Özcan Alper’in yönettiği ‘Gelecek Uzun Sürer’, 100 yıla yayılan sorunlarımızı bir kez daha yüzümüze vuruyor. Hâlâ sıcaklığı devam eden bir konu üzerinden bizi yüzleşmeye çağırıyor. Böylesine el yakan bir konuda gelecek rüyasına yatan Alper, şimdiye kadar farklı yönleriyle ele alınan JİTEM ve Kürt sorununa ‘sesler’ üzerinden yaklaşıyor. Alper, ‘başkasının’ acılarına bakıyor, hem de bir gözünü kapatmadan.
Tarihimizle övünmeyi pek çok milletten iyi biliriz, fakat son üç asırdır sorunlarımızla yüzleşmede hep sınıfta kalmışız. Hatta yüzleşme süreciyle muhatap olmamak için çoğu zaman sorunları hasıraltı etme yoluna gitmişiz. Ermeni tehciri, Kürt sorunu, 6-7 Eylül olayları… Sadece ülkenin ve milletin kaderini belirleyecek siyasi-sosyal konularda değil, hemen her konuda bu tavrımız olmadık zamanlarda tezahür edip geleceğimizi tayin ediyor. Bunun son örneğini futbolda yaşadık. Meseleyi birkaç kişiye fatura edip hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ettik. Üstelik çocukça bir safiyetle, bu meselenin daha büyük bir problem halinde karşımıza çıkmayacağını düşünüyoruz. Toplumsal tecrübelerimizden biliyoruz ki, öyle olmayacak. Her zamanki gibi, geçmişteki sorunları hiç olmazsa ‘bugün’ çözmek için adım atmayan, bu yüzden de geleceğini kaybeden yahut o mutlu geleceğin geliş süresini tehir eden bir kaderi kendi ellerimizle hazırlıyoruz.
Bugünlerde ‘Kürt Sorunu’ diyerek adını koyduğumuz mesele, otuz değil 100 yıllık bir mesele. Fakat, her nesilde aynı şeyleri tekrar tekrar yaşamaktan ne zaman usanacağımız belli değil. Cassandra’nın rüyalarında sürüp giden kısır döngüye hapsolmuş gibiyiz. Ne gariptir ki, hemen her dönem birileri çıkıp sorunları ve çözümleri tüm çıplaklığıyla önümüze koysa da durum değişmiyor. Geleceği çizmek için fikrini, emeğini hatta hayatını ortaya koyan insanlara, kötü bir rüya görmüş Cassandra muamelesi çekiyoruz. Onları dinlemediğimiz gibi, başımız her sıkıştığında Herkül edalı kötürümlere bel bağlıyoruz.
Özcan Alper’in ‘Gelecek Uzun Sürer’ filmi, bu acı gerçekleri bir kez daha yüzümüze vuruyor. Hâlâ sıcaklığı devam eden bir konu üzerinden bizi yüzleşmeye çağırıyor. Şimdiye kadar farklı yönleriyle sinemamızda ele alınan JİTEM ve Kürt sorununa ‘sesler’ üzerinden yaklaşıyor yönetmen. İstanbul’da bir üniversitede müzik araştırmaları yapan Sumru (Gaye Gürsel), ağıt derlemeleri ile ilgili yaptığı tez çalışması için ülkenin güneydoğusuna yolculuğa çıkar. Bölgeye yabancı olan Sumru, yaptığı derlemelerle meselenin ne kadar ‘derin’ olduğunu da kavramaya başlar. Sumru, derlemeleri sırasında Diyarbakır sokaklarında korsan DVD satan Ahmet (Durukan Ordu), 1915 tehcirine maruz kalmış Antranik amca (Sarkis Seropyan) ve bölgedeki diğer insanlarla konuşarak 100 yıllık acılara tanıklık eder.
‘SES’İME GEL…
‘Gelecek Uzun Sürer’, başkarakteri Sumru gibi, seyircisine de dışarıdan içeriye doğru bir yolculuk yaptırmayı murad ediyor. Baştaki romantik hava, zaman ilerledikçe yerini acıların ağırlığına bırakıyor. Özcan Alper, ağıtlar ve gerçek hikâyelerin yer aldığı derlemeler vasıtasıyla izleyicisini bölgedeki insanların ‘ses’ine çağırıyor. Böylece Kürt meselesi, ilk kez sesler üzerinden dile getiriliyor. Hatta, dönemin tanıklarının, 90’ların başında JİTEM’in yaptıklarını anlattığı dehşet hikâyelerden sonra “Bu kadarı da olur mu?” diyecekler için araya ‘parça’ atıyor. Bir çocuğun Özel Harekat tarafından sürüklenerek götürülüşünün gerçek görüntüsünü izliyoruz. Tabii ki o çocuktan bir daha haber alınamıyor. Bir belgeselden alınan bu görüntü dışında yönetmen hep seslere kulak vermemizi istiyor. Ajitasyona hiç yeltenmiyor. Meseleye olabildiğince soğukkanlı ve siyasi tuzaklara düşmeden yaklaşıyor. Hatta bu tavır, filmi biraz ‘soğuk’ gösterebilir. Fakat Alper’in derdi, meselenin odağındaki ‘insan’. Filmin girişinde, Cesare Pavese’nin “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?” sözüne atıf yapması da bu niyetini ortaya koyuyor. Açılıştaki, küheylanın yarım kalan koşusu ne kadar etkili olsa da, yıkık dökük kilise filmin anlatmak istedikleri için daha uygun bir metafor. Kapısını kapatınca, dışarıdan hiçbir sorun görünmüyor; ama binanın içi harap vaziyette. Sorunları çözme yöntemimizden, onlarla yüzleş(e)mememize kadar ‘biz’e ait nakısalar o yıkık dökük yapının içinde saklı.
Teknik yönden, Feza Çaldıran, görüntü yönetiminde yine seyirlik bir iş çıkarıyor. Oyunculuklarda Durukan Ordu, Altın Koza’da aldığı ödülü hak ettiğini gösteriyor. Gaye Gürsel ise karakterini yeterince derinleştiremediği için, yönetmenin bilinçli tercihiyle meseleye mesafeli yaklaşan filmi, olması gerektiğinden daha soğuk bir havaya büründürüyor. Filmin bazı bölümleri ve diyalogları entelektüel sürmenaj hissi uyandırabilir, bu yüzden de ‘dağınık’ gelebilir. Fakat Özcan Alper, bir ucu 1915’e uzanan diğer ucundaki düğümü ise hâlâ çözemediğimiz asırlık bir meseleye cesurca bakarak gelecek rüyasına yatıyor. Alper, bu kez, sıcaklığını her daim korumasıyla el yakan böylesine çetin bir meseleden herkesin altına imza atacağı bir gelecek rüyası devşiriyor. Ama, hâlâ süregelen acılardan dolayı biraz kırık bir rüya. Her şeyden öte, Türk sinemasında hiç yapılmayan bir şeyi yapıyor Özcan Alper; ‘başkasının’ acılarına bakıyor, hem de bir gözünü kapatmadan.
Gelecek Uzun Sürer
Yönetmen: Özcan Alper
Oyuncular: Gaye Gürsel, Durukan Ordu, Sarkis Seropyan, Osman Karakoç
11.11.11
http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1200739&title=haftanin-filmi-kirik-bir-gelecek-ruyasi&haberSayfa=1
Leave a Reply