Besse Kabak
Marattu1 dağında bulunan kilisenin2 kutlamaları daha çok Purşenk (Kayadibi), Gağmank (Ekinlik), Goşag (Taşlıca), Tsorakhpi (Yuvalar), Tınget (Karayün), Haregunk (Yolaç), köylerinin yayla yerlerinde yapılırdı.
İrtsank (Örenağıl), Aritem (Meşeli), Tızzi (Altıdere), Harrud (Yürekli), Komek (Çalışlar) gibi aşağı köylerin yaylalarında bulunan Müslümanlar önce Şehbazit3 Dağı’na çıkıp ziyaret yerinde4 mumlarını yakar, oradan yaylalarımıza gelirlerdi.
Ermeniler adaklarını Pazar günü kesecekleri için Müslüman komşularımız çoktan adaklarını kesmiş, misafirler yaylaya gelene kadar büyük kazanlarda pişirmeye başlamış olurlardı.
Marattu gününde sofralarımızda pişirilmesi adet olan bulgur pilavının yanına ciğer kavurma, haşlama ya da tandırda pişirilen etler yer alırdı. Tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonra kurulan yer sofralarında bizler de gelen misafirlerin yanlarında yerlerimizi alırdık. Boşalan tabakları herkes iyice doyana kadar tekrar, tekrar doldurulurdu. (Büyüklerimizden Marattu madağından önce bir hafta oruç5 tutulması gerektiğini öğrenmiş olmamıza rağmen, biz gençler genelde bu orucu tutmaz)
Yemekler yendikten sonra sıra Pazar gününe kadar durmaksızın devam edecek olan, küçükten büyüğe herkesin birlikte oynadığı halk oyunlarına gelirdi.
O dönemlerde herkes birbirini tanırdı. Kimin hangi köyden olduğu, mesleğinin ne olduğu bilindiği gibi kimlerin sesinin güzel ya da kim güzel kaval çalar bilinirdi. Mesela bizim Purşenk köyünden Polos, İrtsank köyünden İzetto ve Cenbel’in seslerinin güzelliği nam salmıştı.
İşte böylesi günlerde güzel sesleri olan bu kişileri oynayanların arasına başta, ortalarda ve sonda olmak üzere (en az iki kişi) yerleştirirdik.
Halayın başında bulunan bu ikilinin okumaya başladığı türkünün ilk kıtası bitmeden ikinci gurup onlara eşlik ederek okumayı devralır, aynı sözleri tekrarlardı. Üçüncü ya da dördüncü gurubun da aynı sözleri tekrarlayarak okumasından sonra ilk gurup tekrar sırayı alarak her gurup tarafından tekrarlanacak olan türkünün ikinci kıtası okunurdu. Böylelikle bir kaç gün sürecek olan şenlikte okunacak türkü bulma sorunumuz da olmazdı.
Akşama doğru Bitlis, Kozluk ve civardaki köylerden gelen Kürdü, Arapı, Ermenisi yaylalara gelip oyunlara katılırdı. O kadar çok gelen olurdu ki artık oyunlarının oynandığı alan yetersiz kalır gelen insanlar oynamak için kendilerine yeni bir oyun alanı oluşturdu.
Türkü okuyanlar yorulmaya başlayınca sırayı bu kez Goşag köyünden olan Arif alırdı. Sırayla oynayan her gurubun yanına giderek hiç ara vermeden saatlerce çaldığı kaval ısınmaya başlar ve sonunda yumuşayarak kırılırdı. Arif kavalının başına gelecekleri bildiğinden yanında mutlaka yedekte beş, altı tane kaval daha bulundur ve böylece durmaksızın çalmaya devam ederdi.
O zamanlar düğünler ve böylesi kilise günlerine giderken özel kıyafetlerimizi giyerdik. Herkesin günler önce hazırlamış olduğu kıyafetler6 beyaz renkte olurdu. Kürdü, Ermenisi, Arapı, kadını, erkeği hiçbir sorun yaşamadan yan yana gelerek ellerimizi kenetler geleneksel oyunlarımızı oynardık.
Söylenen türküler ve çalan kaval eşliğinde beyaz kıyafetlerimizle govant, papure, gırani, gorani başta olmak üzere tüm oyunlarda bir bedenmişçesine hepimiz aynı anda hareket eder, ayna anda adımlarımızı atardık.
Bir tek harkuşta oyunu yalnız erkeklerin oynadığı bir oyundu. Bu oyuna dâhil olabilmek için aynı zamanda iyi de oynamak gerekirdi.
Güzel oynayanlardan oluşmuş olan bu gurup müzik eşliğinde daire şeklinde döner kâh dizlerini kırarak eğilir kâh sağa sola dönerek kollarını sallayarak ellerini çırparlardı. Sonra ikiye ayrılarak karşılıklı attıkları her adımda ayaklarını sertçe yere vururlardı. Karşı karşıya geldiklerinde birbirlerinin ellerine var güçleriyle öyle bir vururlardı ki seksen, yüz kişinin aynı anda yaptığı bu el vuruşlarından çıkan ses dağlarda yankılanırdı.
En nihayetinde Pazar günün ilk saatlerinde adakta bulunmuş Müslüman’ı, Hıristiyan’ı hepimiz yayladan Marattu’nun zirvesine doğru yola koyulurduk. Kilisenin bulunduğu tepeye herkesten önce gitmek için birbirimizle yarıştığımız yarım saati bulan tırmanıştan sonra Marattu Dağının tepesinde yapılan küçük kiliseye ulaşırdık.
Herkes sırayla kiliseye girer bal mumundan hazırlamış olduğu mumları yakar, küçük kilise yakılan bu mumların ışığında aydınlanırdı. Mumların aydınlattığı kilisenin içerisinde hepimiz Tanrıya kendi bildiğimiz dualarla şükrederdik.
Kiliseden çıktığımızda henüz gün ağarmamış olurdu. Esen rüzgâra aldırmadan güneşin doğuşunu seyrederdik. Ufuk çizgisinde beliren güneşin her dakika kara elbisesinden biraz daha sıyrılarak kızıllar içinde parlamaya başlamasını seyretmek sanki bir gelenek haline dönüşmüştü. Bu güzellikler için tekrar Tanrıya şükrettikten sonra yaylamıza geri dönmek için yola koyulurduk.
Kutlamalarına gelen misafirleri ağırlama sırası artık bize gelmiş olduğundan, kiliseden indikten sonra hemen hazırlıklara başlardık. Gerçi bizler de iki gün boyunca sofralarımızdaki yemeklerimizi gelen misafirlerimizle paylaşmış olsak da o günkü ev sahipliğimiz başkaydı.
Müslüman olmayan birinin kestiği adak etlerinden yemenin günah olduğuna inanıldığı için kesilen adak etinin herkes tarafından yenebilmesi için adaklıklarımızı hazırlar sonra da kesmeleri için Müslüman komşularımızı çağırırdık. Komşularımızın kestiği adaklar temizlenir parçalara ayrıldıktan sonra yıkanarak pişirilmeye başlanırdı. Sabahın ilk saatlerinde haşlanan buğday (yarma) ve yaylalarımızın buz gibi suyuyla sulandırılmış olan yoğurtla hazırlanan “girar” çorbası hiç olmazsa hazırlıklar tamamlanana kadar açlığımızı yatıştırmış olurdu.
Yayladaki tüm kadınların kutlama süresince bizden daha da çok yorulduğu bir gerçekti. Görünüşte ev sahipliğini yapan biz erkekler olurken aslında onca misafiri ağırlamamızı sağlayan kişiler kadınlarımızdı. O gün de gelen tüm misafirlere yetecek kadar yemek pişirme hazırlıklarının yanı sıra bir yandan da yoğurdukları ekmek hamurunu yaktıkları tandırlarda pişirirlerdi.
Bu işlerden fırsat bulduklarında tekrar çeşmenin başında toplanarak kesilen adakların işkembelerini yıkar, ateşte közledikleri kelle paçaları temizleyerek ertesi gün için hazırlık yaparlardı. Bu kadar işi yapmak kolay olmamakla birlikte kadınlarımızın çalışkan olması sayesinde öğlen saatlerinde herkese yetecek kadar ekmek pişirilmiş, yemekler hazırlanmış olurdu.
Hazırlanan yemeklerin misafirlere servisi biz erkeklere ait olduğundan7, kadınlar yemekleri tabaklara doldurarak bizlere verirlerdi. Tereyağında kavrulmuş ciğer, haşlama etin yanı sıra tandırda pişirilmiş et ve (pişirilen ekmekten sonra közlenmeye yüz tutmuş ateşte, tandır duvarına yapıştırılarak pişiriliyor) bulgur pilavından (sade suyla yağsız olarak haşlanan bulgur tabağa konduktan sonra üzerine eritilmiş tereyağı gezdiriliyor) oluşan yemeklerin bulunduğu yer sofrasındaki yerimizi alırdık.
Yemekten sonra tekrar oynanmaya başlanırdı ancak, misafirlerin yavaş yavaş ayrılması nedeniyle oyun gurupları giderek azalmaya başlar, oyunlar artık eskisi kadar keyifli olmazdı.
Akşam olduğunda kutlamalar bitmiş, ta ki bir ay sonra, bu kez bizlerin misafir olacağımız Guskit köyündeki Asdvadzadzin kilisesinin günündeki kutlamalar başlayana kadar herkes günlük hayatına dönmüş olurdu.
_________________________________
1- Geçtiğimiz yüzyılda yayınlanan Ermenice kitaplarda dağın ismi “Maruta” olarak geçmekte. (Bense ismini büyüklerimden duyduğum “Marattu” şeklinde kullanmaktayım.)
Bulunduğumuz dağın ismiyle bağlantısının tam olarak bilmiyorum ancak yazılı kaynaklarda ayrıca 4.yüzyılın sonlarına doğru yaptığı mucizeler nedeniyle nam salmış bir piskopos olduğunu öğrenmekteyiz.
Silvan’da Süryani baba ve Ermeni anneden doğmuş olan bu din adamının yaptığı mucizeler her yerde konuşulur olmuş. Bu mucizeleri duyan İran kralı hasta olan oğlunu iyileştirmesi için piskoposu sarayına çağırmış. Hasta çocuğu iyileştiren din adamı sayesinde o dönemde bölgede Hıristiyanlara uygulanan baskıların kalktığı belirtilmekte.
Bu bilgilerle dağın ismi arasında ne gibi bir bağlantı var derseniz yaptığı mucizelerle ün salmış bu piskoposun ismi Maruta.
2- Kiliselere genelde Meyrem Ana’nanın, veya aziz ve azizelerin ismi verilmektedir. 2973 metre yüksekliği olan Marattu Dağının (Aydınlık Tepesi) en üst noktasında bulunan kilisenin adı zaman içerisinde dağın ismiyle adlandırılmış. ‘Sasuntsi Tavit’ efsanesinde Surp Asdvadzadzin (Meryem Anaya ithaf edilen isimlerden biri) olarak geçmekte. Bu isme sahip kiliselerin adak günleri ağustos aynın ortasına denk gelen Meryem Ana yortusunda kutlanmaktadır. Ancak Marattu’da bulunun bu kilisenin adak günü Rumi takvime göre Vartavar bayramında kutlanmaktadır.
3- Eskiden bölgede konuşulan dillerde Marattu dağına “Çift başlı Marattu” anlamına gelen Kürtçede “Bıvi cote Marattune” Arapçada “Cote Maratun” Ermenicede ise “Cugtakh kluh Marattu” denirmiş. Çift başlı olan bu dağın diğerine göre daha alçakta kalan başına Şehbazit denmekte.
Taşlaşmış insanların hikâyelerinin halen anlatılmaya devam ettiği bölgede bu iki başlı dağın da kız ve erkek olmak üzere iki kardeş olduğunu dair çok eskilere ait hikâye anlatılmakta.
Ancak bölgede halen yaşayan mitolojik birçok öykü ne yazık ki yeni nesillere aktarılmadığı için yavaş yavaş yok olmakta.)
Halk arasındaki bir başka inanış ise Marattu dağında akreplerin zehrinin etkili olmadığı yönünde. Bu nedenle tüm evlerde akrep sokması ve kötülüklerden koruması için Marattu kilisesinin toprağından bir parça bulundurulmaktaydı.
4- Şehbazit dağındaki ziyare, küçük bir mekân izlenimini veren kalıntılardan oluşuyor. Kutsal mekân ya da ermişlerin yaşadığına inandıkları yerler için kullanılan ziyaret tanımı ayırım yapmaksızın kiliseler için de kullanılabilmekte.
5- Vartavar bayramı Ermenilerin kutlamış olduğu beş büyük bayramdan biri olduğundan bayram öncesinde bir hafta (hayvansal hiçbir gıdanın yenmediği) oruç tutulmaktadır.
6- Özel günlerde erkekler beyaz pamuklu gömlek ve beyaz yünle dokunmuş olan pantolon giyerlerdi. Kadınların kıyafetleriyse uzun tunbanın, (uzun don) üzerine sırasıyla bınkıraz (Elbise altına giyilen dize kadar uzunluğu olan iç fistan.), şabig (Erm. Elbise yakadan göğse doğru 15–20 santimlik küçük düğmelerle iliklenmiş bele kadar fazla bol olmayan, belden sonrası ise geniş pilelerin bolca kullanıldığı bu elbisenin farklı bir özelliği ise önlük altında kalan ön kısmının kumaş uçları birleştirilmeyerek 15-20 santim genişliğinde açık bırakılmasıdır) ve kokmitzar (Sason Erme.Önlük. Otuz cm genişliğe sahip elbisenin açık bırakılan kısmın üzerine belden bağlanan uzun önlük) giyerlerdi. Kadınların kıyafetleri çift has dedikleri pamuklu kumaşlardan hazırlanırdı.
7- Kadınların erkeklere aynı masada yemek yemesinin kabul görülmediği bu bölgede, ayrıca kadınlara gelen erkek misafirin yanında servis de yaptırılmaz. (Bu gün bile birçok köyde devam eden bir gelenektir).
http://www.sasun.org/index.php/toplum/124-anlarda-kalan-maratu-kutlamalar.html
Leave a Reply