“Ermeni” sözünü ilk duyduğumda dört ya da beş yaşlarında bir çocuktum. Benden 15 yaş büyük çok sevdiğim bir amcam var ona “Ermeni” derdi çevremdekiler. Amcam beni yazları deniz kıyısına götürürdü. Sırtına alırdı, ben sarılırdım boynuna, o kulaç atar açılırdık kıyıdan. Denizin ortasına geldiğimizde beni aniden fırlatırdı sırtından. Su yutar, ağlardım. Sonra kıyıya vardığımızda ona doğru avazım çıktığı kadar “ Ermeni, Ermeni” diye bağırarak koşardım çakıl taşlarının üzerinde. Bir süre sonra yine yalvarırdım amcama beni sırtına alıp uzaklara götürürsün diye. Alırdı yine sırtına ve aynı şey tekrarlanıp dururdu sürekli. Ne zaman denizde tek başıma yüzdüğümü hatırlamıyorum ama o anları hâlâ hatırlarım dün gibi. O benim kızdığımda “Ermeni” diye bağırdığım amcamdı…
1993 yılının nisan ayında Karabağ’da Azerilerle Ermeniler arasında çatışmalar yoğunlaşmıştı. O zamanlar çalıştığım Sabah gazetesi adına Kars’a gittim. İlk kez gittiğim Kars çok ilgimi çekmişti. Arnavutkaldırımlı sokaklarda bulunan eski taş yapılı binalarını sevdim. Bir de her sokak büyük bir meydana çıkardı. Daha önce görmediğim, alışık olmadığım türde bir şehirdi Kars. O yıllarda Ermenistan sınır kapısı açıktı, kapanacağı konuşuluyordu. Kars’ta küçük bir Ermeni pazarı vardı. Oraya gelen Ermenilerle konuştum. Tek dertleri memleketlerinden getirdikleri birkaç parça eşyayı satmak olan insanları üzüyordu Karabağ’da yaşanan çatışmalar. Sınır kapısının kapanması demek geçim kaynaklarının bir anda yok olması demekti. Kars esnafı da çok memnundu Ermenilerden. Şehre canlılık gelmişti, ayrıca çok dürüst satıcılardı Ermeniler, sınır kapanırsa yok olacaktı şehre gelen canlılık. Bir süre sonra da kapandı o kapı. Bir daha açılmacasına…
Kars’tan sonra Iğdır’a gittim. O yıllarda ülkücülerin Iğdır üzerinden Nahçıvan’a geçerek Azerilerle birlikte Karabağ’da Ermenilere karşı savaştığı duyumunu almıştık. Iğdır’da yerleştiğim otel Ağrı Dağı’na bakıyordu. Birkaç gün boş boş dolaştım Iğdır’da, sınıra gittim. Birkaç tankın dışında pek bir hareketlilik yoktu. Kaldığım otelde ise bol miktarda istihbaratçı vardı. Lobide tavla oynayarak geçiyordu akşamlar. Bir sabah erkenden odamın kapısı çalındı. Beni alıp götürdüler Ağrı Dağı’nın eteklerine. Gittiğimiz yerde 10-15 kişilik bir grup vardı. Ellerinde kalaşnikoflar. Dağın eteklerinde poz verdiler, bir de Azeri bayrağı bulundu. Yüzleri kapalıydı. Bunlar “Azerbaycan’a savaşmaya gidecek gençler” dendi bana. Fotoğrafları çekip haberini yazdım. Haber, bir gün sonra Sabah gazetesinde tam sayfaya yakın manşet oldu. Haberin çıktığı gün bir telefon geldi gazeteden “Acil Iğdır’ı terk et” diye. Hâlâ düşünürüm zaman zaman ben o haberi neden yaptım diye…
Geçen pazar günü Taksim’de yapılan “Hocalı katliamını lanetleme mitingi” beni dehşete düşürdü. Açıkçası korktum. Bu korku endişeli modernlerin halka güvensizlikten duydukları korkuya asla benzemiyor, önceden belirteyim. Mitingle birlikte yeniden yeşertilmeye çalışılan kin ve nefret ikliminin bu ülkede yaşayan başka dil, din ve ırktan insanların canını yakmasından korkuyorum. Türkiye’nin yakın tarihine baktığımızda yaratılan iklimler kimilerine göre “münferit” olsa da hep egemen rejimin dışlayıp ötekileştirdiği insanların canını yakmış, derin acılar bırakmıştır. Bu “münferit” olayları tek tek sıralayacak değilim. Sadece şunu söyleyebilirim, dörtnala Taksim’e çıkan kin ve nefret kusucuları yeni bir 6-7 Eylül yağması pekâlâ yaşatabilirdi. Neyse ki bu işi yine “münferit” bir şekilde 1955 yılında aynı iklimin yaratılması sonucu başkaları yapmıştı. Taksim’deki mitingde “Bir gece ansızın gelebiliriz” pankartı vardı ya. Hiçbir zaman ansızın gelmedi o insanlar, onun zemini yaratıldı, kin ve nefret ekildi, yeşertildi. Zaten pazarın gelişi hafta başından belliydi. Gazetelere verilen ırkçı ilanlar İstanbul’un her tarafındaki billboard’larda asılan afişler, bu gelişi olağan hale getirdi. Mitinge katılanların birçoğu bırakın 20 yıl önce Hocalı’da yaşanan katliamı bilmeyi, Hocalı’nın nerede olduğunu bile bilmez. Şimdi deniyor ki, bu ırkçı pankartları taşıyanlar hakkında inceleme başlatıldı. İşte buna çok ama çok gülüyorum. Bu insanlar hiçbir zaman bulunmaz. Diyelim ki buldunuz, hangi ceza maddesine göre hâkim karşısına çıkaracaksınız? Bu kutsal vatan topraklarında Türklüğün dışında her şeye, herkese hakaret edebilir, nefretinizi göğsünüzü gere gere kusabilirsiniz. Yok ki bunun bir cezai müeyyidesi. Yeter ki Türklüğümüze zeval gelmesin geriye kalan her şey mubah!..
Amcamın Ermeniliğine gelince. İnatçı bir delikanlıydı amcam. Ne yapılırsa yapılsın, ne denirse densin bildiğini okurdu. İnatçılığı yüzünden köylüler “Ermeni” lakabını takmıştı ona. Şimdi bakıyorum da binlerce yıldır bu topraklarda barış içinde yaşayan insanların son yüzyılda çektikleri acılara, her türlü baskıya, sindirmeye, tehcire rağmen yurt bildikleri topraklarda yaşamak için, inatçı olmak gerek, bir de Ermeni… Dörtnala gelinen uzak Asya’dan, geçen bin yıla karşın bu topraklarla ilgili hâlâ aidiyet sorunu yaşayan insanların nefret söyleminin karşısında “hepimiz Ermeniyiz” demek geliyor içimden. Birilerinin bu söyleme cevaben “piç” olduğumuzu iddia ederek nefret kusması yıldırmamalı bu ülkenin güzel insanlarını. Bu coğrafyada bütün etnik kimliklerle birlikte barış içinde yaşamaktır bütün inadımız…
tuncerkoseoglu@gmail.com
http://www0.taraf.com.tr/tuncer-koseoglu/makale-ermeni.htm
Leave a Reply