Halkımızın ‘gerçek’ değerleri

ZEYNEP GAMBETTİ 

Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Görevlisi

 

Türkleştirme tarihi ne denli siyasi çıkarlar doğrusunda geliştiyse, bu halkın müslüman toplum haline getirilmesi de o denli siyasidir

Laikçilere karşı yürütülen mücadelenin en önemli ayaklarından biri doğal sayılagelen ifadeleri ve pratikleri sorgulamaktır. Böylesi bir yolda yürüdükçe ve dünyayı laik/müslüman olarak ikiye ayıran iktidarın kendi çelişki ve çıkmazlarını gördükçe, geneli tanımlama arzusunun ne denli sorunlu olduğu da ortaya çıkar. “Türkiye laiktir, laik kalacaktır” gibi bir iddianın kimleri nasıl dışladığını, kimler üzerinde nasıl bir baskı kurduğu açıktır zira. İddia edilenin aslında bir “gerçekliğe” tekabül etmediği, kendi tarihinin izlerini silmeye çalışan bir egemenlik söylemi olduğu barizdir.

Ancak bunun aksi yönünde bir iddia daha var ki, o da kendi iktidar refleksini sorgulamaktan epey aciz: bu toprakların müslüman topraklar, bu halkın da aslında müslüman değerlere sahip bir halk olduğu iddiası. Başörtüsü tartışmalarında müslüman aydınlar tarafından sık sık dile getirilen bu iddia, laik/müslüman karşıtlığını yeniden kurmakla kalmayıp, bir tanesini gerçek, diğerini ise yapay olarak kodlamaktadır. Geneli tanımlama açısından bunun, Kemalist iddialardan aşağı kalır bir yanı yoktur. “Halk müslümandır” ifadesi, “buraya” ve “bize” ait olan ile olmayan arasında da hiç masum olmayan sınırlar çizmektedir. Laikliğin dışarıdan “ithal” bir ideoloji olduğu, buranın veya bizim kültürümüz açısından tutmayan bir maya olduğu söylemi bir iktidar kurma biçimidir zira. Ötekileştirmenin çehrelerinden biridir ve görünmez kıldığı tarih hiç de sorunsuz değildir. “Türkiye Türklerindir” sloganı türkleştirme tarihinin kıyım ve baskı ile yoğrulmuş tarihinin izlerini nasıl siliyorsa, “Türkiye Müslümandır” ifadesi de benzeri bir suça ortaktır, zira kendi olabilirlik koşulunu gizler. Türkleştirmenin tarihi ne denli siyasi çıkarlar doğrultusunda geliştiyse, bu toplumun müslümanlaştırılması da o denli siyasi olmuştur.

Eğer kendimizi ancak buraya ait olan ve olmayan üzerinden anlayacaksak (ki ben buna katılmıyorum haliyle), dün de İslam’ın ithal edildiğini kabul etmemiz gerekmez mi? Zira İslam, Türk denen kavmin “kılıç zoruyla” kabul ettiği, Anadolu halklarına iktidarlar aracılığıyla dayatılan, girdiği yerdeki farklı dinleri hegemonyası altına alan “ithal” bir inançtır. Bunu unutmak, Türk kavimlerinin istilasına uğrayana kadar bu toprakların hristiyan veya çoktanrılı olduğunu yadsımak demektir. Hatta gayri-müslüman kültürlere ait sayısız simge ve pratiğin bugün hâlâ yaşatılmakta olduğunu yadsımak zorunda kalırsınız. En nihayetinde Hititler, Helenik uygarlıklar, Romalılar ve koskoca Bizans uçucu madde değildi ki hiç iz bırakmadan yokolup gitmiş olsunlar. “Mozaik” lafı slogan olmaktan çıkar bir anda; velev ki “halkımızın kültürü” püripak müslüman değil, mozaik öğeler ve inançlardan oluşmuş olsun?

20. yüzyılın başında Anadolu’nun yüzde 99’u müslüman olan bir topluma sahip olduğunu iddia ettiğinizde düpedüz yalan söylemiş olurdunuz, zira müslüman olmayanların, yani ermeni, rum ortodoks, musevi, süryani, keldani ve yezidilerin nüfus içinde hatırı sayılır bir ağırlığı vardı. Ezici çoğunluğumuzun müslüman olabilmesi için önce bu gayrimüslim nüfusun soykırım, tehcir, mübadele, linç, yağma, baskı ve zulüm ile bu topraklardan “temizlenmesi” gerekti. Müslümanlaştırmanın tarihini nereden başlatırsanız başlatın, son kalan süryanilerin de kitlesel olarak bu topraklardan sürüldüğü 1980’li yıllara gelene dek “kendiliğinden ve zaten hep buraya ait” olan bir müslümanlıktan bahsetmenize imkan yoktur. Keza sunni mezhebinin hegemonyası tarafından, “çoğunluğu namaz kılan toplum” ifadesi doğru olabilsin diye, yüzyıllar boyunca alevi ve bektaşi kanının nasıl akıtılmış olduğunu hatırlayın.

Bu toplumun İslam’la sorunsuz bir bağı olduğunu iddia edenler, İslam’ın egemenliğinin hangi süreçlerden geçerek kurulduğunu da gözardı etmek zorundadırlar. Onlara göre Doğu’dan gelen dayatma değildir; Batı’dan gelen ise ilelebet yabancı kalmaya mahkûmdur. Oysa doğulu olmamız da siyasi çıkarlardan bağımsız değildir. Antik Yunan’da bu coğrafyanın adı “güneşin doğduğu yer” olan anatolike idi. Daha sonra, Doğu Roma Devleti altında toplanan hristiyanlık “doğulu” oldu. Bu topraklarda müslüman devletleri kurulunca, Batı ile Doğu arasındaki zihinsel sınır, dinsel fark aracılığıyla sabitlendi. Doğu ile Batı arasındaki sınır böylesi bir gel-git içerisinde çizilmiş, farklı iktidarların çıkarları doğrultusunda şekillenmiştir. Ancak “rumi” ifadesinin çıkışı itibariyle Ortodoks Rumları ifade etmediği, Osmanlı elitinin kendini halktan ve şarktan ayırmak için benimsediği bir coğrafi terim olduğu sürekli gözden kaçar. Osmanlı eliti, Balkanlar’ın Anadolu’ya (bugünkü ifadesiyle Batı’nın Doğu’ya) nazaran “üstün” olduğu tahayyülünü cumhuriyetten çok önce geliştirmişti.

Oysa İslam’ı kendine kimlik edinmiş aydınlara göre “halktan ve halkın değerlerinden” uzaklaşmanın miladı cumhuriyettir. Batılılaşmayı onlar da cumhuriyetin kendine biçtiği tarihsel rol üzerinden okurlar, yani tıpkı cumhuriyet gibi konuşurlar. Osmanlı döneminde İslamiyet yüzünden geri kalmış olduğumuz ama Atatürk sayesinde laik, modern, çağdaş, batı medeniyetleri seviyesine geldiğimize dair resmî fantaziyi hayret verici bir doğallıkla benimsemiş olan müslüman aydınlar, aynı cümleleri, ters mantıkla tekrarlarlar: “Eskiden ileriydik, çünkü İslamiyet hakimdi. Atatürk yüzünden özümüzden uzaklaştık, Batı’nın kopyası olduk.” Resmî anlatıyı olduğu gibi koruyan ve yalnızca onun içindeki “iyi” ve “kötü” vurgularını değiştirmekle yetinen müslümanlar, indirgemeciliğin karşısına karmaşık bir gerçeklik çıkarmak yerine, bir fantaziyi alıp başka bir fantaziyle değiştirmektedirler sadece. Kemalistlerin kendi tarihlerine biçtiği miladı onlar da hiç bozmadan korurlar: her şeyin başı cumhuriyettir!

Bu tersyüz etme işleminin en ironik yanı, Kemalistlerin kurtardıklarını sandıkları “halk” ile müslümanların gerçek değerleri temsil ettiklerine inandıkları “halk”ın aynı olmasıdır. Cumhuriyet gerçek değerleri halka atfedip, Osmanlı’nın değerlerini elitist olarak damgalamıştı. Din yerine milliyetçiliği ön plana çıkardı, zira kendi iktidarının inşası için gereksinim duyduğu anahtar öğeler dil ve ırk idi. Müslüman aydınlar ise içeriği farklılaştırarak bu işlemin bir benzerini tekrarlıyorlar. Onlara göre gerçek değerler yine “halk”tadır, ama bu defa vurgulanan değer müslümanlıktır. Cumhuriyetçilerin Osmanlı’nın pençesinden kurtardığı halk değerlerini müslümanlar bu defa cumhuriyetin pençesinden kurtaracaklardır. Modernizm, laiklik, cumhuriyet gibi “ithal” değer ve oluşumlardan kurtarılacak olan “halk” kendi özüne dönecektir.

Kemalizmin yüzünden çile çekmiş olan bir kesimin kendi mağduriyetini ifade ederken egemen dili bu denli yeniden üretmesi çok düşündürücüdür tabii. Buradaki sorun, bir yere veya topluma ait olduğunu varsaymak istediğimiz “özsel” özellikleri tarihin hangi noktasından bulup çıkartacağımız değildir. Milliyetçiler “ırkımızı” Orta Asya’ya dayandırır, ama hepimizin çekik gözlü olmadığı gibi oyun bozan detayları görmezden geliverirler. Kemalizm, Osmanlı ile Cumhuriyet arasına kalın çizgiler çeker ve demokrasi mücadelesinin ve hatta laiklik düşüncesinin kendinden önceki dönemlerin mirası olduğunu inkâr eder. Her ideoloji kendine bir milat icat etme zorunluluğu içindedir. Buradaki esas sorun, kanımca, bu zorunluluğun altında yatan itkidir. Bütünü homojenleştirme, çoğulluğu ve farklılığı yadsıma, melezliği gizleme arzusu, bir “öz” aramaya itmektedir. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu görmemek için insanın başını kuma gömüyor olması gerekir. Bugün Anadolu’da İslam kadar seküler reflekslerin de hakim olduğunu, çünkü en az iki yüz yıllık bir “modernleşme” tarihinin “halkı” ister istemez etkilemiş olduğunu, bunlardan “kurtulmak” için halkın yeniden cendereye sokulması gerektiği unutulmaktadır zira.

Gerçek İslam, gerçek halk, gerçek laiklik gibi fantazilerin varolduğunu kanıtlamaya çalışmanın, adalet ve barışı inşa etmeyeceğini kabullenmek bir aydın sorumluluğu değil midir oysa ki? Halkı homojenleştiren söylemleri artık bir kenara bırakmak, ve başörtüsü kadar bu topraklarda sekülerizmin, gayrimüslimliğin, aleviliğin, yezidiliğin, şamanist öğeler taşıyan müslümanlığın (hani yeri gelince “halk İslamı” diye damgalanan ve “gerçek İslam” olmadığı iddia edilen pratiklerin) ve hatta inançsızlığın ve ateizmin de bir yeri ve kültürü olduğunu teslim etmek gerekmiyor mu?

 

[email protected] Taraf 

26.10.2010 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Hoş Geldiniz

Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri’yle ilgili bilgi alış verişi gerçekleştirme merkezinin internet sitesi.
Bu adresten bize ulaşabilirsiniz:

Son gönderiler

Sosyal Medya

Takvim

December 2025
M T W T F S S
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
293031