Bazı anlar vardır taksi bulmak her şeyin önüne geçer. Bir kısıtlanmışlık hissi kaplar içi. Şehir sanki insanın üstüne üstüne gelir, gürültüsüyle, figürleriyle, gölgeleriyle. Duran trafikte bir arabanın içinde olmak daha tercih edilebilirdir dışarıda kalmaktan ve daha ne kadar süreceğini bilinmeyen bekleyişten. Bu nedenle klostrofobiyi bastırmak zorunda kalır insan, içe daha derin çöken agorafobiyi yenmek için.
İşte öyle anlardan birinde bindim o taksiye. İlk bakışta son derece normal. Hatta “normal taksi” nasıl olur sorusunun tam karşılığıydı. Dikiz aynasında nazar boncukları ve tesbih asılıydı. Cama yapıştırılmış çıkartmaları vardı. Ve bir de bıyık, tabii hafif uzamış aşağıya doğru, kaşlarla beraber üç hilali tamamlamak için. Buraya kadar her şey fabrika ayarında gidiyordu ta ki sohbet açılıncaya kadar.
Nasıl geldi, konu nasıl açıldı bilmiyorum ama yine o bildik hayat ve ölüm sohbetlerinden biriydi. Taksici böbürlenerek “Bizim sülalenin genleri iyidir, 90 yaşına kadar yaşarız, Samsunluyuz ne de olsa” dedi. Genel geçer mantıkla “Kafkas göçmenisiniz herhalde, ömürleri uzun olur onların” diye yanıt verdim. İçten içe ata köklerime atıfta bulunmaya hazırlanıyordum ki en beklemediğim yerden sordu soruyu: Türk’üm Elhamdülillah, ya sen?
Benim için tek duran trafik değildi o an, zaman da ilerlemiyordu artık. O güne kadar asimile bir aile yapısından gelmekten utançla karışık tepki duyan, bir insanın kimliğini hayatı pahasına koruması gerektiğine inanan, unutmasını kabullenemeyen ben, bir anda sus pus olmuştum. Ardından derin bir nefes aldım. Karar anı gelmişti ki ağzımdan adını duyduğum bütün Karadenizli büyük Türk aileleri çıkmaya başlamıştı. Tabii liste çok uzun değildi.
Adam tatmin olmuş görünüyordu söylediklerime. Ya da belki yüzündeki gülümseme gözümdeki korkuyu görmesindendi. Bunu tam olarak bilemiyorum ama daha da üstelemedi konuyu. Gözlerini çevirdi dikiz aynasından. Beni tek başıma bıraktı utancımla. Olası bir çatışmadan – en azından sözlü – kurtulmuştum belki. Ama vicdanımı nasıl susturacaktım?
Kendimi kurcalayadurayım, taksici hikâyelerine başladı teker teker. Önce Karadeniz bölgesini “temizleyen” Topal Osman’a dayanan geçmişinden böbürlenerek bahsetti. Ardındansa bir yeğeninin “iki Kürtle imtihanı”na geçti. Genç çocuğu iki Kürt durdurmuş, sataşmışlar ona “kendilerini bilmezce”, deli dolu tabi yeğeni, o da dayanamamış, hadlerini bildirivermiş. “Peki ne oldu sonu?” diye sormaya çekinsem de yanıt kendiliğinden geldi: Yazık oldu çocuğa şimdi birkaç yıl yatacak iki Kürdü öldürdü diye, bu ülke böyle işte! Bu cümlenin sonu benim ineceğim yere denk gelmişti. Kendimi can havliyle atıyordum zar zor dışarı…
Bu olaydan sonra vicdan muhasebesi yapıyor insan ister istemez. Toplumlar kimlik savaşı verirken, binlerce insan bunun uğruna hayatlarını feda ediyorken benim yaptığım konformistlik değil miydi? Hem bir taksici ne yapabilirdi ki bana? En fazla iniverirdim arabadan. Fazla mı korkaklık etmiştim acaba?
Tablonun böyle olmadığını gösterdi bir hafta sonra gelen haber. Zincirlikuyu’da Ermeni aksanıyla Türkçe konuştuğu için bir kadın dövülmüştü. Üstelik korkudan şikâyetçi de olamamış, polis ve avukatı tarafından ikna edilince zar zor adım atabilmişti.
Herkes ulaşmaya çalıştı mağdur kadına. Ancak imkânsızdı. Konuşmaya korkuyordu kadıncağız. Üstelik taksici sabıkalı çıkmıştı. Bu ondaki kâbusu kat be kat artırıyordu. Ya o da devletin koruduğu “tosuncuklardan” biriyse? Ne olacaktı o zaman? Hrant Dink için ölümü sonrasında sütunlarında onunla ilgili anılar yazanlar uzun dava sürecinde – en iyi tahminle – “yorulmuşlarken” yalnız yaşayan sıradan bir Ermeni kadını kim koruyabilirdi ki?
O nedenle sessizliğine saygı duyduk, haber heyecanımızın tansiyonunu düşürdük bu kadının geleceği için. Kalemlerimiz düştü tek tek, haberlerimizi geri çektik. Çünkü önemli olan bir kadının hayatıydı, haber uğruna şehit vermek değil.
Bu kadının durumunu görünce hak verdim kendi taksici diyaloguma. Geri adım atmaktan bu kadar utanmamam gerekiyordu. Ailemin isimlerini unutup, kimliklerini değiştirmelerinden de. Asıl utanması gereken biz değiliz ki, bizi buna zorlayanlar!
M. SERDAR KORUCU serdarkorucu@hotmail.com
18.10.2011
Taraf
Leave a Reply