Adil Hafıza İnisiyatifi olarak son dönemin konuşulan isimlerinden biri olan gazeteci yazar Etyen Mahçupyan’la Başdanışmanlık sürecini, 1915 olaylarının 100. yılı münasebetiyle yaşanacak muhtemel gelişmeleri, 24 Nisan’da gerçekleşecek Çanakkale kutlamalarının ne ifade ettiğini, Türkiye–Ermenistan ilişkilerinde barış sürecinin ana paradigmalarını konuştuk.
SADECE 3 DAKİKADA KARAR VERDİM
Öncelikle Başdanışmanlık sürecinden bahsedebilir misiniz? Bunu Türkiye’de yaşanan değişimin bir işareti olarak görebilir miyiz? Nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’deki özgürleşmenin, demokratikleşmenin İslamî kesimdeki bir dönüşümle mümkün olabileceğini düşünüyorum ve o da halihazırda yaşanıyor. Bu değişimi görüyorum, içindeyim. Dolayısıyla benim bu harekete destek vermemem mümkün değil. Türkiye’ye bir demokrasi düzeni gelecekse bu, İslamî kesimin oy verdiği, çoğunluğu taşıyan parti eliyle gelecek. Dolayısıyla, hatasıyla sevabıyla bu partiyi destekliyorum. Başbakan Ahmet Davutoğlu, zaten entelektüel ve akademik olarak benim her zaman beğendiğim birisiydi. Onun başarılı olmasını bir arkadaşı olarak zaten isterim. Danışmanlık teklifini kabul etmek benim için üç dakikalık bir karar aşamasından ibaretti. Beraber çalışmak istediğini ifade ettiği zaman, “Tabii ki” dedim. Yani bu kadar basit bir şey. Çevremdeki insanlar da benim bu fikirlerimi bildikleri için yadırgamadılar.
CUMHURİYET TARİHİ İÇİNDEKİ EN YÜKSEK BÜROKRATİK SEVİYEDİR
Başbakana başdanışman olmanızdan sonra olumlu-olumsuz tepkiler gelmiştir muhakkak; bu tepkileri nasıl değerlendirdiniz?
Benim gördüğüm kadarıyla toplum üzerinde ve yine özellikle İslamî kesimde epeyce olumlu bir etkisi oldu. İnsanlar beni tebrik ederken bir o kadar da AK Parti’yi tebrik ettiklerini söylüyorlardı.
Şöyle söyleyeyim benim danışmanlığım Ermeni meselesiyle çok yakından bağlantılı değil. Çünkü ben Ermeni olmasaydım da değişen bir şey olmayacaktı. Davutoğlu’nun bana bakışı, benim ona bakışım, ya da şu anda yaptığımız işler değişmeyecekti. Sonuç olarak Başbakan Davutoğlu’nun da söylediği gibibenim bulunduğum konum Cumhuriyet tarihi içindeki en yüksek bürokratik seviyedir. Bunun tabii ki sembolik, dolaylı bir anlamı var. Ve şöyle, çok önemli bir mesaj veriyor: Bugünkü hükümet, tarihe, vatandaşına ve değişik kimliklere bakarken etnik ayrımcılık yapmayan bir hükümet.
BU HÜKÜMET VAR OLDUĞU SÜRECE DEVLET DE ADIM ADIM DEĞİŞECEK
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başbakanlığı döneminde verdiği 1915 Taziye Mesajı’nı nasıl değerlendirebiliriz? Bu adımdan sonra nasıl bir adım bekliyorsunuz?
Taziye mesajının, samimi olduğu çok açık olan bir arka planı var. İslamî duyarlılığı olan bir hükümet var ve dünyaya bakışında adalet kavramı üzerinden tavır alarak mağdur ve mazlum olanların yanında duruyor. Şu anda mesela Türkiye’de 2 milyona yakın Suriyeli göçmen var. Bunların içinde Ermeni de, Hıristiyan da, Kürt de var. Hükümette adalet kavramını öne çıkartarak Osmanlı sistemini çağrıştıran ve o dönemin bakışını hatırlatan bir yaklaşım söz konusu. Bunun içine baktığımız zaman da aynı tavrı görebiliyoruz. Mesela vakıf mallarıyla ilgili sorulara AKP seçmeni de, yönetim kadrosu da geri verilmesi gerektiği yönünde bir fikir birliği içerisinde cevap veriyor. Ya da mesela Ruhban Okulu’nun açılması gerektiğini savunuyorlar. Henüz açılmamış olsa bile hükümetin “doğru” algısının Türkiye’deki eski devlet anlayışının “doğru” algısından çok farklı olduğu görünüyor. Bu çok daha insanî ve çok daha kucaklayıcı olan başka bir doğru. Böyle somut şeyler olunca taziye mesajının da bir yere oturduğunu görüyorsunuz, havada durmuyor yani. O bakımdan bir samimiyet olduğu açıktır. Bu mesele aynı zamanda bir devlet meselesidir. Çünkü bunun devamında “tazminat ya da toprak talebi olur mu?” gibi sorular hâlâ Türkiye’deki insanların belleğinde ciddi bir yer tuttuğu için, hükümetin devlet sorumluluğu içinde davranması gerekiyor. Bunun bir dengesi olmak zorunda. Hükümet var olduğu sürece, Türkiye de devlet de adım adım değişecek.
YENİ BİR İLİŞKİ SİSTEMATİĞİ YARATILACAK
Taziye mesajı bundan sonra gelecek adımların habercisi olabilir mi? Bu adımları ‘Çözüm Süreci’ ile kıyaslamak mümkün müdür? Yani Ermeni Meselesi’nde de 5-10 sene içerisinde şimdi ihtimâl dahi veremediğimiz şeyleri konuşabiliyor olacak mıyız?
Türkiye’deki devlet-vatandaş ilişkisi bağlamında yapılması gereken bir sürü şey var. Zaten o da belli bir tempoyla yapılıyor ve yapılmaya da devam edilecek. Azınlık okullarının durumu, Patrikhane’nin tüzel kişilik meselesi, Ruhban Okulları, belki gayrimüslimleri temsil noktasında sadece Patrikhane olmasın diye bir sivil toplum kuruluşunun desteklenmesi ve onun -belki- yarı resmiyet kazanması gibi adımlarla Türkiye’de yaşamakta olan gayrimüslimlerin hakları önümüzdeki süreçte geniş bir şekilde ve gelecek 10 sene içerisinde de tamamen verilecektir.
Öte yandan bir de Türkiye-Ermenistan ilişkileri meselesi ve 1915’in kendi başına bir ağırlığı var. Türkiye’nin bu alanda da adım atmak, artık bu eski ayak bağlarından kurtulmak istediğini düşünüyorum. Ama tabii devletlerarası ilişkileri düzenlemek öyle kolay olmuyor. Çünkü devletler, bu dönemde biraz arkaik kaldılar. Yani hâlâ ulus-devlet mantığıyla bakıyorlar. Ulus-devlet mantığı bu tür problemleri çözmek için fazlasıyla kısır bir yapı. Bu dönemde ulus-devletler hâlâ kabul gördüğü için öyle bakmaya da mecburlar belki. Ama bence küresel dünya, bu ülkeleri adım adım işbirliğine zorlayacak. Ve işbirliğinin olumlu getirileri ortaya çıktığı ölçüde bu arkaik düşünceler kırılacak, bariyerler kalkacak diye düşünüyorum. Bu alanda atılacak adımların tek taraflı değil, iki taraflı olması gerekiyor. Tabii bu meselenin ne kadar komplike olduğunu da biliyoruz. Çünkü bunların yanında bir Azerbaycan, bir de Karabağ hikâyesi var. Bu yüzden çözümün kısa vadede gerçekleşmesi mümkün değil. Aynı anda Ermenistan-Türkiye sınırı açılacak, aynı anda Karabağ sorunu, Ermenistan ve Azerbaycan’ın anlaşabileceği bir noktada çözülecek ve aynı anda bu üç ülke arasında yeni bir ilişki sistematiği yaratılacak. Bunların da ancak bir paketle gerçekleşebileceğini düşünüyorum. Yani bütün bu sorunları aynı anda çözebilecek bir paket gerekiyor. Bu çözüm paketi şu anda bir hayal gibi durabilir. Ama yapılabilecek fazla bir şey yok. İnsanların çözüm olmayınca çözümsüzlüğe alışması belli bir statüko yaratıyor ve o çözümsüzlükle daha 20- 30-50 sene yaşanabiliyor. Şu anki durum maalesef biraz böyle.
ÇANAKKALE KUTLAMALARININ 24 NİSAN’DA YAPILMASI BELKİ DE ERMENİ MESELESİNİ DE DAHA RAHAT KONUŞABİLMENİN BAŞKA BİR YOLUDUR
Çanakkale Zaferi kutlamaları bu yıl, yani 1915 olaylarının 100. yılında 24 Nisan’da yapılacak. Toplumsal hafızanın ya da tek bir bireyin gözünden bakarsak bu hamleyi nasıl yorumluyorsunuz?
Bu noktada çok serbest düşünelim. 24 Nisan diye bir anma töreni zaten vardı. Anzaklar gelip kendi kendilerine anma yapıyorlardı ve bu törenlere her sene Türkiye’den daha fazla insan katılıyordu. Çünkü törenler, bir tür festival gibi oluyordu. Şimdi Türkiye devleti ev sahibi olarak bu anma törenine sahip çıktı. Burada önemli olan herhangi bir törenin bir diğerini gölgelememesi olmalı. Buna şöyle bakabiliriz: 24 Nisan’ın Ermeni meselesi ile bağdaştırılarak anılmasının önüne geçilmediği hatta önü açıldığı ve daha da açık bir şekilde hatırlandığı sürece Çanakkale Zaferi, neden 24 Nisan’da kutlanmasın? Onun yanında başka şeyler de hatırlanacaksa tabii ki hatırlanabilir. Bunda bir sorun yok. İkinci bir serbest düşünce çizgisi daha öne sürebiliriz. Diyebiliriz ki İslamî kesimin özellikle genç neslinde özgürlükçü bir bakış hakim ama Türkiye siyasî olarak hâlâ muhafazakâr ve milliyetçi bir toplum. Dolayısıyla Ermeni meselesi ve diğer tarihî meselelerde toplumu problemin içine çekmek ve algıları kuşatmak istiyorsak o zaman farklı dengeleri gözetmemiz lazım. O zaman belki 24 Nisan’da Anzak anma törenlerine destek sağlamak, 24 Nisan’da Ermeni anmasını yapmayı da kolaylaştırabilir. Çünkü siz, başta milliyetçiler olmak üzere toplumun her kesimine bir şey söylemiş oluyorsunuz. Biz bunu da önemsiyoruz diğerini de önemsiyoruz demiş oluyorsunuz. Böyle bakarsanız Çanakkale kutlamalarının 24 Nisan’da yapılması belki de Ermeni meselesini de daha rahat konuşabilmenin başka bir yoludur.
DİNK DAVASI DEVLETİNİN KENDİSİYLE YÜZLEŞME DAVASIDIR
Bir yanda 1915 olayları tazeliğini korurken Hrant Dink’in öldürülme olayı yaşandı. Aradan geçen 8 yıl ve davanın bugün durduğu yer, sonuca yaklaştığımıza dair umut vadediyor mu?
Yargı sistemin handikapları yüzünden yargı süreçleri de siyasî ortamdan etkilenir. Yargıçlar risk almak istemezler. Öte yandan Hrant Dink davası tamamen kendine özgü bir dava. Çünkü suçlu belli, suç aleti belli, failin itirafı var. Aslında böyle bir dava bir aydan fazla süremez. Dava bitmiştir esasen. Ama herkes bunun bir arka planı olduğunu bildiği için mahkeme karar vermiş olmasına rağmen dava uzatıldı. Ve karar verdiği gün savcı, “Ben bu kararı kabul etmiyorum” dedi. Onu bırakın kararı veren hakim bile üç gün sonra “Ya bu karar aslında çok da içime sinmedi.” dedi. Zaten savcının yanında duran bir soruşturma dosyasının davası yeniden açıldı ve esas dava nihayet masaya geldi. Yani Hrant’ın öldürülmesi bu anlamda küçük bir dava, bir cinayet. Arka planda bir buçuk seneye yayılan bir süreç, bütün bu olaylardan haberdar olmuş, hiç bir şey söylememiş ve yapmamış bir grup, geniş bürokrasi kadrosu var. Esas dava şimdi bu insanların yargılanmasıdır. Çünkü bu dava artık Türkiye devletinin kendisiyle yüzleşme davasıdır. Bu tarz yüzleşmeler de ancak siyasî ortam müsait olduğu zamanlarda olabiliyor. Çünkü bu bir devletin kendisiyle yüzleşmesi ya işgalle ya savaşta alınacak bir yenilgiyle ya da benzer travma ile olur. Öyle bir travma yaşanmadan bu yüzleşme mümkün değildi. AK Parti hükümeti, yakın zamanda yaşanan cemaat- AK Parti kavgası ve sonucunda açılan mesafe sonrasında bütün bu süreç içerisinde en kritik yerlerde olan cemaat mensuplarının varlığını, bir şekilde teslim etti. Yani bu davanın onlar üzerinden şimdi yeniden açılması mümkün oldu. Cemaat içerisindeki iki isim, Ramazan Akyürek ve Ali Fuat Yılmazer, Trabzon’u, Ankara’ya bağlayan bütün bu istihbarat ağının içindeler ve süreç içerisinde olayla ilgili kritik ve farklı pozisyonlarda bulundukları için olaydan hem çok önceden -ihbarlar dolayısıyla- haberdarlar hem de sonrasında yaşanan süreci ayrıntılarıyla biliyorlar. Bu davanın tek suçlularının bu ikisi olması zaten mümkün değil. Ama en azından burada üst düzeyde iki isim ve onların çevresinden hareketle anlamlı bir arka plan açılımının olacağını düşünüyorum.
YENİ NESİLDE YENİ BEKLENTİ OLUŞMUŞ DURUMDA
20 Ocak’ta Başbakan Davutoğlu’nun Hrant Dink’in ölüm yıldönümünde 8 dilde yayınlanan açıklaması politik anlamda gelgit gibi görünen ilişkiler açısından ne ifade ediyor? Bu açıklamadan sonra nasıl bir adım bekliyorsunuz?
Türkiye’nin çok karışık bir yapıda olması ve aynı anda birçok şeyin yaşanması Türkiye’deki en büyük handikaplardan biridir. Herhangi bir konudaki herhangi bir mesajın Türkiye’deki bir insan için çok abartılacak bir değer taşıdığını sanmıyorum. Çünkü çok fazla şey var. Ancak bunlar, üst üste biriktiği zaman kaçınılmaz olarak bir geri dönüşümlü bir kültür yaratıyor ve yeni bir beklenti düzeyi oluşuyor. Bu yeni beklenti düzeyi özellikle yeni nesilde yerleşmiş durumda. Bu şekilde bir strateji 3-5 sene sürdüğü zaman hiç ummadığınız meyveleri birdenbire almanız mümkün olur. Bu mesajlar, şu anda çok etkili gözükmeyebilir ama bunlar 3-5 sene üst üste geldiği zaman artık başka bir atmosferin içindesiniz demektir. Türkiye’de bu atmosferi taşıyacak insan grubu da hızla artıyor.
O YUMRUYU YA YUTMAK YA DA ATIP RAHATLAMAK İSTİYOR
Türkiye’de hem toplumsal hem siyasetin dilinde son yıllarda bariz bir değişim gözleniyor. Türk-Ermeni ilişkileri özelinde düşünür, bu meseleyi siyasi arenadan toplumsal çizgiye çekersek; değişen- gelişen hangi noktaları görmemiz mümkün? Müslümanlar, gayrimüslimler, Türkler, Kürtler, diğer halklar ve Ermeniler bu meseledeki korkularını yenmek için hazır mı?
Öğrenci transferleri, iki ülkeden sanatçıların ilişkileri, müzik-tiyatro gibi alanların etkisi, akademik dünya aracılığıyla hazırlanan konferanslar, toplumu bu konularda çok uzun zamandan beri çok dinamik bir yapıya kavuşturdu. Şu anda Ermeni meselesini yerel bazda çalışan çok sayıda Türk akademisyen var. Ve bunlar, dünyanın her yerinde çalışıyorlar; bu konuda çok üretkenler. Önü alınamayacak bir enerji var. Ve bu enerji kaçınılmaz olarak akmaya devam edecek. Bu akışın sosyal etkinlikler tarzında yapılması da söz konusu. Tiyatro festivali yapılıyor, peynir festivali yapılıyor falan filan. Bunlar da artacak muhtemelen. Çünkü insanlar bunu istiyor. Yani iki tarafta da insanlar hatırlamak, ilişkileri yeniden kurmak ve bir türlü yutamadıkları o yumruyu ya yutmak ya da atıp rahatlamak istiyor. O yüzden de aşağıdan gelmesi beklenen o baskı zaten mevcut ve hükümetin tavrıyla aşağıdaki o enerji, şu anda bir rezonans bulmuş durumda. Bu tabi önümüzdeki dönemde daha da sinerjik bir unsur haline gelecek. Çünkü bu işler, 7-8 sene önce ilk başladığında böyle bir hareketlilik sadece aşağıda vardı, devlet kanadında böyle bir dinamizm gözükmüyordu. Şimdi toplumdan devlete herkesin rahatladığı bir dünyadayız.
24 NİSAN 2015’TEN SONRA ÇOK DAHA RAHAT BİR DÖNEM BAŞLAYACAK
Sonraki süreçte neler yapılmalı ve siz neler bekliyorsunuz? Tazminat, toprak talebi ya da emval-i metrukenin iadesi gibi mevzuların konuşulması ya da kabul edilmesi söz konusu olabilir mi? 1915 olaylarının 100. yılında bu konuda devletten beklediğiniz şeyler nelerdir?
24 Nisan’ın 100. yıl kutlamaları bir sürü insanı paralize etti. Bu dönem sanki radikal tutumların daha anlamlı olduğu bir dönem. O zaman da, “ya şu geçsin sonra yapalım” hissi daha baskın oluyor. Bence 24 Nisan 2015’ten sonra çok daha rahat bir dönem başlayacak. Her iki tarafta da insanlar bu projeleri öne çıkaracaklar diye düşünüyorum. Çok büyük bir ihtimalle Türkiye’de AK Parti hükümeti de bir dizi projeyle bu seneyi bir şekilde kuşatacak. Kültür, mimari ve müzik ekseninde geliştirilecek kaynaşma projeleri, restorasyonlar vs. bir yıl boyunca ve belki daha da ileriye uzanan bir süreçte tutumları bir şekilde değiştirecek. Uygulanması düşünülen yeni projelerde insanları teşvik edici bir ortam geliştirilecek. O projeler gündeme geldikçe destek ve para bulmak da kolaylaşacak. O noktada da hayalimizin ötesinde – olumlu anlamda-bir sürü projenin çıkacağını düşünüyorum.
AGOS’UN, ERMENİLERİ TEMSİLİ ASGARİ SEVİYEDE
Siyasetin dili bir çeşit ötekileştirmeye sebebiyet veriyor aslında. Diğer taraftan toplumsal dil de medya dili de bu değişim sürecini kendi içinde yaşıyor. Mesela sizin genel siyasî tutumla ilgili düşünceleriniz barışa yönelik yapıcı eleştiriler barındırırken Hrant Dink’in mirası olan AGOS Gazetesi son yıllarda daha sert bir dil kullanmayı tercih ediyor. AGOS’u bu dili tercih etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Açıkçası AK Parti aktörün kendisi. Burada AK Partili olma ve AK Partili olmama durumu söz konusu. Zaten seçimlerde görüyoruz yüzde 50’ye yüzde 50 gibi bir oy dağılımı var. AK Parti, orta yere öyle bir gelecek tasavvuru koyuyor ki şu anda, yeni orta sınıflar, çevrenin merkeze gelmesi gibi ciddi toplumsal değişimler ve akımlar oluyor. Geçmişte kalan ve kendini kaybolmuş hisseden insanlar var. Laik kesimin bir kısmı, solcuların da hemen hepsi böyle. Dolayısıyla burada ideoloji çok daha fazla ön plana çıkıyor. Yani bir solcu olarak, bir laik kesim solcusu olarak, bir AK Parti karşıtı laik- solcu olarak Ermeni meselesine bakmanın doğal sonucudur bu. Böyle baktığınız zaman hiçbir şeyi beğenmezsiniz, her şey eksik kalır, her işte hata ararsınız vs. Ama Ermeni cemaatinin genel durumunda yani sokaktaki adamın algısında tam tersi bir durum var. Sokaktaki Ermeni, son 10 senenin Cumhuriyet tarihinde olmadığını ve böyle bir dönemi yaşamadığını kabul ediyor. Şimdi yaşıyor ve takdir ediyor. O yüzden de Agos giderek daha az bir Ermeni gazetesi artık. Bence daha çok sol görüşlü laik- aydın gazetesi. Onun için Ermenileri temsil etme yeteneği de asgari seviyeye inmiş durumda. Ama öyle düşünen bir kesim var ve onlar da var olacak. Bu yüzden onların da bir sesinin var olması lazım. Onların da itirazlarının hepsini yabana atamazsınız tabii. O itirazların içinde doğru-dürüst içerikte olanlar da var.
KARABAĞ’IN KİLİDİNİ TÜRKİYE-RUSYA İLİŞKİLERİ AÇAR
Türkiye, Ermenistan, Azerbaycan, Rusya ve Kafkaslar bölgesinde ciddi değişimler yaşanıyor. Diplomatik ilişkiler noktasından Türkiye-Rusya ilişkisini ve bunun genelde bölgeye özelde de Ermenistan-Azerbaycan meselesine nasıl bir etkisi olabilir?
Bu çok kritik bir soru. Ermenilerle, Azerilerle ve aydın seviyesiyle böyle sıradan rahat bir sohbette “ya nasıl bitecek bu Ermenistan- Azerbaycan meselesi?” diye sorduğunuzda iki taraftan da genellikle aynı cevabı alıyorsunuz: “Rusya ne zaman isterse o zaman bitecek”. Şimdi eğer Türkiye-Rusya ilişkileri farklı bir boyuta doğru giderse, o zaman Ortadoğu’ya değen kısmıyla beraber bütün bu Kafkas dünyası başka bir hakemlik müessesesinin etki alanına girebilir. Ermenistan-Azerbaycan sorunu, Karabağ sorunu ve bölgedeki diğer çıkmazların zamana yayılarak daha yumuşak bir tavırla çözümlenmesi mümkün hale gelebilir diye düşünüyorum.
http://adilhafiza.org/?p=4174
Leave a Reply