Giriş
Nusayriler, genel olarak kendilerini “Alevi” diye niteleyen, anadilleri Arapça olan, Ortadoğu’nun varlığını halen sürdürebilen az sayıdaki otantik halkından biridir. Genelde içe kapalı, suskunluğu kendine temel düstur edinmiş Nusayriler çileli bir tarihin mirasçılarıdır. Ortodoks İslam inanç ve yaşam biçiminden farklı bir değerler sistemine sahip olan Nusayriler, farklı inanç ve yaşayışlarından dolayı tarih boyunca büyük zulüm ve baskılarla karşılaşmışlardır. Katledilmiş, göçlere zorlanmış, kimliklerini saklamak zorunda bırakılmış, yoksulluk ve sefalet içerisinde mücerret bir yaşama itilmişlerdir. Tüm bunların neticesinde gittikçe kabuklarına çekilmiş, kendilerini ifade etmekten imtina eder hale gelmişlerdir.
Haklarında birçok asılsız rivayet türetilen, sırrına, yeminine sadık bu topluluğu kısa bir makalede anlatmak kolay iş değil. Bizim de amacımız, ülkemizde azımsanmayacak bir nüfusa sahip Nusayrileri her yönüyle anlatmak değil, etnik köken tartışmalarını dikkate alarak ve önemli bulduğumuz bazı dönemleri vurgulayarak Nusayrilerin siyasal tarihinin bir özetini yaptıktan sonra, Türkiye’de ulusal devletin kuruluş sürecindeki rollerini, “yeni” rejimin Nusayrilere yönelik asimilasyonist tavrını ana hatlarıyla incelemektir.
İsim Tartışması: Nusayri mi Alevi mi?
İlk önce topluluğun ismi konusunda yürütülen tartışmaya değinmek gerekiyor. Burada iki önemli husus bulunmaktadır. İlki Nusayri isminin nereden kaynaklandığı, ikincisi de çalışmamızın konusu olan topluluğu Nusayri olarak nitelemenin doğru olup olmadığıdır.
Birinciden başlayalım: Nusayri isminin nereden geldiği konusunda birbirinden farklı görüşler bulunmaktadır. Nusayri kelimesinin kökeninde i) Nasrani (Hıristiyan) kelimesi, ii) Latince nazerini kelimesi, iii) Kûfe’deki Nasuraya köyünün ismi, iv) Şii şehitlerinden olduğu iddia edilen Nuşayr ismi, v) M. İbn Nusayr’ın ismi olduğu ileri sürülür. Bu iddialar içinde en güçlüsü ve en genel kabul görmüş olanı sonuncusudur. Nusayriliğin kurucu önderi olarak kabul edilen Muhammet İbn Nusayr’ın isminden hareketle onun yolunu izleyenlerin bu adı aldığı iddiası bizce de iddialar arasından en güçlüsüdür. Önemli Nusayri şeyhlerinden ve yazarlarından Mahmut Reyhani, Nusayri isminin M. İbn Nusayr’dan kaynaklanmadığı, farklı kökenlere sahip olduğu şeklindeki iddiaların yakın zamanlara (19. yüzyıla) ait olduğunu, çoğunlukla müsteşriklerin fikirlerinden türediğini ifade eder ve Nusayri isminin tereddütsüz bir biçimde M. İbn Nusayr’ın ismine dayandığını açıklar. Konuyla ilgili farklı tarihsel kaynaklara bakıldığında da Nusayri nitelemesinin M. İbn Nusayr’ın ölümünün ardından, onunla ilişkili olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
İkinci husus, Nusayri adının söz konusu topluluğu temsil edip etmediğidir. Bugün Nusayrilerin önemli bir kısmı kendini Arap-Alevi olarak nitelemektedir. Nusayri ismi, Nusayriler tarafından yaklaşık bir asırdır çok fazla kullanılmıyordu (Nusayri uyanışı diyebileceğimiz hareketlerin -tarihsel-kültürel ilgi ve araştırma, sivil toplum örgütlenmesi vb.- neticesinde tarihsel bir bilinçlenme hali oluşmaya başlamıştır. Bunun ve Nusayrilikle ilgili akademik çalışmaların etkisiyle bu isim daha çok kullanılır ve sahiplenilir olmuştur). Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Fransızların Suriye’deki politikasının da etkisiyle Nusayriler siyasal alanda etkinlik/görünürlük kazanmış ve yüzyılların karalamalarının yarattığı kötü etkiyi silmek gibi bir amaç doğrultusunda kendilerini Nusayri değil de Alevi olarak deklare etmişlerdir. Bu tarihten sonra da Nusayri ismini kullanmamaya özen göstermişlerdir (öyle ki bu isim neredeyse unutulur olmuştur). Bugün bazı Nusayri ileri gelenleri (şeyhleri, kanaat önderleri) bu tavrı ısrarla sürdürmekte ve Nusayri olarak nitelenmelerinin doğru olmadığını, kendilerinin tek ve hakiki sıfatlarının Alevi olduğunu vurgulamaktadır. Fakat aynı topluluğun ileri gelenlerinden bir kısmı da gerek eserlerinde gerekse de kendileri ile yapılan mülakatlarda, bu ismin asırlarca tereddütsüzce kullanıldığını ifade eder ve kendilerini Nusayri veya Nusayri-Alevi olarak adlandırırlar. Örneğin Reyhani, M. İbn Nusayr’ın düşmanlarınca kötülenmesinin, ismine leke sürülmesinin karşısında bu ismin kullanımının sakıncalı görülmesini kabul edilemez bulur. Reyhani, “Muhammet bin Nusayr’ın Alevi [Nusayri] inancının temel yapısında çok önemli bir yeri vardır. Zaten [Nusayriler] inanç ve kültür metotlarını ondan almışlardır. O dışlanırsa yapımız çöker, o zaman uzun yıllar koruduğumuz, geçirdiğimiz bütün sıkıntı ve akıl almaz felaketlere rağmen sadık kaldığımız, yolunda canlarımızı seve seve feda ettiğimiz bu kutsal inancı yok yere harcamış oluruz…’’ demektedir. Kısaca yazar, Nusayri isminin kesinlikle M. Nusayr’dan geldiğini ve bu ismi kabul etmemenin haklı hiçbir gerekçesi olmadığını şiddetle savunur. Biz de tarihsel durum ve burada tartışmasına girme olanağımız olmayan Nusayri inanç yapısı göz önüne alındığında Reyhani’nin bu görüşlerinde haklı olduğunu düşünmekteyiz.
Etnik Köken ve Kısa Tarih
Birçok ‘içeriden ve dışarıdan’ dikkate değer araştırmacı, Nusayrilerin Arap kökenli olduğunu belirtir ve bunun bilimsel dayanaklarını ortaya koyar. Nusayrilerin anadilleri, yaşam biçimleri, sahip oldukları kültürel değerler, gelenek ve görenekler, bu topluluğun Arap etnisitesinden geldiğinin en büyük göstergeleridir. Ayrıca, bu topluluk mensuplarının nesep bağlarını gösteren aile isimlerinin, Tenuhi, Gassani, Hazreci, Kindi, Tai ve Taglibi gibi köklü Arap kabilelerinin isimlerinden gelmesi de Arap kökenli olmanın kanıtlarından biri olarak kabul edilir. Diğer bir kanıt olarak da ünlü tarihçi El Yakubi’den aktarılan şu cümleler gösterilir:
Lazkiye ahalisinin aslı Yemenli Selih, Zebid, Hemedan ve benzeri kabilelere dayanmaktadır. Cebele ahalisi Hemedan kabilesindendir. Aralarında Kays ve İyad kabilelerinden olanlar da vardır. Tartus ahalisi ise Kinde kabilesindendir. Bu bölgelerde yaşayanların sahip olduğu Arap kültürü, atalarından aldıkları en değerli miraslardan biridir.
Es-Salih, Nusayrilerin Araplığını kanıtlamak için başka belge ve kişileri de tanıklığa çağırır. Bunlar arasında, görece yakın tarihli, oldukça önemli tarihi bir belge de bulunmaktadır. Nusayri ileri gelenleri, 1936 yılında Lazkiye’nin Kırdaha beldesinde büyük bir toplantı düzenleyerek kendilerinin inanç yönünden (İslam dinine bağlı) Alevi, etnik köken bakımından da Arap olduklarını deklare etmişlerdir. Araplıkları noktasında sergilenen muammalı tavra karşı çıkarak, gelenek ve göreneklerinin, dillerinin, kültürlerinin, sosyal yaşantılarının, ahlak anlayışlarının vb. sayısız faktörün, Arap kökenli olduklarının kanıtı olduğunu vurgulamışlardır. Zaten asıl önemli olan da bu insanların kendilerini nasıl gördükleridir. Şayet kendilerini Arap etnisitesinden görüyor ve ısrarla bunun altını çiziyorlarsa, bu durum, etnik köken konusunda çalışılmasına engel olmamakla birlikte, etnik köken tartışmasının sonuçlandırılması için bizlere yeterli bir dayanak sunmaktadır.
Genel hatlarıyla tarihsel arka plana bakıldığında, Nusayrilik, Basralı bir kumandan olan Muhammed İbn Nusayr’ın önderliğinde ortaya çıkan, heterodoks/batini karakter taşıyan bir mezhep olarak karşımıza çıkar. Müslümanlar, Gadir Hum olayının ardından bir bölünme yaşamışlar ve Kerbela faciasıyla birlikte de bu bölünme derinleşmiştir. Hz. Ali’nin ve ardından da Ali evlatlarının öldürülmesiyle birlikte ipler iyice kopma noktasına gelmiş, Ali taraftarları, iktidara gelen Emevi hanedanına biat etmemiş, Ehlibeyt soyundan olan imamları önderleri olarak kabul edip, onların yolundan yürümüşlerdir. Ali taraftarları zaman içinde çeşitli kollara ayrılmış, birbirinden farklı anlayışları/yorumları temsil etmişlerdir. Bir kısmı -İsmaililer, Dürzîler gibi- imamlığın İmam Cafer es-Sadık’tan sonra oğlu İsmail’in soyundan yürümesi gerektiğini savunarak 12 İmam zincirinin 6. halkasında kopmuş; büyük çoğunluk ise İmam Cafer’in oğlu Musa el Kazım’ı izleyerek 12 imamcıları oluşturmuştur; bunlar içinden bazıları da aşırıcılıkla (Gulat-ı Şia olarak) nitelenmiştir. Bu “aşırı”lıkla nitelenen farklılaşmış gruplardan biri de Nusayrilerdir. Elbette, bu aşırı nitelemesi, nitelemeyi yapanların kabul ettikleri ölçütlerle, bir anlamda baktıkları yerle ilgilidir. Genelde Ortodoks İslam inançları esas alınarak Nusayriler aşırılıkla suçlanır. Onlar ise kendilerini kesinlikle “aşırı” olarak kabul etmezler.
Nusayrilerin tarihinde Hamdaniler Dönemi’nin özel bir yeri vardır. Özellikle Seyfüddevle (916?-967) önderliğinde Halep merkezli etkinliğin yoğunlaştığı (miladi 10. yüzyıla denk gelen) süreç, bir anlamda “Nusayrilerin Altınçağı”nı temsil etmektedir. Bu özel öneminden dolayı bu sürecin üzerinde biraz durmakta yarar olduğunu düşünmekteyiz.
Bilime ve sanata verdikleri önem ve Bizans’a karşı seferleriyle tanınan Hamdaniler, Abbasi Halifeliği’nin gücünü ve itibarını yitirdiği, geniş İslam coğrafyasının birçok devlet ve beyliğe bölündüğü bir ortamda egemenliklerini sağlamışlardır. Bir yanda bu bölünmüş güçlerle, öte yanda Bizans kuvvetleriyle mücadele etmek durumunda kalan Hamdaniler, kısa bir süre de olsa Nusayrilerin “devlet”leşme olanağını sağlayan bir dönemi temsil eder.
Hamdaniler, Bizans güçleriyle mücadele etmiş, birçok Bizans bölgesini ele geçirmiş, Kürtleri, Karmatileri, Haricileri kontrol altına almış, İhşidilerden Şam gibi önemli bir kenti almış, Mezopotamya ve Şam kırsalına yayılmış birçok nüfuzlu Arap kabilesi üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Neticede, Hamdaniler, Musul, Diyarbakır, Diyarırabia, Kuzeydoğu Mezopotamya, Halep ve Halep’in kuzeyinde Toroslar’a kadar uzanan bölgeyi kapsayan, Kuzeydoğu Akdeniz sahillerine, kuzeybatıda Bizans topraklarına, güneybatıda Filistin ve Şam’a kadar uzanan bir coğrafya üzerinde egemenlik kurarlar.
Bu dönemin yöneticileri arasında en etkili isimlerin, Nusayrilerin karizmatik önderi Seyfüddevle ve onun veziri ve başkumandanı Ebu Firas el-Hamdani olduğunu belirtmek gerekiyor. Seyfüddevle’nin önemli bir özelliği de Nusayri tarihi ve teolojisi açısından büyük öneme sahip olan Hüseyin b. Hamdan el-Hasibi’nin yetiştirdiği bir kişi olmasıdır; o, Hasibi’nin en önemli tilmizlerinden biriydi.
Birçok başarıya imza atan ve Hamdani otoritesini ihya eden Seyfüddevle’nin ölümünün ardından oğlu Sa’duddevle yönetimin başına geçti, ama Sa’duddevle adı gibi devletin şansı olamadı. Tecrübesiz ve yeteneksiz olarak görülen Sa’duddevle’nin Karaveyh isminde bir hizmetkârının etkisinde hareket ettiği, yakın çevresine ve halkına yabancılaştığı, Ebu Firas’ın öldürülmesinin ardından işinin daha da zorlaştığı ve Karaveyh’in kendine karşı ayaklanması ve halkının sahip çıkmaması neticesinde ülkeyi bırakıp kaçmak zorunda kaldığı rivayet edilir. Böylece Hamdaniler güçlerini kaybedip çözülmeye başlamıştır. Sa’duddevle’nin ardından yerine geçen oğlu Ebu’l- Fadail Sa’iduddevle de çözülmeyi engelleyememiş, sonuç olarak Seyfüddevle döneminden beri fırsatı bekleyen güçler harekete geçerek Hamdanilerin varlığına son vermişlerdir.
Hamdaniler Dönemi yaşanan tüm zorluklara ve çatışma iklimine rağmen (Bizans ve Haçlı akınları, Hariciler, Kürtlerle mücadele vb.) Alevilerin en mutlu ve huzurlu dönemi olarak kabul edilir. Çünkü devletin kılıcını enselerinde hissetmeden, inanç ve değerlerine uygun bir biçimde yaşayabildikleri; özgürlüğün ve iktidar olmanın nimetlerinden yararlanabildikleri bir dönemi temsil ediyordu Hamdaniler Dönemi.
Hamdanilerin ardından Halep uzun süreli bir kargaşaya sürüklendi. Çeşitli Arap kabileleri burada egemenlik sağlamaya çalıştı (örneğin Mirdasiler yaklaşık 50 yıl burada hüküm sürdü ). Bu süreçte Fatımilerin egemenlik çabaları da görülmektedir. Nihayetinde, Nusayrilerin, Fatımilerin şehri ele geçirmesinden memnun oldukları anlaşılır. Fakat Fatımilerin varlığını sevinçle karşılayan ve egemenliklerinin kurulmasına katkı sunan Nusayriler bir süre sonra boş beklentiler içerisinde olduklarını anlarlar. Fatımilerden umduklarını bulamayan Nusayriler kabuklarına çekilmişlerdir. Karşılaştıkları zorluklar karşısında, hatırı sayılır savaş deneyimlerine rağmen başkaldırmak yerine itaati tercih ederek sakin bir yaşam sürmeye çabaladılar. Fatımiler döneminde, Nasıruddevle Ebu Ali el-Hasan b. Hamdan dışında hiçbir Nusayri’nin siyasal yapı içerisinde etkin bir konumda bulunamadığı, bu dönemin Nusayriler bakımından en olumlu yanının inançlarını korkmadan yaşayabilmeleri ile ilim ve sanat alanında kaydedilen gelişmeler olduğu ifade edilir. Nasıruddevle’nin ölümünün ardından Alevilerin durumu kötüleşmiş, Fatımilerin Eyyübiler tarafından ortadan kaldırılmasının ardından bu kötü gidişat daha da derinleşmiştir.
Nusayrileri karalamayı bir ezber haline getirmiş Ortodoks İslam kalemlerinin Nusayrilerin Haçlılarla işbirliği yaptığı şeklindeki iddialarının aksine, Haçlı Seferleri Nusayriler için oldukça zor zamanları temsil ediyordu. 12. yüzyıl başlarında Suriye Haçlıların eline geçer, 1103 yılında Nusayrilerin yaşadığı bölge Haçlı kuvvetlerinin egemenliği altına girer. 1188 tarihinde, bu sefer bölge Eyyübilerin egemenliğine girer. Bu devrin arkasından büyük Nusayri lideri Hasan el-Mekzun es-Sincari’nin bölgeye gelişine tanık olunur. Nusayriler, mücadele içinde oldukları (İsmaililer, Kürtler ve Türkmenler gibi) çeşitli topluluklar karşısında güçsüz düşmüşlerdi. Mekzun, bölgeye ilk gelişinde başarı elde edemeden geri döner, üç yıl sonra tekrar gelerek sıkı bir mücadelenin ardından 1223’te bölgeye egemen olur ve Nusayrilerin toparlanmasında önemli bir figür haline gelir.
Memlüklerin egemenliği döneminde de Nusayriler üzerindeki baskı devam ettirilmiştir. 1260-1277 yılları arasında Suriye ve Mısır’da hüküm süren Sultan Baybars Nusayrilerin Sünniliğe ihtidası için uğraşmış, Nusayrilerin yaşadığı bölgelerde camiler yaptırmıştır. Sultan Kalavun devrinde de bu uygulamalara devam edilmişse de istenilen sonuç elde edilememiştir. Tabii Memlüklerin Nusayrilere yönelik tavrı sadece Sünnileştirme yönünde bir baskıyla sınırlı kalmamış, önceki dönemlerde olduğu gibi katletme politikası da güdülmüştür. Önemli Nusayri tarihçiler özellikle Lübnan’ın kuzey bölgelerindeki Nusayri katliamlarına işaret eder.
Yavuz’un Suriye ve Mısır üzerine yürüyüşü Nusayriler için tarihi bir dönemeci temsil eder. 1516 yılında Mercidabık Savaşı’nda Osmanlıların galibiyeti Halep’teki büyük katliamın yolunu açmış ve Nusayrilerin hiçbir zaman unutmayacakları bir felaketi doğurmuştur. Halep ve çevresinde on binlerce Nusayri acımasızca katledilmiş, kıyımdan kurtulanlar Nusayri Dağları’nın ulaşılması en güç yerlerine kaçmışlardır. Yavuz, bu dağların etrafına büyük kitleler halinde getirttiği Türkmen aşiretlerini yerleştirmiştir. Böylece Nusayriler dağlarda hapsedilmek istenmiştir.
Nusayri katliamının boyutuna dair, kaynaklarda birbirinden oldukça faklı rakamlar zikredilmekle birlikte, 40 binin üzerinde insanın katledildiği anlaşılmaktadır. Yavuz’un yaptığı katliam, Halep ve çevresiyle sınırlı kalmamıştır. Nusayrilerin Suriye ve Anadolu’da yaşadıkları bölgeler de kırımdan geçirilmiştir. Et-Tavil’in aktardığına göre, bu dönemde Çukurova bölgesindeki Nusayri varlığı da yok olma noktasına getirilmiştir.
Nusayrilerin üzerine bir karabasan gibi çöken Yavuz ve yaptığı kıyım hafızalarda silinmez bir yer edinmiştir. Bugün bile canlılığını koruyan bu durum kolektif hafızanın bir parçasını oluşturmuş ve Nusayri kimliğinin önemli bir unsuru haline gelmiştir. Nusayriler, çocuklarına, dinsel eğitim aşamasında, kendi tarihsel/dinsel önderlerini dinsel pratikler/ritüeller içinde aktarırken, tarihsel düşmanlarını da öğretirler ve bu düşmanları ilençlemek dinsel pratiğin bir parçasını oluşturur. Bu yolla, kolektif bir hafızanın oluşturulduğu ve grup aidiyetinin devamlılığının sağlandığını söyleyebiliriz.
Yavuz’dan sonra, Nusayriler, Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde yaşamaya başlamışlar ve bu tâbiyet imparatorluğun dağılmasına kadar devam etmiştir. Ortaylı, Osmanlı döneminde devirlere göre değişen bir Alevi politikası olduğunu belirtir. Ona göre, Alevilere yönelik şiddet-itham politikası tipik bir uygulama değildir. Yavuz’un Alevilere yönelik uygulamasının tipik ve sürekli bir uygulama olmadığını, tipik yaklaşımın bu grupları görmezden gelmek şeklinde belirdiğini ileri sürer. Ortaylı, Osmanlı arşivlerine işaret ederek bu tespitlerini temellendirir. Kuşkusuz arşiv çok önemlidir, fakat asla yeterli değildir. Arşivler bize her zaman hakikati bütünüyle vermez. Firro’nun da belirttiği gibi, arşiv belgeleri başlı başına Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı gruplarla ilişkilerini anlamak için yeterli bir ölçüt oluşturamaz; bu grupların kendi sözel veya yazılı aktarımlarına bakmak gerekir. Bu perspektiften bakıldığında, Nusayrilerin Osmanlı’yla ilişkilerinin genel kabullerle tam bir örtüşme içinde olmadığı görülür.
İmparatorluğun farklı inançlara göreli bir hoşgörü içinde olduğu genel olarak kabul edilir. Fakat tüm bu genel kabule rağmen, bazı grupların bu hoşgörüden çok yararlanamadığı da inkâr edilemez. İşte Nusayriler de bu hoşgörüden yeterince nasiplenmeyen, baskı altında tutulan gruplardan biridir.
Osmanlı’nın uzun egemenlik döneminde şehirlerde yaşayan Nusayriler olabildiğince takiyye prensibi mucibince yaşamış, kimliklerini gizleyerek hayatta kalmaya çalışmışlardır. Nusayri Dağları’nda yaşayan büyük çoğunluksa, asırlarca, oldukça güç koşullar içinde yarı-otonom bir halde varlık-yokluk mücadelesi vermişlerdir.
Osmanlı, Nusayrileri sapkın (heretique) bir topluluk olarak kabul ediyordu. Bununla birlikte, Nusayrilere gayrimüslim bir millet statüsü de verilmiş değildi; kendilerinden cizye alınmıyordu ve askere kabul ediliyorlardı. Sünni inancını benimsediklerini açıklayan Nusayriler için tashih-i i’tikat (inancın düzeltimi) edenler deyimi kullanılıyordu. Örneğin, II. Abdülhamit de, Nusayrilerin Sünnileştirilmesi için faaliyetlerde bulunmuştur; neticede İskenderun ve Antakya’daki Nusayrilerin tashih-i i’tikat ettikleri görülmüş, bunun üzerine gerekli yerlerde okullar açılması hükümetçe kararlaştırılmıştır.
Nusayri tarihinde 19. yüzyılda yoğunlaşan bir dizi isyan ve silahlı çatışmaya tanık oluyoruz. Osmanlı bölgenin tamamen denetim altına alınması ve merkezi idarenin gücünün tesisi için Nusayrilere karşı birtakım askeri seferler düzenliyor. Nusayriler bunlara karşı çeşitli biçimlerde direniş gösteriyor. Bu çatışmalarda Osmanlılar tutuklama, idamlar, sürgün, toplu cezalandırmalar, silahsızlandırma, askere alma, vergiye bağlama vb. birçok yöntemle Nusayri direnişini yok etmeye çalışıyorlar. Örneğin bu dönemin önemli isyanlarından biri İsmail Hayri Bey’in başını çektiği harekettir. Osmanlı yönetimi, İsmail Hayri Bey’le baş edemeyince onu merkezin bir görevlisi olarak yetkilendirmeyi deniyor. Fakat İsmail Bey’in asi hareketleri ve daha önemlisi kabilelere parçalanmış Nusayri toplumunu birleştirme gücü Osmanlı yönetimini ürkütüyor ve sonuçta İsmail Bey’in ortadan kaldırılması kararlaştırılıyor. Kırım Savaşı dolayısıyla, İsmail Bey’le “gereğince” uğraşamayan Osmanlı Devleti, 1858’de gücünü gösteriyor. Düzenlenen askeri seferlerde çok sayıda Nusayri savaşçısının öldürülmesinin yanı sıra köyler yakılıyor ve sivil insanlar katlediliyor. Neticede, İsmail Bey, Osmanlı’nın satın aldığı yakın bir akrabası tarafından tuzağa düşürülerek öldürülüyor ve yarattığı başkaldırı hareketi bastırılarak merkezi idarenin gücü göreli olarak tesis ediliyor.
19. yüzyıl, Nusayrilerle Osmanlıların ilişkilerinde birçok açıdan değişikliklerin görüldüğü bir dönem olarak karşımıza çıkıyor: Nusayri isyan hareketleri, Abdülhamit’in Sünnileştirme çabaları ve bazı Osmanlı bürokrat-aydınların reformist yaklaşımları… Örneğin, Mithat Paşa Nusayrilerin durumuyla ilgilenmiş ve geleneksel tutumdan farklı olarak, onların durumlarını iyileştirme yönünde girişimlerde bulunmuştur. Benzer biçimde, Lazkiye mutassarıfı Ziya Paşa da iyi niyetli girişimlerde bulunmuştur. Bu reformist bürokratların girişimleri yeterli netice vermemişse de Abdülhamit’in Sünnileştirme politikalarından belli bir netice elde edilmiştir. Devlet “sapkın” olarak gördüğü bir grubu bir ölçüde “yola getirmiş”, “sapkın” addedilen Nusayriler de “takiyye” sayesinde sosyal hayatlarındaki felaket örtüsünü bir nebze de olsa aralayabilmişlerdir. I. Dünya Savaşı’yla birlikte Nusayrilerin durumu çok daha farklı bir boyut kazanacaktır. Savaşla birlikte Nusayriler tecridi bir ölçüde kırmış, farklı topluluklarla ilişkiler kurabilmiş ve siyaset sahnesinde önemli bir aktör rolüne kavuşmuşlardır. Savaşın ardından imparatorluk dağılırken, Nusayriler kendilerini üç farklı siyasal model/devlet örgütlenmesi içinde bulmuşlardır. Bunlar, Lübnan, Suriye ve Türkiye’dir.
Lübnan’da “Nusayriler Lübnan’ın tarihi cemaatleri (communites historiques)’nden sayılmadığı için, en son 1932’de yapılan nüfus sayımında Akalı Nusayriler Müslüman olarak kaydedilmişlerdir. Ancak 1989 Taif Antlaşması’ndan sonra Nusayriler Lübnan’ın dini siyasal sisteminde temsil edilmeye başlamışlardır.”
Toplam Nusayri nüfusunun önemli bir kısmını barındıran Suriye, Nusayrilerin siyasal olarak en etkin oldukları ülkedir. Suriye’de, devletin kaderini belirleyecek güce kavuşan Nusayriler bugün halen iktidar mekanizmasını önemli ölçüde ellerinde tutmaktadırlar.
Kısaca değinecek olursak, Suriye’de, Fransızların tesis ettiği manda idaresinin ilk senelerinde işgal güçlerine karşı ciddi bir karşı duruş ve direniş, kırsal kesimde, bilhassa Nusayrilerin yaşadığı dağlık bölgelerde kendini göstermiştir. 1919’da Şeyh Salih el-Ali’nin işgalci güçlere karşı isyanı, bu anlamda önemlidir. Fransızlar bu isyana sert karşılık vermiş ve 1921 yılının ortalarında direniş kırılmıştır. Fransızlar, işgal ettikleri bölgeleri daha rahat yönetebilmenin bir yolu olarak çeşitli grupları özerk birimlerde toplama yoluna gitmişlerdi. Nusayriler için de 1920 yılında özerk bir Alevi Bölgesi oluşturmuşlardır. Zaman içerisinde, bu özerk yönetim ile ilgili birçok idari değişikliğe gidilmiştir. 1925’te Alevi Devleti olarak deklare edilen bu yapı, 1930’da da, Lazkiye Devleti olarak tanımlanmıştır. Lazkiye, Tartus, Sahyun, Cebele, Masyaf, Banyas, Safita ve Telkelah gibi yerleşim yerlerini içine alan bu devlet, yaklaşık 6 yıl varlığını sürdürdükten sonra Suriye Devleti’nin bir parçası olarak yapılandırılmıştır.
Şeyh Salih el-Ali’nin direnişine geri dönecek olursak; şunu söyleyebiliriz ki bu olay ileride Nusayrilerin milliyetçiliğe (Suriye milli toplumuna) entegrasyonunda önemli bir referans olmuştur (olay Kemalistlerce desteklendiği halde Türkiye tarihinde pek yer almaz). Yine bu entegrasyona malzeme sağlayan önemli isimlerden biri de Şeyh Abdurrahman el-Hayr olmuştur. 1940’larda Tartus’ta yayımlanan ve milliyetçi bir çizgide yer alan en-Nahda dergisinde yazdığı yazılarda, Şiilikle ilişkileri öne çıkarmış, Nusayri kelimesi yerine Alevi kelimesinin kullanımını teşvik etmiştir. Böylece Nusayrilerin Müslümanlığı vurgulanmak istenmiştir. Hayr’ın bu fikirleri Arap-İslam çizgisine entegre olmak isteyenlere önemli bir malzeme sağlamıştır. Fransa’nın manda yönetimi altında Nusayri önder ve aydınları büyük bir Suriye toplumu yaratmanın dinamiklerini araştırmışlardır; Nusayri ethniesi, bir Nusayri ulusu yaratmak yerine, yeniden biçimlendirilmiş formunda bir parçası olmak istedikleri devletin politikasını etkilemede kullanılmıştır. Tabii, din ve devlet bütünleşmesini amaçlayan İslamcı bir millet anlayışına karşı Zeki Arsuzi’nin fikirleri ve Baas türü bir milliyetçiliğe yöneldiler. Baas darbesinin neticesinde iktidara yürüyen kesimler, “ülkenin yeni yöneticileri olarak varlığını hukukileştirmek için de devlet ideolojisini sosyal ve kültürel eşitliğe dayalı, Suriye halkının farklı unsurlarına vurguda bulunmayan milliyetçi bir jakoben söyleme çektiler…”
Nusayri asıllı bir komutan olan Salah Cedid 1963 senesinde, ordu içerisinde atama ve terfiler konusunda belirleyici bir güce ulaştı ve bu tarihten sonra Nusayrilerin ordu içerisindeki konumu güçlendi. 1970’te Hafız Esad’ın darbesinin ardından da Nusayriler hem ordu ve güvenlik birimlerinde hem Baas Partisi’nde en üst düzeydeki makamlara yerleştiler. Bugün de çeşitli gruplarla ittifak halinde devlet mekanizmasında belirleyici konumlarını devam ettirmektedirler.
Sınırları içerisinde yaklaşık 1 milyon Nusayri’nin yaşadığı Türkiye’deki durum ise daha ayrıntılı bir biçimde ele alınacaktır.
Milli Mücadele’de ve Erken Dönem Cumhuriyet Türkiye’sinde Nusayriler ya da “Eti Türkü” Kardeşler
Milli Mücadele yıllarında ve sonrasında, özellikle İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye iltihakının sağlanması mücadelesinde, Nusayriler önemli bir toplum kesimi olarak gündemde bulunmuşlardır. Milli Mücadele’nin başlarında Adana ve Mersin çevresindeki Nusayriler Fransızlara karşı direnişe geçmiş ve büyük ölçüde Kemalist harekete destek vererek bu direnişin yürümesinde önemli bir cephe oluşturmuşlardır. Yine İskenderun Sancağı’ndaki Nusayriler de Hatay’ın Türkiye’ye katılmasında kilit rol üstlenmişlerdir.
Adana ve çevresinde işgalin ilk zamanlarında örgütsüz/dağınık halde bulunan Nusayrilerin, almaları gereken tavır konusunda çelişkiler yaşadıkları görülmektedir. İlk eğilim Fransızlarla iyi geçinerek hayatta kalmaya çalışmak yönünde olmuştur. Hatta bazı yerlerde işgalcilerle işbirliği yapan marjinal gruplar olmuştur, ama bu çok istisnai bir durum olarak kalmıştır (bu kimseler de Milli Mücadele sonrasında bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardır). Genel eğilim ise Kemalist güçlerin direnişine katılmak şeklinde kendini göstermiştir. Hatta Adana ve çevresinde Milli Uyanış Derneği (İntibâh-ı Milli) ve Mersin’de Şii Arap İslam Hayır Cemiyeti (Cem’iyyetü’ş Şiiyyetü’l Arabiyyetü’l Hayriyyetü’l İslamiyye) olarak kendini gösteren Arap (Nusayri) örgütlenmeleri kısa bir süre sonra, Kemalist hareketin etkisi doğrultusunda Milli Mücadele’de yerlerini almışlardır.
Resmi tarih anlatısı da Nusayrilerin bu mücadeledeki yerlerini yadsımaz ve hatta bazı resmi tarihçiler Nusayrilerin bu tavrını “kadirşinas” bir tutumla yâd eder, ama bir şartla, o da bu insanların gerçek kimliğini örtüp Türklüğü/Eti Türkü kardeşliğini yücelterek! Resmi tarih anlatısındaki bu tutumu Kaç-Kaç Olayı’na bakarak örnekleyebiliriz. Adana’da Milli Mücadele yıllarının en önemli olaylardan biri olarak anılan Kaç-Kaç 10 Temmuz 1920’de başlayan olaylar dizisine verilen isimdir. İşgalin yarattığı baskıdan bunalan halk, işgal güçlerinin ve işbirlikçilerinin içinde olduğu birtakım olayların yarattığı korku ve panikle şehri terk etmek üzere kaçışırlar. ‘Kaç kaç’ diye bağrışlarla koşuşturan halkın yönü Nusayrilerin yaşadığı (ve Şeyh Cemil’in karargâhının da bulunduğu) kırsal güney kesimidir. O zamanlar Oba denilen bu bölge hem doğal-fiziki açıdan hem de işgal karşıtı örgütlü Nusayri güçlerden dolayı görece güvenli bir yerdi. Kaç-Kaç neticesinde şehrin büyük bir kısmı Oba Cephesi’ne sığınmıştır. Gelen binlerce insan Nusayriler tarafından yakın ilgi ve dostça duygularla karşılanmış ve ihtiyaçları giderilerek Toros Dağları’na geçmeleri sağlanmıştır. Bu konuyla ilgili o tarihlerdeki resmi yazışmalara bakıldığında hem Nusayrilerin tarihsel rolü hem de –ileriki tarihlerde detaylı olarak işlenecek olan- Eti Türkleri hikâyesinin ilk dile getiriliş biçimleri görülmektedir. Örneğin, Nusayrilerin gösterdiği tavra yönelik Batı Kilikya Milli Kuvvetler Komutanı Sinan Tekelioğlu’nun teşekkür yazısı şu şekildedir:
Oba’da Şeyh Cami Efendiye
Pek sevilen Eti kardeşlerimizin şimdiye kadar milli kuvvetlerimize olan istek ve saygılarıyla beraber, siz başta olmak üzere Adana Türklerine gösterdikleri misafirperverliğe teşekkür ederim. Hepinizin gözlerinden öper, Tanrı’ya emanet eylerim.
Sonuçta Nusayrilerin de etkin katılımıyla gerçekleşen direniş, başka değişkenlerin de bileşimiyle, başarıya ulaşır ve 5 Ocak 1922 tarihinde işgal güçleri Adana’yı terk eder. Bu sürecin ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla birlikte Adana ve Mersin hattındaki Nusayriler yeni rejime bağlılıklarını ve desteklerini sunar ve yeni siyasal-hukuksal ve sosyal yapıya entegre olmak için gayret ederler (Entegrasyon sürecinde asimilasyon politikalarının etkisiyle de bir kimlik erozyonu yaşanmıştır. Aynı zamanda sınıfsal farklılaşmalarla farklı siyasal tutumlar ihtiva eden heterojen bir yapıyı temsil eder konuma gelmişlerdir).
Antakya ve İskenderun çevresindeyse durum biraz daha farklı cereyan etmiştir. Bölge özel bir konuma sahiptir ve ileri bir tarihte Türkiye’ye dâhil olacaktır. Bu süreç içerisinde Nusayriler arasında farklı eğilimlerin baş gösterdiğini görmekteyiz. Arap ulusalcı düşüncenin önemli bir etkiye ve geniş bir taraftar kitlesine sahip olduğu ilk göze çarpan eğilimdir. Arap ulusal bilinciyle hareket eden bağımsızlıkçıların yanı sıra, Türk tarafını destekleyenler ve Fransızlarla iyi geçinmeye çalışan, onlarla işbirliği içinde olan kesimler de görülmektedir (Türk tarafı kendi tezlerinin Nusayriler tarafından desteklenmesine oldukça ihtiyaç duyuyordu. Bu bölgede önemli bir nüfusa ve güce sahip olan Nusayrilerin Türk tarafına çekilmesinin, mücadelenin başarısı için yakıcılığının Atatürk ve çevresi de farkındaydı).
1918 yılının sonlarında Fransızlar İskenderun Sancağı’nı işgal ederler. Bunu müteakip Arapların da bulunduğu işgal karşıtı direniş hareketleri başlar. 24 Temmuz 1920’de Fransız ordusu, Faysal’ın kuvvetlerini yenilgiye uğratır ve Faysal’ın Suriye Krallığı’na son verir. Bu gelişmelerin ardından Türk ve Arap direnişinin önde gelenleri işgale karşı ortak bir politika için bir araya gelirler. Bu dönemde bir güç birliği yapılarak Fransızlar sıkıştırılır. Ağırlıklı olarak Halep çevresinde faaliyet yürüten Arap direnişinin önemli liderlerinden İbrahim Henânu da bu süreçte, Kilis Kuvay-ı Milliye komutanlığı ile temas halindeydi ve Sancak’taki Türk ve Arap direnişçilerin işbirliğini sağlama görevini üzerine almıştı.
20 Ekim 1921 tarihinde Fransa ve Ankara Hükümeti arasında Franklin-Bouillon Anlaşması imzalanır. Ankara Anlaşması olarak da anılan bu anlaşmayla İskenderun Sancağı’nda Fransızların yönetiminde özel bir rejim oluşturulur. Bu yeni durum, önemli ölçüde, silahlı çatışma ortamından uzaklaşılmasını sağlasa da direnişe bütünüyle son verememiştir. Gerek Türk gerek Arap direnişçiler işgal karşıtı faaliyetlere devam etmiştir.
İlerleyen süreçte, ortak düşmana karşı geliştirilmeye çalışılan işbirliği bozulmuş, taraflar arası rekabete ve çatışmaya dönüşmüştür. 1936 yılının sonlarına gelindiğinde karışıklık ve çatışmalarla geçen bir hava bölgede egemen olmuştur. “Zaman zaman cemaatler arasında, hatta bazen cemaatlerin kendi içlerinde yaralanma ve ölümle sonuçlanan çatışmalar görülmeye başla[mıştır].’’ Gerginlik gün geçtikçe artarak devam etmiştir.
Nusayriler çoğunlukla, kendisi de Nusayri olan Arap ulusçuluğu fikrinin önemli isimlerinden Zeki Arsuzi’nin başını çektiği, halk içinde Uruba olarak anılan (kısaca Usbeciler denilen) Usbetül Ameli Kavmiye’de örgütlenmişlerdi. Uruba faaliyetleri ve örgütlülüğü itibariyle Arap örgütleri içinde en dikkate değer olanıydı. Yaptıkları eylemler ve etkinlikleri dolayısıyla Fransızların da dikkatini çeken Uruba taraftarları yer yer şiddetle cezalandırılıyorlardı.
29 Mayıs 1937’de Sandler Raporu Milletler Cemiyeti Konseyi’nde kabul edilerek, Sancak’a “ayrı varlık” statüsü hukuksal olarak tanınır. Aynı gün Fransa-Türkiye arasında da Sancak’ın toprak bütünlüğü ve Türkiye-Suriye sınırına ilişkin anlaşmalar imzalanır. Raporun açıklanmasının (27 Ocak) ardından başlayan protestolar, raporun kabulünden (29 Mayıs) sonra da şiddetlenerek sürmüştür. Gerek Nusayriler gerekse de Arap ulusunun diğer kesimleri bu kararları kabul edilemez buluyor ve çeşitli gösteriler düzenliyorlardı. Nusayrilerin yoğun olarak temsil edildiği Uruba’nın öncülüğünü yaptığı 4–6 Haziran tarihlerindeki gösteriler çok sayıda kişinin yaralanmasıyla sonuçlanmıştı. Benzer olaylar bu tarihten sonra da devam etmiştir.
Türkiye Sancak’ta etkisini arttırmak için faaliyetlerine hız verir. Bu kapsamda seçimlerin kazanılmasında kilit konumdaki Nusayriler üzerinde yoğunlaşılır. Ağustos 1937’de Hatay Egemenlik Cemiyeti, Sancak Halkı İdare Heyeti gibi isimlerle faaliyette bulunan örgütler Hatay Halk Partisi adında resmi bir parti olarak ortaya çıktılar. Açılan parti ve Halkevleri Nusayrilerin Türk seçmen listelerine yazılmaları yönünde çalışmışlardır.
Genel olarak bakıldığında, İskenderun Sancağı’ndaki örgütlenme faaliyetlerinde, en aktif ve etkili biçimde rol alanlar Türk ve Arap örgütleriydi; “başka siyasal kuruluşların ise ancak zaman zaman etkin oldukları görülmekteydi… 1937 sonu – 1938 başına gelindiğinde, tüm cemaatlerde gözlenen yoğun örgütlenme, Sancak’ta hareketli ve çatışmaya gebe bir dönemin yaklaşmakta olduğuna işaret ediyordu. Sancak’taki cemaatlerin Meclis’e nisbi temsil usulüne uygun biçimde temsilci sokmaları esası benimsenmiş bulunmasına rağmen, seçimlerde mücadelenin, en örgütlü ve etkin iki cemaat olan Türklerle Araplar arasında geçeceği kesindi.’’
Bunu gayet iyi gören Türk tarafı Nusayrileri kendi yanlarına çekmenin en etkili yollarını aramışlardı. Bir yandan çeşitli biçimlerde çıkar ağları ve baskı mekanizmaları örülerek Nusayriler ‘kazanılmaya’ çalışılmış, öte yandan da ideolojik bir manipülasyonun çarkları döndürülmüştü. Bu da Milli Mücadele’nin başlangıcından beri bir şekilde dillendirilen Etili kardeşler rivayetiydi.
İskenderun Sancağı’nın Türkiye’ye katılımı için mücadele eden Tayfur Sökmen, bir taraftan Fransızların Nusayrilere yönelik “siz ne Arap ne Türk ne de Müslümansınız, ehlisaliptensiniz” şeklinde propaganda yaptığını, öte taraftan Suriyelilerin “sizler Arap ve Müslümansınız” propagandası yaptığını anlatır ve bunlar karşısında Türk tarafının, Nusayrilerin Türklüğünü ispat için nasıl bir çaba içine girdiklerini trajikomik bir biçimde gözler önüne serer. Sökmen bu konuyla ilgili olarak Dolmabahçe’ye Atatürk’ün yanına gider. Görüşme sonucunda Atatürk Kilisli tarihçi Asım Bey’i işaret ederek, gerçeği onun ortaya çıkarabileceğini buyurur. Sökmen bunun üzerine Asım Bey’le görüşmeye gider. Bundan sonrasını kendi dilinden aktaralım:
Bana ilk sözü şu oldu, ‘Anan, bacın, kızın var mı?’ bu soru karşısında hayretle Reşit Bey’in yüzüne baktım. Bunu gören tarihçi Necip Asım Bey ‘Hayretle bakmakta haklısın, çünkü; benden istediğin tarihi bilgi ve vesika ile, sana sorduğum sual başka görülüyorsa da istediğin bilgi benim sualimin muhtevasındadır. Zira kız alıp vermezsiniz, camilerine gitmez, caminize sokmazsınız; kestiği eti yemez, alevi, fellah diye tahkir edersiniz, sonra da kalkıp tarihi vesika istersiniz. İptida siz şimdiye kadar tatbik etmediğiniz insani muameleyi tatbik edin, sonra ben size tarihi vesika vereyim’ dedi. Cevaben; ‘Beyanatınız tamamen bir hakikattır. Atatürk vatandaşlar arasında devam edegelen ve cereyan eden bu duruma son verecektir. Lütfen tarihi vesikayı verin’ dedim. Bunun üzerine kütüphanenin üst kat rafından indirdiği kitabın yanılmıyorsam 149 uncu sahifesinde şunları okudu: ‘Aleviler Hasan Sabbah’ın Müritleridir, tamamen Türk ırkından olup, doğudakiler Kürtleşmiş, ortada, Anadolu’da kalanlar Türklüklerini muhafaza etmiş, güneye gidenler ise Araplaşmışlardır. Lazkiye’den ötede bir tek Alevi bulamazsınız. Atatürk’e tazimlerimle arz ederim’ dedi. Teşekkür ederek yanından ayrıldık.
Gidip bu tarihi malumatı Atatürk’e arz ettikten sonra Atatürk; ‘Aleviler Arap değildir. Eti Türkleridir’ buyurdular…
Atatürk bu inancını, Adana mebusu İbrahim Dıblan riyasetinde bir cemiyet kurdurup faaliyete geçirerek ispat ettiler.
Dolmabahçe’den ayrılarak Cemiyet’e gidip, Atatürk’ün Alevi vatandaşlar için Eti Türkü dediğini Antakya’daki Hatay Egemenlik Cemiyetine bildirerek Fransız ve Arapların propagandalarına karşı oradaki Alevi vatandaşlarımızın aldanmamalarını, Eti Türkü olduklarını bilmelerini yazdım.
Burada Nusayrilere ilişkin aktarılanlar hakikat ile bağdaşmayan bilgilerdir. Öyle ki bu anlatılanlar Alatlı’nın bir romanında geçen şu diyalogu akla getiriyor: “Siz diyorsunuz ki, ‘Turgut reis, 21 Ağustos 1565’te, Nice’de karaya çıktı.’ Turgut Reis değil, Barbaros Hayrettin. 21 Ağustos değil, 21 Temmuz. 1565 değil, 1543. Nice değil, Marsilya…” Bir kere söz konusu tarihi vesika nedir? Bir kitabın bilmem kaçıncı sayfasında yazan birkaç cümle! Buradan hareketle bir topluluğa etnik kökenini bildiriyorsunuz! Aleviler H. Sabbah’ın müritleriymiş, hangi aleviler acaba? Sabbah da Batini/heterodoks gruplardan birinin lideridir ama bunu bütün Alevilere teşmil edemezsiniz. Hadi ettiniz, peki Sabbah’ı ve dolayısıyla bütün Alevileri nasıl Türk addedebiliyorsunuz? Büyük bir düşünür ve eylem adamı olan Hasan Sabah, İranlı’dır ve Nizari İsmaililiği’nin kurucusu olarak bilinir. Kendi yaşam öyküsünde On iki İmamcı Şii bir ailenin oğlu olarak Kum’da dünyaya geldiğini, babasının Yemen kökenli oluğunu, soylarının Himyeri Krallığı’na dayandığını ifade eder. Hasan Sabbah’ın Pers asıllı kabul edilse de Arap olup olmadığı da tartışılmıştır, ama Sabbah’ı ele alan ciddi kaynaklarda Türk olduğuna dair herhangi bir bilgi bulunmamaktadır. Yukarıda da yer verildiği gibi, kendi anlatısında da bu yönde herhangi bir işaret söz konusu değildir. Hatta Türklere karşı (Selçuklu işgali dolayısıyla) ciddi bir tepki taşıdığı da bilinmektedir. Sonra doğudaki Alevileri Kürtleşmiş, güneydekileri de Araplaşmış görmek, en hafifinden, Türkçülükle koşullanmış bir zihnin ırkçı hezeyanlarından başka neyin ifadesi olabilir… Lazkiye’den ötede bir tek Alevi yokmuş, oysa Lazkiye’nin ötesindeki yerleşimlerde, örneğin Lübnan içerisinde, Nusayri-Alevi nüfus bugün olduğu gibi o gün de mevcuttu; ayrıca, olmasa bu neyin kanıtı olabilir! Bunlar bilgi yoksunluğuyla açıklanabilir mi? Yoksa söz konusu olan ideolojik bir manipülasyon mudur? Bunu, aşağıda, söz konusu tezlerin daha detaylandırılıp, ‘bilimsel’ çerçeveye sokulma faaliyetini incelerken cevaplayacağız.
“Hatay meselesi” Türkiye’nin, mali, askeri ve politik desteği ile uluslararası konjonktürün sunduğu imkânların iyi değerlendirilmesi neticesinde Türk tarafının lehine sonuçlanmıştır. Neticede, Hatay’ın Türkiye’ye iltihakını sağlayacak olan “seçim” sürecinde, seçmen listeleri Türk tarafının isteklerine uygun olarak hazırlanır. Nihai listede Türk cemaatin sayısı artmış, diğer gruplarınki ise düşmüştür. Ortaya çıkan tablo itibariyle, Türkler umduklarının da üzerinde bir seçmen kitlesine sahip olmuşlardır. Ayrıca, Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk ordusunun –seçim öncesinde- Hatay’a girmesiyle de Türk tarafının istediği atmosfer yaratılmıştır. Arap ulusalcı örgütlenme dağıtılmış ve bu çevrenin seçimlerde rol oynamalarının olanakları ortadan kaldırılmıştır. Bu şekilde yapılan seçimler neticesinde de Türk tarafı istediği başarıyı elde etmiştir (Öyle ki diğer grupların mebuslarının dahi Türk tarafının istediği isimler olmaları sağlanmıştır).
Hatay Türkiye’ye katılınca Arap ulusalcı kesimin önemli bir kısmı Suriye’ye geçmiştir. Kalanlar yeni düzenle uyumlu bir yaşam sürdürmeye özen göstermiştir. Sadece Hatay’da değil, genel olarak Türkiye’de yaşayan Nusayriler yeni düzenin laik-çağdaş söyleminin de etkisiyle rejime destek vermiş, bu düzene entegre olmaya çalışmıştır. Kendi kültürlerini yaşamanın ötesinde talepleri olmamıştır, hatta çoğu zaman rejime karşı bu talepleri örgütlü olarak ifade dahi edememişlerdir. Tüm bunların karşısında, Cumhuriyet asimilasyoncu tavrında ısrarcı olmuştur. Bu noktada, bu asimilasyoncu tavrın teorik dayanaklarını, Eti Türklüğü iddialarını daha yakından inceleyebiliriz.
Resmi Tarih Anlatısında Nusayriler
Resmi tarih inşasının önemli mimarlarından Türkoloji Profesörü (ve istihbarat elemanı) H. Reşit Tankut, Nusayrileri Türklüğe bağlamanın bir aracı olarak 1938’de bir eser kaleme alır. “Nusayriler ve Nusayrilik Hakkında” isimli bu eserde, daha önce küçük harflerle dile getirilen bazı iddialar, bilimsel bir görünüm kazandırma çabasıyla, kapsamlı bir biçimde ele alınarak işlenir. Türk tarih tezi uyarınca kurgulanan bu metinde yazar, kendince, Nusayrilerin Türk asıllı olduklarını şüpheye yer bırakmayacak şekilde ortaya koymaktadır! Nusayrilerin Türk kökenli olduklarını teorik açıdan ispat çabaları, kendinden sonraki çalışmalara da kaynaklık eden bu eserle sınırlı kalmamış, özellikle Halkevleri’nin yoğun katkılarıyla devam etmiştir.
Hatay’daki Nusayrilerin bir takım fiziksel özelliklerini ve özellikle kafa endislerini, Türk ve Arap ırk özellikleriyle karşılaştıran Tankut buradan, Nusayrilerin Arap değil, kesinlikle Türk oldukları sonucunu çıkarır:
Anadolu ve Hatayda endis sefalik 85 etrafında olduğu halde Arapların umumi endis sefaliği 72-75 arasındadır. Profesör Pittard, von Luschan’a atfen bu rakamın şimale doğru çıktıkça yükselerek 89 a kadar vardığını söyler. Bu yüksek endis antropologların Pseudo-Arabe dedikleri Araplaşmış Alpinlere, yani Arap adını yanlış olarak taşıyanlara mahsustur. Ve 85–86 endisli Nusayriler bu Pseudo- Arabe’lardandır. Binaenaleyh Hatay Nusayrilerini antropolojik bakımdan Arap saymak kabil olmaz.
…
Bunun en kuvvetli delili Hatay Alevilerinin konuşmasında hakim fonemin Alpin bir formasyona tabi olmasıdır. Kadını, erkeği, çoluğu, çocuğu sade Arapça konuşan bir Alevi köyünde bile Arapça konuşulurken dikkat edilirse konuşmanın umumi heyetinde Alpinlere mahsus fonemin hakim olduğu görülür. Bunun sebebi; tekellüm ile ırkın çözülmez bağlarla bağlı olmasıdır…
Hataylı Alevi yuvarlak kafası, gövdesinin dağlılara mahsus yapısı, konuşmasında ve ruhiyatında ırkın halkettiği hususiyetiyle tam bir Anadolulu, Anadolu Alpini olduğu gibi ırkan bir Anadolulu kadar Türktür.
Anadolu’da Etilerin tarihini özetleyen Tankut, İslam’dan çok daha önceki dönemlerde Hatay’ın Eti Türkü olduğunu, Hatay Nusayrilerinin de Beni Kahtan ve Yemenli Behra kabilelerinden değil, bu Eti Türklerinden geldiğini açıklar.
Kitabının önemli bir kısmında, eski Türk inançları ve Türk addettiği toplulukların dini inançlarını, Nusayri dini inançlarıyla karşılaştıran Tankut, tespit ettiği benzerlikleri, Nusayrilerin Türklüğünün kesin kanıtları olarak sunar. Sonuç olarak, Tankut’a göre, şüphe götürmez bir gerçeklik vardır: “Aleviler ister Hatay’da ister Anadolu’da olsun, hem gövde yapısı, hem tarih, hem itikat bakımından Türktürler.”
Nusayrilerin Türkleştirilmesinin “bilimsel” temellerini atma gayretinde olan başka bir isim de Agop Dilaçar’dır. Dilaçar, Hatay’da verdiği konferansta, Alpin ırkın özelliklerini ve dini inançlarını uzun uzadıya anlattıktan sonra, Eti-Türk-Nusayri bağını kurar. Sıraladığı özelliklerin Hatay halkına çok tanıdık geldiğini, Hataylıların kendi öz varlıklarını okşayan bir tarif gördüklerini, bildiğini söyler Dilaçar. Çünkü onlar büyük Türk ırkının bir parçasıdır: “Bugün Arapça dahi konuşan Hatay Türklerinin, Samilikle hiçbir alakaları yoktur. Onların kafatası endis’i vasati olarak 85 olduğundan, bunlar eski brakisefal Alpinlerin öz ahfadıdırlar… Bugün Hatay’da Arapça konuşan halk, aslen Türk olup zamanın icabı olarak Arapça yazmış olan birer küçük Farabi ve İbni Sina’dırlar. Kemalizm Türkçülüğü bugün onlara kendi öz benliklerini, öz menşelerini bildirmiş ve Türk etnisinden olduklarını göstermiştir.”
Mersin halkevlerinin yayın organı olan “İçel”de yayımlanan, Tarsus Hars Komitesi’nin yaptığı araştırmaya göre de Hatay’da, Çukurova ve havalisinde, Lazkiye sahil ve dağlarında yaşayan Nusayriler Türk’tü. Bu araştırmada da diğer çalışmalara paralel olarak tarihi, etnografik ve antropolojik kanıtlar getirilerek Nusayrilerin Türklüğü tezi pekiştirilmeye çalışılmıştır. Milli Mücadele’ye katılmış ve Adana’dan milletvekili olarak mecliste yer almış olan Damar Arıkoğlu da Çukurova’da farklı etnik bir kimliğin bulunmadığını bölgenin tamamının Türk olduğunu iddia eder. Ona göre de, buradaki Arap (Nusayri) denilen kişiler Abbasi halifelerinin ordusunda askerlik yapmış olan Horasan asıllı Eti Türkleridir.
İddia edilenin aksine, ne Hititler ne de Nusayriler Türk’tür. Anadolu’da ilk siyasal birliği sağlayan ve merkezi bir devlet kuran, konuştukları dil Hint-Avrupa dil ailesine ait olan bir kavimdir Hititler ve bugün Türklükle akrabalık ilişkileri olmadığı net bir biçimde bilinmektedir. Fakat görüldüğü gibi, Türklükle ilişkisi bulunmayan Hititler resmi tarih tezi çerçevesinde Türk addediliyor ve Arap etnisitesinden gelen Nusayriler de önce Eti (Hitit) ve kurulan Eti-Türk bağı aracılığıyla da Türk addedilerek gerçek kimlikleri inkâr ediliyor, asimilasyon politikasına maruz bırakılıyorlar… Tek parti egemenliği süresince Arap dili ve kültürü üzerinde baskı eksilmemiş, çok partili hayat ve “demokrasi”ye geçiş aşamalarında da Türkleştirme politikalarından vazgeçilmemiştir. Nusayri kimliğini tanımama ve asimile etme yönündeki politikanın bugün de devam etmekte olduğu açık bir biçimde gözlemlenebilmektedir.
Sonuç
Osmanlı döneminin zulmünden ve ayrımcı politikalarından bıkmış olan Nusayriler, Kemalist elitin söylemleri ve yeni bir rejim umudu ile Cumhuriyet idaresine destek vermişlerdir. Asimilasyonist ve ayrımcı uygulamalar dahi bu desteği engellememiştir. Cumhuriyet idaresinin, zaman içinde belirginleşen tüm olumsuzluklarına karşın, yüzyılların baskı ve aşağılama politikalarından ve sefalet koşulları içindeki bir hayattan göreli bir refaha ve “modern” bir yaşama sıçramanın olanaklarını yakalamış olmanın verdiği güç, rejimle bağların sıkı tutulmasını sağlamıştır. Nusayrilerin, geniş İslami kesimleri rahatsız eden yeni rejimin sekülerleşme projesini, kendilerine dokunan yanlarına rağmen, memnuniyetle karşıladıklarını düşünüyoruz. Çünkü Sünni İslam anlayışı ve onun yarattığı kurumların baskısını uzun yüzyıllar üzerinde hisseden diğer batıni/heterodoks gruplar gibi Nusayrilerin de devlet ve toplum hayatından dinsel fikirlerin ve müesseselerin tasfiyesini kendileri için daha rahat ve güvenli bir yaşam alanının açılması olarak değerlendirmeleri tarihsel ve sosyolojik açıdan anlaşılır bir temele sahiptir.
Her ne kadar devlet, Sünni İslam’ı tasfiye ediyor görünse de (verili toplumsal durum, devletin bekası vb. gerekçelerle) gerçekte onun, devletin ideolojik mekanizmasından geçerek yorumlanmış yeni bir versiyonuna da ihtiyaç duyuyordu. Yeni rejimin sahipleri gerek taşıdıkları dünya görüşünün/pozitivist algının bir icabı olarak gerekse de kendilerine karşı gelişebilecek muhalefetin adresi olarak görmelerinden ötürü İslami güçleri tasfiye etmeye çalışmışlardır. Fakat bir yandan bu tasfiye yapılırken öte yandan da geniş toplum kesimleri karşısında kendini güvenceye almak adına, laiklik söylemi ile esaslı bir çelişkiye düşerek, dini yeniden yapılandırarak kendine yedeklemiş ve bunun için de yine Sünni İslam’a yaslanmıştır. Nusayriler, yaşamlarındaki göreli iyileşme karşısında, tüm bu çelişkili durumu (bundan kaynaklı hak ihlallerine rağmen) uzun zaman bir anlamda görmezden gelmişler ve devlete verilen destek ağır basmıştır. Tabii ki, devletin Nusayriler üzerinden sağladığı rıza üretiminin yegâne sebebi olarak bu insanların yaşamlarındaki olumlu değişiklikleri göstermek doğru olmaz. Bunun yanı sıra devletin kendine karşı geliştirilen eleştirilere dahi sert bir şekilde cevap veren otoriter yapısı ve manipülatif yaklaşımları da vurgulanmalıdır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi, tek parti yönetimi süresinde, devletin otoriter eli Nusayrilerin üzerinden eksik olmamıştır. Bu dönem, düzene karşı ciddi bir muhalefetin kendini göstermediği, rejimin asimilasyonist baskısına bir ölçüde boyun eğilen ve yer yer Türk kimliğine sarılarak var olmaya çalışılan bir nekahet sürecidir. Şunun da altını çizmek gerekir ki yeni düzene karşı beslenen umut ve daha iyi yaşam koşullarına dair beklentiler güçlüydü ve bu, tüm olumsuzluklara karşın, Kemalizm’in ve CHP’nin Nusayriler arasında kabul görmesine ve etki gücünü genişletmesine olanak vermekteydi.
Bugün bile Kemalizm’e ve Atatürk figürüne (korkuyla karışık) sevgi ve bağlılıklarını her koşulda ortaya koyan Nusayriler arasında, tek parti idaresinin son bulması ve çok partili yaşama geçişle birlikte, bir ölçüde CHP’den Demokrat Parti’ye kayma gerçekleşmiştir. Örneğin, Hatay’da CHP’yi destekleyen önemli ailelerden bazıları DP’ye geçmiştir. CHP milletvekillerinden Abdullah Cilli’nin 1954’ten sonra DP’de (ve onun siyasal mirasçısı olan partilerde) siyaset yapması bunun bir örneğidir. Mersin’de Milli Mücadele döneminde belediye başkanlığı yapmış Ahmet Hallaç da bir başka örnektir. Hallaç, önce Serbest Cumhuriyet Fırkası’na sonra da geniş bir çevreyle birlikte, Demokrat Parti’ye geçerek siyaset yaşamını sürdürmüştür. Türkiye İşçi Partisi’nin ortaya çıktığı ve solun gelişmeye başladığı 1960’lı yıllarda, Nusayriler de sol mecraya akmaya başlamıştır. 70’li yıllarda solun yükselişine de koşut olarak Nusayriler sol siyaset içinde daha çok görülür olmuşlardır; üstelik bu “sol” yükseliş legal siyaset zeminiyle de sınırlı kalmamıştır. Bu yıllarda, sol-sosyalist fikir ve hareketler, Nusayriler arasında, merkez sağ partilerde yer alan bir kesim olmasına rağmen, güçlü bir zemin bulmuşlardır. Kuşkusuz, gerek etnik gerekse dinsel anlamda azınlık olmalarının, karşılaştıkları ayrımcı uygulamaların ve “yok” sayılmalarının yarattığı tepkinin bunda büyük payı olmuştur.
12 Eylül darbesi bütün muhalif kesimleri ezip geçen olağanüstü bir rejim yaratmıştır. Toplum üzerinde büyük bir baskı ve şiddet tesis edilmiş, muhalif her ses tam anlamıyla yok edilmeye çalışılmıştır. Bu şiddet ortamında Nusayriler de paylarına düşeni fazlasıyla almışlardır. Fazlasıyla diyoruz, çünkü yaptığımız alan çalışmalarında o dönem sol hareketler içinde yer almış olan birçok kimseden, etnik ve dinsel kimliklerinden dolayı katmerli baskı ve işkence gördüklerini dinledik.
12 Eylül’den sonra uzun bir dönem politik hareketlerin üzerine ölü toprağı serpilmişti. Bu apolitik ortamda Nusayriler de suskunluğa gömüldü ve iktisadi ve sosyal durumlarını iyileştirmenin çarelerini aradılar. 1960’lı ve 1970’li yıllarda iktisadi durumlarında kendini göstermeye başlayan iyileşme 1980’den sonra daha ileri noktalara taşınmıştır.
Bugün Nusayrileri siyasal yelpazenin belli bir noktasında göstermek oldukça güçtür. Geleneksel olarak CHP’ye verilen destek belli ölçülerde devam etse de CHP eski yaygın etkisine sahip değildir. Zenginleşen kesimlerin çoğalmasıyla sağ partilere yönelik ilgi de artmıştır. Hatta Nusayri inanç ve değer sistemiyle bağdaşması mümkün görülmeyen bir anlayıştan gelen AKP, kendisinden ciddi kaygı duyulmasına rağmen, Nusayrilerden oy alabilmiş ve Nusayrilerin yoğun yaşadığı bazı beldelerde belediye başkanlıklarını kazanmıştır. Fakat bunun yanı sıra sol-sosyalist olarak addedilen güçlerin etkinliğine de tanıklık edilebilmektedir.
Sonuç olarak, bir zamanlar (özellikle Hatay ve çevresinde) çoğunlukla büyük toprak ağalarının yanında tarım işçisi (maraba/ortakçı) konumunda çalışan yoksul Nusayriler, zamanla çalıştıkları toprağın sahibi olmaya başlamış, ticari hayata daha etkin biçimde katılmış, eğitim yoluyla sınıf atlamanın olanaklarını yakalamış ve sınırlı da olsa kamu idaresi içinde yer edinebilmişlerdir. Bugün geçmişe kıyasla Nusayrilerin yaşamında bir rahatlama açık biçimde gözlenebiliyorsa da bu, modern yurttaşlık ve çoğulculuk anlayışının ulaştığı noktanın çok gerisindedir. Keza, Nusayriler, “ötekileştirilmiş” diğer gruplar gibi, kimlik sorunlarının evrensel insan hakları standartlarına uygun olarak çözülmesini beklemektedirler. Neticede, devletin esasta (seküler bir çerçeveye oturtulmuş) Türk-Sünni-Müslüman kimliğe dayalı homojen bir ulus yaratma projesinin Nusayriler bakımından da geçerlilik kazanamadığını söyleyebiliriz. Nusayrilerin, farklılıklarına saygı gösterilmesini ve bunun hukuki güvenceye kavuşturulmasını, ayrıma ve asimilasyona tabi olmadan, eşit yurttaşlar olarak yaşama isteklerini örgütlendikleri çeşitli sivil toplum kuruluşları aracılığıyla dillendirdiklerini görmekteyiz. Türkiye topraklarında yaklaşık bir milyonluk nüfusa sahip olan bir topluluğa ait olan bu ses, bugün çok güçlü değil belki, ama ileride bu sesin kendini daha güçlü duyuracağını söylemek mümkündür.
Kaynakça
Ada, Serhan, Türk-Fransız İlişkilerinde Hatay Sorunu (1918-1939), İstanbul, Bilgi Ü.Y., 2005.
Alatlı, Alev, Viva La Murte Yaşasın Ölüm, 7. B., İstanbul, Boyut Y., 1996.
Andrews, P. Alford, Türkiye’de Etnik Gruplar, Çev. Mustafa Köpüşoğlu, İstanbul, Ant Yayınları, 1992.
Arıkoğlu, Damar, Hatıralarım, 2. B., Adana, 2000.
Aringberg-Laanatza, Marianne, “Türkiye Alevileri- Suriye Alevileri: Benzerlikler ve Farklılıklar”, Alevi Kimliği, ed. T. Olsson vd., 2.B., İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2003.
Atay, F. Rıfkı, Atatürkçülük Nedir, İstanbul, Ak.Y., 1969.
Atıcı, Hasan, “Günümüzde ve Tarihte Nusayri Adı”, http://aleviakad.com/dergi/hasandergi21gunumuz.pdf
Bozbay, Heval ve Mertcan, Hakan, “Türk Tarih Tezinde Eti (Hitit) Türkleri ve Eti Türklüğü İddasıyla Nusayrilerin (Arap-Alevilerin) Asimilasyonu”, Özgür Üniversite Resmi İdeoloji Sözlüğü, ed. F. Başkaya, T. Ersoy, Ankara, Maki B.Y., 2007.
Bulut, Faik, “Sabır Taşında Sır Aynasında Nusayriler/Arap Alevileri”, Ortadoğu’nun Solan Renkleri, İstanbul, Berfin Y., 2002.
—- Eşitlikçi Dervişan Cumhuriyetleri ve Hasan Sabbah Gerçeği, İstanbul, Berfin Y., 2000.
Charby, Laurent, Charby, Annie, “Arap Alevileri”, Çev. Faik Bulut (Ortadoğu’nun Solan Renkleri içinde), İstanbul, Berfin Y., 2002.
Çelik, Kemal, “Fransız İşgal Dönemi Mersin Belediye Başkanı Ahmet Hallaç’ın Anıları”, http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=Print&DergiIcerikNo=1068&Yer=DergiIcerik (E.T: 09.07.2009)
—- Milli Mücadele’de Adana ve Havalisi (1918-1922), Ankara, TTKY, 1999.
Çelik, N. Nadi, “Mihrac Ural’a Mektup”, http://mirural.blogspot.com/2008/07/mihrac-urala-mektup.html (E.T. 07. 09. 2009).
Daftary, Farhad, İsmaililer Tarihleri ve Öğretileri, Çev. E. Toprak, İstanbul, Doruk Y., 2005.
Dilaçar, Agop, “Alpin Irk, Türk Etnisi, ve Hatay Halkı”, C.H.P. Konferanslar Serisi, Kitap: 19, (y.y.), 1940.
Ener, Kasım, Çukurova Kurtuluş Savaşında Adana Cephesi, Ankara, Türkiye Kuvayı Milliye Mücahit ve Gazileri Cem. Y.,1970.
Es- Salih, Mahmut, Gerçeklerin Işığında Aleviler, Çev. A. Bedir, Ankara, Baran Ofset, 2007.
Et-Tavil, M. E. Galip, Arap Alevilerinin Tarihi-Nusayriler, Çev. İ. Özdemir, İstanbul Chiviyazıları Y., 2000.
Firro, Kais, “Nusayriliğin Milliyetçilik ve Milli Devlete Adaptasyonu”, Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de Aleviler Bektaşiler Nusayriler, 2. B., İstanbul, Ensar Neşriyat, 2004.
İlter, Erdal, Milli İstihbarat Teşkilatı Tarihçesi, http://www.mit.gov.tr/tarihce/ikinci_bolum_A4.html (E.T: 22. 08. 2009)
Keser, İnan, Kent Cemaat Etnisite Adana ve Adana Nusayrileri Örneğinde Kamusallık, Ankara, Ütopya Y., 2008.
Konuralp, N. Aydın, Hatay Kurtuluş ve Kurtarış Mücadelesi Tarihi, İskenderun, Hatay Postası Gazete ve Basımevi, 1970.
Kurtuluş, Sevra, “Hatay Sorunu. Kemalizmin İlhak Zincirinde Hatay”, http://faizcebiroglu.blogspot.com/2008/06/hatay-sorunu_8545.html (E.T. 10. 09. 2009).
Mertcan, Hakan, “Adana Arapları ve Eşkıya Cerzun”, Adana’ya Kar Yağmış Adana Üzerine Yazılar, der: B. Çelik, İstanbul, İletişim Y., 2006.
Midhat Paşa’nın Hatıraları, Haz: O. S. Kocahanoğlu, İstanbul, Temel Y., 1997.
Ma’oz, Moshe, Esad Şam’ın Sfenksi, çev. H. Gündüz, İstanbul, Akademi Y., 1991.
Ortaylı, İlber, “Alevilik, Nusayrilik ve Bab-ı Ali”, Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de Aleviler Bektaşiler Nusayriler, 2. B., İstanbul, Ensar Neşriyat, 2004.
Öz, Mehmet, “Nusayriyye”, Tarihi ve Kültürel Boyutlarıyla Türkiye’de Aleviler Bektaşiler Nusayriler, 2. B., İstanbul, Ensar Neşriyat, 2004.
Özezen, M. Tevfik, Cenaze Namazı Olayı ve Tarihçesi: Güney Alevileri Kimdir- Nedir?, Adana, Koza Matbaası, 1998.
Öztuna, Yılmaz, Devletler ve Hanedanlar İslam Devletleri, C: 1, 3. B., Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Y., 2005.
Reyhani, Mahmut, Gölgesiz Işıklar II Tarihte Aleviler, 2. B., İstanbul, Can Y., 1997.
—– Tarihsiz Bir Milletin Acıklı Tarihi, İskenderun, Koç Ofset, 2003.
Serin, Şerafettin, Alevi Nusayriler Hakkında Soru ve Cevaplar, 2. B., Adana, Koza Matbaa, 2007.
Sofuoğlu, Adnan, “Belgeler Işığında Bağımsız Hatay Devleti’nin Kuruluşu ve Türkiye”, http://www.atam.gov.tr/index.php?Page=DergiIcerik&IcerikNo=1057 (E.T: 10.08. 2009)
Sökmen, Tayfur, Hatay’ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar, Ankara, TTKY., 1978.
Şenel, Alâeddin, Irk ve Irkçılık Düşüncesi, Ankara, Bilim ve Sanat Yayınları, 1984.
Talhamy, Yvette, “The Nusayri Leader Isma’il Khayr Bey and the Ottomans”, Middle Eastern Studies, Vol. 44, No. 6, 2008.
Tanci, Ebu A. M. İbn Battuta, İbn Battuta Seyahatnamesi, C.1, Çev. A.S. Aykut, İstanbul, YKY., 2004.
Taner Timur, “Osmanlı Mirası”, Geçiş Sürecinde Türkiye, 5. B., Der. İ. C. Schick – E. A. Tonak, İstanbul, Belge Y., 2006.
Tankut, Hasan Reşit, Nusayriler ve Nusayrilik Hakkında, Ankara, Ulus Basımevi, 1938.
Tarsus Hars Komitesi, “Eti Türkleri Hakkında Bir Etüt (Devam)”, İçel (1938), S. 5.
Tarsus Hars Komitesi, “Eti Türkleri Hakkında Bir Etüt”, İçel (1938), S. 4.
Toros, Taha, Kurtuluş Savaşı’nda Çukurova, Ankara, Kültür Bakanlığı Y., 2001.
Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C. 30, İstanbul, TDVY., 2005.
Uluçay, Ömer, Tarihte Nusayrilik, Adana, Gözde Y., 2001.
Ural, Mihrac “Hatay Davası”, http://mihracural.blogspot.com/2007/10/hatay-davasi.html (E.T. 13. 09. 2009).
—“Hatay’ın Askeri İşgal Günü 5 Temmuz”, http://mirural.blogspot.com/2008/07/antakyanin-askeri-igal-gn-4-temmuz.html (E.T. 13. 09. 2009).
van Dam, Nikolaos, Suriye’de İktidar Mücadelesi, İstanbul, İletişim Y., 2000.
http://mamasyria.blogspot.am/2016/07/nusayriler-arap-aleviler-ve-turkiyede.html
Leave a Reply