kardeşi Krikor’un torunları yanına koştu, “Movses dede, Movses dede, bir kız kardeşimiz doğdu, adını ne koyalım?” Movses’in gözleri kitap sayfalarında donup kaldı. Sorgulayan bir bakışla Aydsemnik ona bakıyordu. “Aydsemnik, Aydsemnik, Aydsemnik” diyerek kardeşinin torunlarına sıkıca sarılıp, başını göğüslerine yaslayarak gözyaşlarını saklamaya çalıştı. Gözyaşları kuruyana kadar uzun süre bu şekilde kaldı.
O gece Movses rüyasında Aydsemnik’i gördü. Beyaz elbiseler giymişti. Boş şarap bardağı dudaklarında donmuş kalmıştı. Sabahleyin, yeni doğmuş bebeği Movses’in odasına getirip, kundağı kucağına verdiler ve herkes sessizce odadan çıktı. Kır saçlı Movses, bir günahkâr gibi kundağı öpüp, bebekle konuşuyor, sorular sorup, cevap bekliyordu. Rüyasındaki beyaz elbiseli Aydsemnik, beyaz kundağın içinden kendisine bakıyordu.
1950’larda Ermenistan’ın Talin ve civar bölgelerinde İngilizce, Fransızca, Arapça, Türkçe ve daha başka dillerde resmi yazılar çevirebilip, yurtdışına resmi mektuplar yazan biri yoktu. Devlet memurları ve vatandaşlar sık-sık Movses’i ziyaret ederlerdi. Kontrol edilmemiş bir verinin Sovyetler Birliği’nden kapitalist ülkelere sızmaması için, onlarla birlikte Milli Güvenlik Komitesi çalışanları da gelirdi mutlaka. Özellikle de Movses’in kardeşi Tigran’ın, Sovyet karşıtı unsur ve halk düşmanı olarak 1937 yılında Sibirya’ya sürgün edilmiş biri olduğundan dolayı.
Movses, göçün hâlâ devam ettiğini sanıyordu. 1963 yılının bir sabahında Movses yengesini yanına çağırdı. “Ustiyan, ben ölüyorum. Bana öz çocuğun gibi baktığın için teşekkür ederim. Sendem son ricam senin için bir gönül borcu olsun, Aydsemnik’i sakın dövmeyesin, çocuğa kötü laf söyleme, yüreğim acır. Ben Aydsemnik’imin yanına gidiyorum, o başkaydı. Beyaz elbise giymiş çoktan beni bekliyor”. Movses’in bilge ve yorgun göz kapakları yavaşça kapandı, son kelimesi dudaklarında donup kaldı, Aydsemnik….
Türkçeye çeviren: Sofia Agopyan
Akunq.net
[1] Mosin-Nagant, Rus yapımı, elle kurmalı piyade tüfeği.