Türklerin, Türkiye’yi Türkleştirme siyaseti

Armen Kürkciyan

Ermenilerin kırımından, Soykırımdan kırk yıl sonra Türkiye’de bir cürüm daha gerçekleşti. İstanbul halkı ve Türk basın mensupları haricinde, IMF ve World Bank’ın 8 Eylül toplantısı için İstanbul’a gelmiş olan yabancı haber ajanslarının tüm temsilcileri de bu cürümün şahitleri oldu.

6 Eylül 1955 akşamı, iyi organize edilmiş bir güruh İstanbul’un farklı mahallelerinde aynı anda gayrimüslim vatandaşlara ve onların işyerlerine saldırdı. Benzer olaylar, eşzamanlı olarak Zmürnia’da (İzmir) da vuku buldu.

6-7 Eylül tarihlerinde meydana gelen ve tecavüz, yağma ve cinayetle sürdürülen bu cürüm, tıpkı 1915 kıyımı gibi zamanın başbakanının bilgisi dâhilinde ve emriyle gerçekleştirildi.

Daha sonra “6-7 Eylül olayları” olarak adlandırılan bu hâdise, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti tarafından planlanmış olan ve Türkiye’yi Türkleştirmeye yönelik siyasetin kanlı bir meyvesiydi.

***

Osmanlı İmparatorluğu “çokuluslu bir devlet” olmuştur. O dönemde, “Osmanlı milleti” anlayışı vardı. Tüm halklar ve aşiretler müştereken “Osmanlı milleti veya Osmanlı” olarak kabul edilmekteydi. Osmanlı üst sınıfı, imparatorluğun varlığının devamı uğruna bilinçaltında Türk’ü dominant millet (millet-i hâkime) olarak kabul ederek, devlete “çokuluslu ve çok kültürlü” gömleği giydirmişti.

3 Kasım 1839 yılında ilan edilen, ülkenin ilk anayasasıyla (Tanzimat fermanı) Osmanlı tebaasının insan hakları devlet güvencesi altına alındı. Ulusal ve dini ayırım olmadan, her Osmanlı vatandaşı kanun önünde eşit olarak kabul edildi. Müslüman unsurun, mütehakkim statükosunu kaybetmesi bazı rahatsızlıklara sebebiyet verdi. Anayasa, devlet erkânının, devletin kuruluşundan itibaren uygulanan kaprisli davranışlarını engelledi.

Bu anayasa, Fransız anayasası örnek alınarak, Osmanlı halkından ziyade Avrupa’yı, özellikle de İngiltere’yi tatmin etmek için hazırlanmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu’nda resmi görevler ve askeri hizmet, itibarlı meslek dalları olarak Türk ırkına ayrılmıştı, lakin imparatorluğun son dönemlerinde bazı bakanlık koltuklarına Ermeniler de oturmuştur. Gayrimüslim halk genellikle ticaretle iştigal ettiğinden dolayı ekonomik hayat, ticaret ve sanayi alanları genelde Ermenilerin ve Rumların, kısmen de Yahudilerin elinde olmuştur. Bu insanlar alın teriyle zengin olmuşlardır.

Gayrimüslim erkekler askere alınmamakla birlikte “bedel” ödemekteydi. 1914 yılında kabul edilen bir kanuna istinaden (Mükellefiyet-i Askeriye Kanun-i Muvakkati) gayrimüslimler de askere alınmaya başlandı.

Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkılmaktan kurtarmak için Sultan Hamit ve Genç Türkler tarafından izlenen Panislamizm ve Pantürkizm politikaları beklenen neticeye ulaşamayınca, Balkan Savaşı’ndaki yenilgi sonrasında (1913) bir milli Türk ruhu yaratma çalışmalarına hız verildi.

İttihat ve Terakki Partisi nazarında Türkiye Türklere aitti ve bu Türkiye’nin, Türk olmayan unsurlardan temizlenmiş bir Türkiye olması gerekiyordu. Bu ise, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkıp yeni bir Türkiye kurma planıydı.

Talat, İttihat ve Terakki Partisi’nin 1911 yılında Selanik’te toplanan 4. Kongresinde üyelere, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir Türk devleti olduğu konusunda güvence verir. Zaten İttihatçılar için Osmanlı anlayışı Türk’e koşuttu. Kürt asıllı Ziya Gökalp ve iki arkadaşı, bu toplantıda merkez komitesi üyeliğine seçilirler. Bu kongre esnasında, Osmanlılaştırma siyasetinin halkı ikna etme vasıtasıyla benimsenemediği durumda, askeri erke başvurulabileceği bildirilir[1].

İttihatçıların göze batan simalarından Doktor Nazım, gizli toplantı esnasında şu düşünceleri dile getirmiştir. “1909’da Adana’da ve diğer yerlerde yaptırdıklarımız gibi yerel kırımlarla yetineceksek, yarar yerine zarar elde ederiz, temizlemeyi düşündüğümüz diğer unsurlar olan Araplar ve Kürtler uyanır ve tehlike bir yerine üç olur, büyür ve ameliye zorlaşır… bu temizlik genel ve nihai olmayacaksa, yarar yerine zarar getirecektir. Ermeni milletini kökünden temizlenmesi, topraklarımızda bir ferdin dahi bırakılmaması, Ermeni isminin unutulması gerekir[2]”.

Doktor Nazım, aynı gizli toplantı esnasında şöyle devam etmiştir. “Ben Türklüğe hayat vermek için size dost, kardeş oldum, ben Türkün, sadece Türkün yaşamasını, bu topraklarda egemen olmasını arzuluyorum. Türk olmayan unsurlar yok edilmelidir, hangi millete veya dine ait olurlarsa olsunlar. Bu ülkeyi Türk olmayan unsurlardan temizlemek gerekir[3]”.

Toplantıya Doktor Bahaeddin Şakir de katılmakta ve “… Ulusal mülkümüzde sadece Türk’ün ileri gitmesi ve yücelmesine izin verebiliriz, eskiden kalmış halklar, yabancı ve zararlı otları köklerinden sökerek topraklarımızı temizlemeye mecburuz. İnkılâbımızın emeli-programı budur… farklı unsurlardan müteşekkil Osmanlı karışımının milli görüntüsü yoktur…”,- demektedir[4].

İttihatçı hükümetin maliye bakanı Cavit de bu toplantıya katılmakta olup “Ekonomik hâkimiyet Ermeni’nin elinde bulunmaktadır, Ermenilerin, hiçbirinin kalmaması şartıyla yok edilmesi milli siyasetimiz açısından ne derece elzemse, Türkün ekonomik hâkimiyetini tesis etmek de aynı derecede önemlidir, oylayalım[5]”,- diye beyan etmiştir.

Gayrimüslim ve yabancı ticaret erbabı kadar becerikli olmayan Müslüman tüccarlara, ticaret piyasasını Türkleştirmek niyetiyle, daha Sultan II. Mahmut döneminde (1808-1838) verilen imtiyazlar zamanla baskılar sonucunda yabancılara sunulmuştur. Onlar, tüm bu imtiyazlara karşın, ticaret piyasasında hissedilir bir güç olamadılar. Padişah fermanı imtiyazlar sağlayabilir, fakat ticaret becerisi ve yeteneği veremezdi.

Osmanlı İmparatorluğu artık gerilemeye başlayıp, savaşlar, vurgun ve zenginlik yerine büyük masraflar açmaya başladığında, gayrimüslimlerin varlığını yağmalamak resmi siyasete dönüştü.

Birinci Dünya Savaşı, Türklere, ticari piyasayı millileştirme, Küçük Asya’yı gayrimüslim unsurlardan temizleme, özellikle de doğu vilayetlerinde çoğunluk teşkil eden Ermenilerden arındırma fırsatı verdi.

Ege Bölgesi’ni “temizlemek” için bir yürütme kurulu meydana getirilir. Bu kurulun üyelerinden biri de İttihat ve Terakki Partisi temsilcisi ve daha sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı (1950-1960), Mahmut Celal (Bayar) olmuştur. Teşkilat-ı Mahsusa’nın bölgedeki çeteleri 1914’te Yunan köylerine saldırılar düzenlemeye ve bölgeye korku salarak Yunanlıları göçe zorlamaya başladı. Celal Bayar’ın verilerine göre, 130 bin, İttihat ve Terakki Partisi’nin dördüncü güçlü adamı ve ilerde Türkiye Cumhuriyeti’nin milletvekili (1931-1946) olacak Halil Menteşe’ye göre ise 200 bin Yunanlı Zmürniya bölgesinden tehcir edilmişlerdir. Teşkilat-ı Mahsusa komutanlarından Eşref Kuşçubaşı’na göre, 1914’te ve savaşın ilk yıllarında Ege kıyılarından 1.150.000 Yunanlı ve Ermeni tehcire tabi tutulmuş, bunlardan yarısı, göç sonucu oluşan kötü hayat şartlarından ve katliamlardan dolayı hayatını kaybetmiştir. Bu veriler, Celal Bayar’ın hatıralarına ve İngiliz ile Fransız kaynaklarının verilerine uymaktadır. Meclise verilen raporlara istinaden, 300-500 bin Trakyalı Yunanlı da sınır dışı edilmiştir[6].

Yunanlılardan zapt edilen mülkün değeri 5 milyar frank olup, devletin o tarihlerdeki bütçesinin beş katına denk düşmekteydi.

Ermenilerin büyük bir kısmı Batı Ermenistan’da, Osmanlı İmparatorluğu’nda, Küçük Asya’nın doğusundaki altı vilayette yaşamaktaydı. Tabii olarak Ermenilerin mal varlığının ağırlıklı kısmı da orada bulunmaktaydı. 153 üretim müessesesinden 3’ü yabancılara, 20’si Türklere ve 130’u Ermenilere aitti. Yaklaşık 10 bin ticari kuruluşun 2500’ü Türklerin, 7000’i ise Ermenilerindi. 5 Türk ve 32 Ermeni sarraf vardı[7].

Ticaret hayatı gibi eğitim de gelişmişti. Rus “Novoye Vremya” (Yeni Zamanlar) gazetesine göre, 82 bin öğrencili, 785 Ermeni okulu vardı. Türklerin ise 17 bin öğrencili, 150 okulu vardı[8].

Konstantinopel Ermeni Patrikhanesi verilerine göre, 1903’te, patrikhaneye bağlı bölgelerde 82.695 karma öğrencili ve 2.153 öğretmenli 818 okul bulunmaktaydı.

Savaş durumundan öncelikle İttihatçılar faydalandı. Buğday ticareti “Tanınmış İttihat Terakki Partisi sömürücülerinin eline geçmişti. …Halkın gıdası çalınıyordu… Bu yeniyetme hırsız grubunun sömürüsü Yahudiler, bu ünlü tefeciler tarafından yönetilmekteydi. Her şey, ulaşım araçları dahi sömürülmekteydi. İttihat ve Terakki Partisi’nin korumacılığı olmadan iş yapmak ve yaşamak imkânsız olmuştu”[9].

İttihatçıların bu faaliyeti, 1909 yılındaki Selanik kongresinde alınan kararların uygulanmasıydı.

“İttihat ve Terakki Partisi gerçekte, Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmak niyetiyle “Siyonist” Yahudilerin yeteneğinden doğmuştur. Selanik’in merkezini idare eden şahıslar bu niyetle aralarında önceden anlaşıp, 1909’da Selanik’te toplanan kongrede de niyetlerini gerçekleştirmek için yemin etmişlerdir.

Kararlar, aşağıda belirtilen dört noktada belirtilmiştir.

  1. Şu andan itibaren Türkiye’de dinin etkisini kırmak.
  2. Türkiye’deki zenginliğin kaynaklarını yoldaşlar arasında paylaştırmak.
  3. Halifeliği devletten ayırarak zayıflatmak.
  4. Fırsat çıktığında meşrutiyeti yıkarak cumhuriyet ilan etmek[10].

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal, 1927’de Cumhuriyet Halk Partisi’nin 2. Kongresinde verdiği altı günlük nutuk esnasında şöyle söyler. “Tüm bu olaylardan, Türkiye Büyük Millet Meclisi, cumhurbaşkanlığı, genelkurmay başkanlığı unvanlarını almadan önce, [gizli] teşkilatımızın başkanının emriyle bu görevi yerine getirmeye mecburdum”[11].

O günlerde yayınlanan “Milliyet” gazetesinde Ağa Oğlu Ahmet imzasıyla yayınlan bir makalede “Bu işlerin ifasıyla, inkılâbımızın gidişatının çok daha önceden hazırlanmış bir planla öngörülmüş olduğu bir kere daha ispatlanmaktadır”[12],- denmektedir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun, Birinci Dünya Savaşı’na katılımıyla, öngörülen tehcir ve katliam gerçekleştirilir.

İttihat ve Terakki Partisi, 1913-1914 “temizliğini” başarıyla uyguladıktan sonra, 1915 yılında daha vahşice, Ermeni vilayetlerinden Ermenilerin tehciri ve katliamlarına başlar. Tehcire gönderilenlerin tim mal varlığı, daha sonra kendilerine geri verileceği sözüyle tek-tek kaydedilir. Kervanların yola çıkmasının akabinde tüm mülkleri yöredeki Türkler ve Kürtler tarafından işgal edilir. İşgalciler, yerel memurların suç ortaklığıyla, tapu kayıtlarının bir kısmında mal sahiplerinin isimlerinde değişiklik yaptırıp kendilerini mal sahibi olarak gösterirler. Hükümet de farklı yerlerden getirttiği göçmenleri Ermenilerden boşalan evlere yerleştirdi. Teşkilat-ı Mahsusa çeteleri tehcir yollarında savunmasız insanlara saldırıp, katlederek, üzerlerinde bulunan para ve ziynet eşyalarını çaldılar. Tehcir edilenlerin ülkeye dönmesi yasaklandı. Mondros Barış Antlaşması’ndan (30 Ekim 1918) sonra tehcir edilenlerden bazıları geri döndü. Ermeniler ve Yunanlıların geri dönmesini ve mülklerine sahip çıkmasını engellemek için Kuvva-i Milliye teşkilatı kuruldu.

Tehcirin ve katliamların gerçekleştirilmiş olduğu bölgelerin yöneticileri ödüllendirilerek daha yüksek görevlere tayin edildiler. Talat’ın kayınbiraderi Abdülhalik (Renda) katliam esnasında Bitlis yöneticisiydi, Zmürniya’nıın kundaklanması ve yağma edilmesi zamanında ise Zmürniya’da. Renda, cumhuriyet döneminde ekonomi, eğitim ve savunma bakanı oldu. Daha sonra meclis başkanı olan Renda, bu sayede, Atatürk’ün ölümünden İsmet İnönü’nün seçilmesine kadar üç günlüğüne cumhurbaşkanı vekili oldu. Katliamlara katılmayı reddeden memurlar cezalandırıldılar ve hatta ölüme mahkûm oldular.

Eski subay, tanınmış tarihçi Ahmet Refik Altınay, “İki Komite, İki Kıtal” kitabının 45. sayfasında, Ermeni katliamlarına değinerek şöyle yazmaktadır. “Ermeni zenginlerinden evleri satın alınıp isim değişikliği yapıldıktan hemen sonra işkencelerle bu insanlardan paralar geri alınmıştır. Bu trajedileri bilip etkilenmemek mümkün değildir… Benzer hareketler insanlığa karşı suç teşkil eder. Hiçbir dönemde, hiçbir hükümet böyle vahşi bir suç işlememiştir”. Altınay, katliamlarla ilgili yaptığı açıklamaları sebebiyle Kemalistler tarafından takibata uğramış, üniversitedeki eğitmen görevinden edilmiş (1933), hastalanmış, ilaca hasret kalmış ve 1937 yılında yalnızlık içinde ölmüştür.

Mustafa Kemal, genelkurmay başkanı olmasından iki gün sonra, 8 Ağustos 1921’de, Tekâlif-i Milliye (“On Emir” olarak da anılmıştır) emrinin 6. emriyle, devlet hazinesine transfer edilmiş olan, ülkeden uzaklaşmış şahısların mal varlıklarını devletin elinden alarak, ordu için gerekli gördüklerini orduya, kalanını da asker ve memurların maaşlarının ödenmesine tahsis etti[13]. Bu paralarla 1925’teTalat ve Bahaettin Şakir’in mirasçılarına maaş bağlandı.

1919 yılında Ermeni Milli Kurulu tarafından Paris’te yapılan hesaplamalara göre, Soykırım esnasında Ermenilerden zapt edilmiş ve çalınmış olan mülklerin ve mal varlığının toplam değeri 19 milyar franka ulaşmaktaydı.

Ekonomi bakanı Hasan Fehmi tarafından 18 Haziran 1924 tarihinde “Anadolu Gazetesi”nde yayınlanan bir bildiriye istinaden Zmürniya bölgesindeki Yunanlılardan 10678 ev, 2173 dükkân ve mağaza, 79 işyeri, 2 hamam ve 1 hastane, Ermeni ve Yahudilerden ise 1600 ev, 2821 dükkân ve mağaza, 89 işyeri, 2 hamam ve 1 hastane kalmıştı.

29 Ekim 1923’te ilan edilen Türkiye Cumhuriyeti, dört ay sonra, 13 Mart 1924’te, Emval-ı Metruke kanunuyla katledilmiş, tehcir edilmiş ve ülkeye dönüşü yasaklanmış olanların belirtilen bu mülklerini devletleştirdi ve akabinde bu mülkleri, “Hıristiyanların kendilerine yapmış olduğu eziyetlere” tazminat olarak, bunları çoktan işgal etmiş olan Müslümanlara bahşetti.

İşgal edilmiş olan Ermeni mallarının Türklere aktarılmasıyla, ülkelerin ekonomik belkemiğini oluşturan Türk orta sınıfı doğmuş oldu.

Kemalistler, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışından, 1923’te cumhuriyetin ilanına kadar, “ulus-devlet” kurma niyeti ve Hıristiyan azınlıklardan kurtulmak siyasetiyle, katliam, tehcir gibi her yolu kullanarak Küçük Asya bölgesinde gayrimüslim unsurların varlığına son vermeye çalıştılar. Tüm bu çabalara karşın, ülkede kalan Ermeniler, Yunanlılar ve Yahudileri Lozan Antlaşması’yla (24 Temmuz 1924) azınlık olarak kabul etmeye mecbur kaldılar. O tarihe kadar Küçük Asya’da yaşayan halklar için İslam’ı ortak referans olarak kabul eden Ankara hükümetinin Lozan Konferansı’ndaki temsilcilerinin çabalarıyla Türk olamayan, fakat Müslüman olan unsurlar, Kürtler, Zazalar, Çerkesler, Abazalar, Boşnaklar, Araplar, Osetler, Sudanlılar…, azınlık kavramının dışında tutuldu. Müslüman olduklarından dolayı Türk olarak kabul edilmeliydiler.

Osmanlı İmparatorluğu’nun anlayışıyla, Osmanlı topraklarında, farklı milletlerden teşekkül eden Osmanlı milleti mevcuttu. Cumhuriyet Türkiye’si için ise, ülkede var olan tek halk Türk halkıydı.

Ermeni ve Yunanlıların cumhuriyet sınırları içinde varlığı tahammül edilemezdi. Onların varlığı, “ulus devlet” kurma ve “ulusal ruh” yaratma stratejisiyle bağdaşmamaktaydı. Lozan Antlaşması’yla varlıkları güvence altına alınmış azınlıkların sayısının azaltılması, ticaret hayatının dışına itilmesi planı hazırlandı ve uygun fırsatlarda hayata geçirildi. 1925 sonuna kadar yaklaşık 200 bin Yunanlı, Yunanistan’daki Türklerle mübadele edildi. 1922-1923 yıllarında İstanbul ve çevresinden 188 bin Yunanlı ve çoğunluğu Ermeni olan 150 bin gayrimüslim İstanbul’u terk etmişlerdi.

Osmanlı döneminde, mecliste gayrimüslim milletvekilleri bulunmaktaydı. Kemalist rejimin daha ilk meclis toplantısında gayrimüslimler dışarıda bırakıldı. 1950 öncesinde, 1934-1942 yıllarında, milletvekili olarak “kabul gören” tek Ermeni, o da ancak Afyon-Karahisar’dan, Berç Keresteciyan olmuştur. Bu ise sadece yapılan bir hizmetin karşılığıydı. Mustafa Kemal (Atatürk) Mayıs 1919’da Konstantinopel’den gemiyle Küçük Asya’ya geçecekken, Berç Keresteciyan, gemisinin İngilizler tarafından torpidolanacağını öğrenerek kendisini uyarır. Keresteciyen, Kemalistlerin sürdürdüğü kurtuluş savaşı esnasında onlara tıbbi malzeme yollayıp, toplar için ateşleme mekanizmaları almaları için borç olarak 15000 altın verir.

Aynı dönemde, Yunanlılardan iki ve Yahudilerden bir olmak üzere, diğer azınlıklardan da milletvekilleri seçilmiştir.

Halk Partisi, 1946 seçimlerinde Berç Keresteciyan Türker’i İstanbul’dan aday olarak göstermesine rağmen azınlıklar bu seçimlerde, yeni kurulan Demokrat Parti lehine oy kullanır. Halk Partisi, azınlıklar nezdinde Genç Türklerin nasyonalist siyasetinin devamıydı.

18 Mart 1926 tarihli ve 788 sayılı “Memurun Kanunu”nun 4. maddesine istinaden, kamuda görevli memurlar ya Türk veya Türkleşmeye uygun şahıslardan seçilmeliydi.

Küçük Asya’dan Ermenilerin ve Yunanlıların izlerini silmek amacıyla 1928 yılında yer isimlerini değiştirmeye başladılar. Yeni haritalar yayınlandı. İyi ki dünyaya dağılmış eski haritalar halen mevcuttur. Türkiye sınırları dâhilinde kalmış olan 1639 kilise ve 210 manastırın yerel halk tarafından tahrip edilmesi dolaylı olarak teşvik edildi. Tahrip edenler, tarihi eserleri koruma kanunu maddelerinden ceza almadı.

1930 yılında, demiryolu şirketinde çalışan azınlıkların işine son verildi.

4 Haziran 1932 tarihli “Türkiye’de, Türk vatandaşlarına tahsis edilen sanat ve hizmetler hakkında kanun”la gayrimüslimlerin çoğu işsiz kaldı. İşsiz kalan İstanbullu Yunanlılar, Yunanistan’a göçtü.

Nazilerin 30 Ocak 1933’te işbaşına gelmelerinden sonra Türkiye’de Yahudi karşıtı akım güç kazandı. İtalya ve Bulgaristan’ın, Türkiye’ye karşı takındıkları hasmane duruşun sonucu olarak, Trakya’nın iç güvenliği için bölgedeki Yahudileri yerlerinden etme kararı alındı. 21 Haziran 1934’te, çeşitli sosyoekonomik yasaklar getiren 2510 sayılı “İskân Kanunu” ilan edildi. Bu kanunun 11. maddesi, Türkçeden farklı ana dilleri olan vatandaşların farklı yerlere iskân edilmesi için içişleri bakanlığına izin vermekteydi. İçişleri bakanı Şükrü Kaya’ya göre bu kanunun niyeti, Türkiye’yi, tüm vatandaşların aynı dili konuşup, aynı şekilde düşünüp, aynı duygulara sahip olduğu bir ülkeye çevirmekti. Bu kanunla Kürtler de tehcire yollandı.

Türkiye’de yayınlanan Yahudi aleyhtarı yazılarla şiddetlenen halk baskılarının sonucu olarak 24 Haziran 1934’te Yahudilerin İstanbul’a göçü başladı. Organize olmuş güruhlar 3 Temmuzda Edirne, Çanakkale, Uzunköprü, Kırklareli ve Babaeski gibi Trakya’nın farklı şehirlerinde Yahudi ev ve işyerlerine saldırılar düzenledi. Yağmaladı. Kadınlara tecavüz etti. Yahudiler, 1915’te Ermenilere yapılanların şimdi kendilerine de uygulanacağı görüşüne vardı[14]. İlerde kendisi de yönetici olacak olan, Edirne bölgesi Yahudi cemaati yöneticisinin oğlunun anlatımlarına göre, babası tarafından Atatürk’e gönderilen telgrafa istinaden zamanın içişleri bakanı Şükrü Kaya şahsen Edirne’ye gelip olayların gelişmesini önler. Atatürk, o günlerde birkaç kez evlerinde poker oynamıştı. Bu zatın görüşüne göre, Yahudilerle çevrelenmiş, hatta diş doktorunun Yahudi (Sami Ginzberg) olduğu Atatürk, olaylardan habersiz olup, duruma vakıf olur olmaz olayları önlemiştir. Aynı kişinin anlattıklarına göre, bu olaylar öncesinde, Edirne belediyesi tarafından Yahudilerin kaşar et kesmesi yasaklandığında, babasının Atatürk’e yolladığı mektup sonrasında bu yasak kaldırılmıştır[15].

Trakyalı 15000 Yahudi’den 13000’i hâsıl olan durumun sonucunda İstanbul’a göç etti. İçlerinden bazıları mobilyalarını, evlerini ve işyerlerini son derece düşük fiyatlarla satabildiler. Diğerleri onu da yapamadı.

Yahudi aleyhtarı duruşlar Yahudi gençleri arasında Siyonist hareketin gelişmesine sebebiyet verdi. Yahudilerin bir kısmı da İngiliz egemenliğinde bulunan ve daha sonra İsrail devletinin kurulacağı Filistin’e göç etti.

Hükümet olayların sorumluluğunu üzerine almayı reddettiği gibi, tazminat da ödemedi[16].

ABD’nin İstanbul konsolosluğu görevlilerinden Charles E. Allen, 1 Ağustos 1938 tarihli raporunda, Trakya olaylarını şu cümleyle tanımlamaktadır. “Türkler tarih boyunca, borç sıkıntısından kurtulabilmek ve değerli malların sahibi olmak için sürgünden daha iyi bir yolun olmadığını öğrenmiştir”[17].

1929’da, Küçük Asya’da kalmış olan Ermenilere karşı takibat başladı. Diyarbakır ve Kharberd (Harput) Ermenilerine, ülkeden uzaklaşmalarının “kendi lehlerine” olacağı telkin edildi. Sebastia’da (Sivas) Ermenilerin şehir sınırlarının dışına çıkması yasaklanıp, bazı sanat dalları ellerinde alındı. Fransız konsolosluğunun 1929 yılında hazırlamış olduğu bir rapora göre, o yılın ortalarında, Sebastia Ermenilerinin zengin kesiminin büyük bir kısmı şehri terk etmişti. 1929-1930 yılları arasında, 6000’in üzerinde Ermeni Suriye’ye göç etmek zorunda kaldı. Suriye makamlarına verdikleri beyana göre, göç etmeye mecbur olmuşlar, göç yolunda sık-sık haydutların saldırısına uğrayıp soyulmuşlardı[18].

“İskân Kanunu”nun ilan edilmesinden (21 Haziran 1934) yaklaşık altı ay önce Anadolu’daki Ermeni’lere karşı yeni bir takibat başladı. “Gâvur”un yerel halk tarafından evinden kovulması için, halkı kışkırtmaya başladılar. Ermeniler, mülklerini yok pahasına satmaya başladı. İki ay zarfında 600 Ermeni mecburen İstanbul’a göç etti. “İskân Kanunu”nun ilan edilmesiyle bu tehcir resmileştirildi[19]. Genç Türk hükümeti de 1915’te aynısını yapmıştı.

Aleksandret (İskenderun), 13 Temmuz 1939’da Türkiye’ye bağlanıp, Hatay olarak adlandırıldı. Aleksandret’in Fransızların eline geçmesinden sonra Kilikya’dan buraya yerleşmiş olan 35000 Ermeni’yi 18 ay içinde ülkeyi terk etmeye mecbur ettiler. Aynısı, Musa Dağ’daki Ermenilere yapıldı.

Tüm bunlar, “ulus-devlet” kurmak, azınlıklardan kurtulmak siyasetinin sonuçlarıydı.

Birinci Dünya Savaşı’nın İttihatçı üçlünün imdadına yetişmiş olduğu gibi, İkinci Dünya Savaşı da, ekonomik pazarı Türkleştirmek niyetiyle hazırlanmış olan planı yürürlüğe geçirmek için ülkenin İttihatçı cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün imdadına yetişti.

İkinci Dünya Savaşı’nın Balkan Harbi günlerinde, Cumhuriyet Halk Partisi grubunun 30 Kasım 1940 günkü oturumunda, mebus ve Ermenistan’a saldıran Kemalist orduların komutanı Kâzım Karabekir, gayrimüslimlere karşı var olan güvensizlikten bahsederek, Kemalist üst sınıfın düşünce şeklini ortaya koymaktaydı, “İstanbul’un işgal edilmesini göz önünde bulundurarak bu yönde hazırlık yapmalıyız. Böyle bir durumda Ermeniler, Yunanlılar ve Yahudiler ne yapacaklardır…? Bir savaş durumunu göz önünde bulundurarak, zararlı unsurları Anadolu’ya taşımalıyız. Bu unsurların terk ettiği evleri de Türklere vermeliyiz”[20].

Alman tankları, Sovyet toprağında ileri hareket gerçekleştirdiğinde, Türk hükümeti, Mayıs 1941’de İstanbul azınlıklarından Ermeni, Yunanlı ve Yahudilerden 25-45 yaşlarında olan ve 1894-1913 yıllarında doğmuş erkekleri, önceden haber vermeksizin, sokakta, iş yerlerinde, okullarda kimlik kontrolü yaparak, 48 saat içinde topladı. Küçük Asya’daki gayrimüslim erkekler de toplandı. Bu toplama daha sonra “Yirmi Kura Askerlik” olarak adlandırıldı. Toplananların içinde iki, hatta üç kere askere gidip, daha yeni terhis olmuş şahıslar da vardı. Bu insanlara silah ve askeri üniforma verilmedi. Üniforma yerine 1939 Erzincan depremi sonrasında Yunanistan’dan gönderilen çöpçü elbisesi dağıtıldı. Asker olarak kabul edilmiş olmalarına rağmen, bu insanlardan askeri eğitim birlikleri meydana getirileceğine, genelde Ermenilerden olmak üzere “amele taburları” kuruldu. Yunanlılar ve Yahudiler orduda ikinci sınıf işlerde çalıştırıldı. Amele taburları, ülke içlerinde tünel açma (Zonguldak), taş kırma ve yol yapmaya (Afyon, Karabük, Konya, Kütahya…) gönderildi. Soğuk iklimde ağır işlerde çalıştırıldılar. Komutanları kendilerine sık-sık “İstanbul’u ve ailelerinizi bir daha görmeyeceksiniz” dediler[21]. İddialara göre devlet, bu insanları yok etme kararı almıştı[22]. Toplatılma niyeti gayet netti. Gelişme, çoğalma ve ekonomik olarak başarı elde edebilme yaşında olanları “etkisiz hale getirmek”. Bu dayanılmaz eziyetlere katlanamayanlar, öldü. Almanların, Stalingrat önlerinde uğradığı hezimet (18 Kasım 1942) 20 kurayı mutlak bir ölümden kurtardı. İsmet İnönü’nün, azınlıkları “etkisizleştirme” planı başarısızlığa uğradı. 27 Temmuz 1942’de hepsi azat edildi.

1942 yılında, milliyetçi ve ırkçı hareket şiddetlendi. Yahudi karşıtı akım tekrar büyük oranda hissedilir olmaya başladı. Alman işgali altındaki Romanya’dan kaçan 769 Yahudi, 15 Aralık 1941’de “Sturma” gemisiyle İstanbul’a vardı. Türkiye’ye sığınmak istediler. Başbakan Refik Saydam, gemiyi iki ay beklettikten sonra, 24 Şubat 1942’de ricalarını reddetti ve gemiye Romanya’ya dönme emri verildi. Gemi, Alman denizaltıları tarafından Karadeniz’de batırıldı. Sadece bir kişi kurtulabildi. Başbakan, “Türkiye, başkaları tarafından istenmeyen ilan edilmiş kişilerin yerleşim yeri olamaz”,- dedi[23]. Aynı başbakanın emriyle, 4 Mayıs 1942’de, Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Yahudi işten atıldı[24]. Birkaç ay sonra, bir milletvekili, Milli Meclis’in kürsüsünden “… bazı vatandaşların kamusal alanlarda konuştuğu dil Türkçe değildir. Ey vatandaş, Türk vatandaşıysan, Türk diline saygı göster. Karşındaki Türk’ün duygularını zedeleme”,- bağırdı. Irkçılar, milliyetçiler, pantürkistler, azınlık mahallelerinde “vatandaş, Türkçe konuş” haykırışlarıyla mahallelilere korku saldı, hatta fiziki rahatsızlıklar da yarattı.

Refik Saydam’ım 7 Temmuzda ani ölümü ertesinde başbakan olan Şükrü Saraçoğlu, 12 Kasım 1942’de, 4305 sayılı “Varlık Vergisi” kanununu uygulamaya koydu, meclis oturumuna katılan 350 milletvekilinin toplamı meşum “Varlık Vergisi” lehinde oy kullandı. Bu vergi, savaş durumundan yararlanarak yabancıları ve azınlıkları en ağır vergilere maruz bırakıp, varlıklarına sahip çıkmak ve ticaret piyasasını Türkleştirmekti. 76 milletvekili o günkü oylamaya katılmamıştı. Başbakan Saraçoğlu, partisinin gizli bir oturumunda, partili milletvekillerine, bu verginin özel olarak azınlıklar için hazırlanmış olup, bu vergi sayesinde, azınlıkların elinde bulunan ekonomik gücün Türk’lerin eline geçeceğini taahhüt ediyordu[25].

Mükellefleri dört kategoriye ayırıp, her birinden beklenen vergi miktarının oranını tespit ettiler.

M – Müslümanlar, öngörülen verginin % 12,5’i.

G – Gayrimüslimler, % 50’si.

D – Dönmeler, % 25’i.

E – Ecnebiler, Başta hayli yüksek, fakat daha sonra % 12,5.

Kanunun 7. Maddesine istinaden, her bir şahıstan tahsil edilecek miktarı belirlemek için, her vilayette yerel valiler başkanlığında vergi toplayıcıları, ticaret odaları ve belediye temsilcilerinden müteşekkil kurullar oluşturuldu. Bu kuralların üyelerinin bir kısmı eski ittihatçılardı[26]. Hazırlanan listelerin içinde, İstanbul listesi 17 Kasım 1942’de açıklandı. Kimsenin elinde kanıt kalmaması için, maliye bakanlığından vergi toplayanlara gönderilen talimatlar şifahen verildi[27].

Kanunun 11. Maddesine göre mükelleflerin, tespit edilen vergilere itiraz etme hakları yoktu.

Başbakan, bu vergiyle ilgili karakteristik açıklamalarda bulundu. “Bu ülkenin göstermiş olduğu misafirperverlikten faydalanıp zenginleşenler, bu vergiyi ödemelidir. Vergiyi ödemekten kaçınanlar, kanunun tüm sertliğiyle karşılaşacaklardır”[28]. Tüm İstanbul gazeteleri, vergiyi öven makaleler yayınladı.

1877-1878 Rus-Osmanlı savaşı öncesinde de, İslam ordusunun kendilerinin rahatlığı, mal ve can güvenliği için cepheye gittiği sebep gösterilerek, gayrimüslimlerden, Osmanlı ordusuna büyük çapta hibe yapmaları talep edilmişti.

Zaman, devletin adı ve oyuncuları değişmiş, fakat zihniyet değişmemişti.

1935 sayımı verilerine göre azınlıklar, İstanbul nüfusunun % 22’sini, İzmir’in ise % 6’sını teşkil etmekteydi. Toplanan verginin toplam miktarı 317 milyon Türk lirası oldu. İstanbullulardan tahsil edilen, bu miktarın yaklaşık % 70’i olup 211 milyon tutmaktaydı. Bunun 155 milyonunu azınlıklar ödemişti. Farklı bir veriye göre, gayrimüslimlerin ödemiş olduğu toplam miktar 280 milyondu[29]. Ermeniler, Yunanlılar ve Yahudiler, paylarına düşen müthiş vergiyi, kanunun 12. Maddesinde belirtilmiş olduğu gibi 15 günde ödeyebilmek için, mülklerini yok pahasına sattılar.

Almanya, kendisiyle ticari bağ içinde bulunan yabancı vatandaşların vergi yükünü hafifletmek amacıyla 5 milyon mark gönderdi. Yabancı devletlerin baskısıyla E kategorisindeki şahısların vergileri tekrar gözden geçirildi ve onlara da, M kategorisindekiler gibi küçük miktarlar tespit edildi.

Vergilerini kısmen dahi veremeyenlerin mobilyaları ve varsa, taşınmazlarına el konulup açık arttırmayla satıldı. Aralarında 330 ev, 197 dükkân, 190 arsa, 80 daire, 42 depo, 7 bina, 8 fabrika, 5 fırın, 12 tarla, 2 hamam, 1 villa, 3 geminin bulunduğu 885 taşınmaz açık arttırmayla satıldı. Elde edilen miktarın vergiyi ödemek için yeterli olmadığı durumda, mükellef sürgüne gönderiliyordu. 2057 vergi borçlusu, sürgün edilmek amacıyla, değişik yerlerde hapsedildi. 21 Şubat 1943’ten başlayarak 1229’u İstanbul’dan olmak üzere, 1400 gayrimüslim partiler halinde Karin’in (Erzurum) Yeprat (Fırat) Nehri civarında bulunan Aşkale Nahiyesi’ne sürgün edildi. Sürgün edilenler yol iaşelerini kendileri karşılayacaktı. Önceden hazırlanmış kamplarda toplanan bu sürgünler İran-Trabzon karayolunu kardan temizledi, Karin-Sebastia (Erzurum-Sivas) yolunda kazı işleri yapıp, taş kırdı.

Sürgün kervanları Ankara tren istasyonundan geçerken, istasyona doluşan Ankaralılar, hayvanat bahçesindeki hayvanları seyreder gibi bu insanları seyretmekteydi[30].

“Zorunlu Çalışma Kampları”nda 25 sürgün öldü. Birçoğunun sağlığı bozuldu.

Yabancı gazetelerde “Hayvan, iplerinden kurtuldu”, “Varlık vergisi, Türk barbarlığının yeni bir örneği”, “Irkçı bir uygulama, Türkiye’de Varlık Vergisi”… başlıklar altında tenkit yazıları yayınlandı[31]. İngiltere hükümeti birçok nota gönderdi.

ABD’nin Yahudi asıllı Türkiye elçisi Ştaynhord (Steinhord), dışişleri bakanlığına gönderdiği raporunda, vergi uygulamasını ırkçılık, vergi oranlarını ise mükelleflerin ödeme gücünün üzerinde nitelendirip, Saracoğlu’nu, azınlıkları “ezmekle” itham etmekteydi[32].

Varlık Vergisi’nin, Lozan Antlaşması’ndaki azınlık haklarının korunması maddesine aykırı olmasına rağmen anlaşmayı imzalamış olan devletler savaş içinde olduklarından dolayı, nota göndermekten ziyade bir şey yapamıyorlardı.

Varlık Vergisi kanununa istinaden 55 yaşını geçkin mükellefler fiziksel çalışmaya mahkûm edilmeyecekti, fakat 75-80 yaşındaki şahıslar da çalışma kamplarına gönderildi[33].

Daha tüm vergi toplanmamış, el konmuş olan mülklerin açık arttırmayla satışı devam ederken, şaşırtıcı bir tesadüfle, Almanya’yı yenilgiye uğratan üçlünün Yalta toplantısından (4-11 Şubat 1944) bir ay sonra 4530 sayılı ve 15 Mart 1944 tarihli kanun maddesiyle Varlık Vergisi uygulanmasına son verildi. Milletvekillerinden biri aynı gün mecliste yaptığı konuşmada “… bu kanunla onları affediyoruz. Lakin halk onları nasıl affedecektir? Onların, halkımızın arasından çıkıp gitmeleri gerekiyor. …halk öcünü alır, onları linç eder veya ne eder bilemem[34]”,- demekteydi.

İkinci Dünya Savaşı’ndan bir süre sonra, uygun fırsatlarda, Ermeniler ve Yunanlılar doğum yerlerini terk edip ülkeden uzaklaştılar. Bu durum, Varlık Vergisi’nin beklenen neticesiydi. İttihat ve Terakki Partisi’nin başlattığı ve devlet politikasına dönüşmüş olan, ülkeyi ve ekonomi piyasasını azınlıklardan temizleme planının bir sonucuydu bu.

Yönetimdeki Cumhuriyet Halk Partisi tarafından hazırlanmış olan bir rapora istinaden, 1950’ye kadar Küçük Asya, Yahudiler ve Hıristiyanlardan, İstanbul’un fethinin 500. yılı olan 1953’e kadar da İstanbul’da toplanmış olan Yunanlılar temizlenmiş olacaktı.

Sovyetler Birliği, 1945 Aralığında Ermenilere, Ermenistan’a göç çağrısı yaptığında, bir yıl içinde, Aralık 1946’ya kadar 10 bin İstanbullu Ermeni, Sovyet elçiliğine başvurdu.

Zamanın patrik vekili Georg Başepiskopos Arslanyan, 18 Ekim 1946 tarihli mektubuyla VI. Georg (1945-1954) Tüm Ermenileri Katolikosu’na yazdığı mektupta, Türkiye’de yaşayan Ermenilerin anavatana göç etmeyi çok arzuladıklarını, fakat önceliğin, Anadolu’nun farklı kesimlerinde ve çoğunlukla köylerde dağınık halde, zor şartlar altında yaşayan binlerce Ermeni’ye verilmesi gerektiğini belirtmektedir.

Sovyetler, farklı ülkelerden başvuranlara yaptığının aksine, Türkiye’den başvuru yapanları Ermenistan’a götürmek için gemi yollamadı.

Amerikalıların baskıları sonucu ve bir demokrasi göstergesi olarak 18 Temmuz 1945’te kurulan Türkiye’nin ikinci siyasi partisi Demokrat Parti, Adnan Menderes’in başkanlığında 1950 yılında işbaşına geldi. Siyasi hava fazla boğucu değildi. O günlerdeki gazeteleri siyasi karikatürler süslemeye başladı. Bir Ermeni, bir Yahudi ve iki Yunanlı parlamentoya seçildi. Belli ve belirgin bir hürriyet vardı. Sanki bir önceki, Cumhuriyet Halk Partisi’nin tekil, ırkçı ve baskıcı dönemi son bulmuş gibiydi. Müslüman ahaliyi Hıristiyanlara karşı kışkırtan gazetelerdeki yazılar son buldu. DP’nin iç tüzüğüne göre tüm vatandaşlar, dini ve ırki ayırım yapılmaksızın, Türk olarak kabul edilmekteydi. Lakin vatandaşlık betimlemesi ortak tarih ve benzer vizyona sahip olmayı öngördüğünden, Halk Partisi’nden farkı yoktu. Azınlıklara memuriyet veya üniversite hocalığını engelleyen yazılı bir kanun olmamasına rağmen, Halk Partisi’nde olduğu gibi Demokratlar zamanında da bu mevkilerde azınlıklara iş verilmemekteydi. Partinin baş kurucuları Adnan Menderes, Fuat Köprülü, Refik Koraltan… Halk Partisi üyesi ve Varlık Vergisi lehine oy kullanmış kişilerdi. Kuruculardan Celal Bayar ve 75 milletvekili bu kanunun oylandığı günü mecliste değildi.

1952’de Kıbrıs Sorunu doğdu.

Kıbrıs, bir İngiliz kolonisiydi. Kıbrıslı Yunanlılar, adayı Yunanistan’a bağlamak için (Enosis) silahlı mukavemete başvurdular. İngiltere, dâhiyane diplomasisiyle sorunu bir Türk-Yunan sorununa dönüştürdü ve 1954’te Yunanistan’la görüşmelerde bulunması için Türk hükümetini Londra’ya davet etti.

Ülkede baş gösteren ekonomik zorluklar ve basının sert eleştirileri karşısında Menderes hükümeti zor durumda kalmıştı. Halkın ve basının dikkatini başka taraflara çekmek, onların farklı bir sorunla ilgilenmesini sağlamak gerekiyordu.

Kıbrıs Sorunu, Menderes’in kurtuluşu oldu.

İstanbul’daki Yunanlılar ve Ermeniler, Türkiye için şaibeli unsurlar olup ülke düşmanı olarak kabul edilmekteydi. Ticaret piyasası belli bir oranda hâlâ azınlıkların elinde bulunmaktaydı.

Asimilasyon politikası beklenen sonucu vermemişti.

İsmet İnönü’nün başında bulunduğu cumhuriyetçi İttihatçıların İkinci Dünya Savaşı’nda elde ettiği, ülkeyi Türkleştirme siyaseti uygulama fırsatı, Menderes Türkiye’sine Kıbrıs Sorunu verdi.

6 Eylül 1955 geldi-çattı.

Devlet radyosu, öğleden sonra saat 13’te, Atatürk’ün Selanik’te doğduğu evin bahçesine Yunanlılar tarafından bomba atıldığı haberini verdi. Başbakana yakın biri tarafından yayınlanan “İstanbul Ekspres” gazetesi de akşam baskısında 250 veya 290 bin tirajla aynı haberi yayınladı. O günlerde, bu denli büyük bir tirajı, bu kadar kısa zamanda basmak mümkün değildi[35]. Böyle bir tiraj için kâğıt bulmak da hayli zor bir işti. 1954 yılında hükümetin önerisiyle kurulmuş ve devlet desteğine sahip bir gençlik dermeği olan “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti” üyeleri, bu gazeteyi şehrin tüm bölgelerinde halka dağıttılar. Bu dernek, kuruluş aşamasında devletten 20 bin, daha sonra da 200 bin lira almıştır[36].

Daha sonra, İngiltere’nin Atina elçisinin, bir yıl önce… Ağustos ayında Londra’ya gönderdiği bir raporunda bomba atılmasını önermiş olduğu ortaya çıktı[37].

“Pişman olmayacaksınız” önerileriyle daha önceden Anadolu’dan getirtilen[38], kendilerine farklı nakil vasıtaları sağlanan, kazma-kürekler, baltalar ve sopalarla silahlandırılmış güruh, 20-30 kişilik gruplara ayrılarak, Yunanlıların ve Ermenilerin evleri, dükkânları, iş yerleri, okulları ve kiliselerinin adreslerine sahip önderleriyle yıkıcı misyonuna başladı. Dükkânların demir kepenklerini kırıp, vitrinlerin camlarını parçalayarak malları sokağa dökerek, ayaklar altına alıp kırdılar. Evlerin, hatta binaların dördüncü, beşinci kattaki dairelerin kapılarını kırıp, içeri girdiler “Bugün malınız, yarın hayatınız”[39] haykırışlarıyla evdekilere korku salarak, eşyaları pencerelerden aşağı attılar. Sokaklar, kırılmış buzdolapları ve piyanolar, cam, ayna ve tabak-çanak parçaları, çeşitli ev eşyaları, kesilmiş, yırtılmış elbise ve kumaş parçaları, pastane ve bakkal dükkânlarındaki gıda maddeleriyle doldu. Kıramadıklarını arabaların arkasına bağlayarak sokak-sokak sürüklediler. Yağmalayıp, ganimet götürdüler. Yanlarında götürebilecekleri elbise, ayakkabı, ziynet eşyasını alıp götürdüler. Yürüyerek veya vasıtalarla sokaklardan geçmek imkânsızlaştı. Kiliseleri kirlettiler. Kiliselerdeki eşyaları kırdılar. Bazı kiliseleri ateşe verdiler. Manastırları yağmaladılar. Mezarlıklardaki mezar taşlarını kırdılar. Tabutları açıp, kemikleri kırdılar ve yaktılar. Yeni gömülmüş cesetleri bıçakladılar.

Polis müdahale etmedi, seyirci kaldı. Güruha yardım edip teşvik eden polisler de oldu[40]. 1960 ihtilalı sonrasında “Yassıada”da görülen dava esnasında, polislere sadece yangın halinde müdahale etmeleri talimatının verilmiş olduğu ortaya çıktı[41]. Gece geç saatte, şehir artık tanınamaz bir haldeyken, ordu şehre girdi. Gece sokağa çıkma yasağı konuldu. Sıkıyönetim ilan edildi. Ordu komutanlığı tarafından askeri mahkemeler kurularak gazetelere sıkı sansür uygulandı. 6 Eylüle ilişkin yazı ve fotoğrafların yayınlanması yasaklandı. İMF toplantıları için şehirde bulunan yabancı muhabirler, sansüre uğramamak ve olaylarla ilgili fotoğrafları acilen gazetelerine ulaştırmak için hemen ülkeden uzaklaştılar.

İstanbul’da 5104 kişi tutuklandı. Hükümet ilk anda, olayları halkın infiali olarak gösterdi, daha sonra ise Komünistleri suçladı. Tutuklananların büyük bir kısmı, Aralıkta yapılan duruşma sonrasında serbest bırakıldı. Olayların, yönetimde bulunan parti, MİT, öğrenci dernekleri ve “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti”nin işbirliğiyle tertip edilmiş olduğu ortaya çıktı.

Tempo dergisi, 9 Haziran 1991 sayısında Özel Harp Dairesi eski başkanlarından, emekli General Sabri Yirmibeşoğlu’yla yaptığı söyleşi esnasında generalin, 6-7 Eylül olaylarının Özel Harp Dairesi tarafından çok iyi şekilde örgütlenmiş olup, amacına vardığı konusundaki sözlerine yer verdi[42].

Dava tutanaklarına istinaden 5317 yer, 4214 ev, 1004 dükkân, 73 kilise, 1 sinagog, 2 manastır, 26 okul, işyeri, otel saldırıya uğrayıp yağmalanmış olup… zarar gören binaların % 59’u Yunanlılara, % 17’si Ermenilere ve % 12’si Yahudilere aitti. Verilen zarar, o günlerin değeriyle yaklaşık olarak 150 milyon lira olup, 54 milyon dolara tekabül etmekteydi[43]. Bazı farklı verilerle bu miktar 69,5 milyon dolara ulaşmaktadır. Uluslar Arası Kiliseler Konseyi’nin tahminlerine göre zarar, 150 milyon dolar, Yunan hükümeti hesaplarına göre ise 500 milyon dolara ulaşmaktaydı.

Farklı kaynaklar, yukarıda belirtilenlerle ilgili ek veriler vermektedir. Bir çuval içinde yanmış üç ceset bulunmuştu. Aralarında 5 din adamının bulunduğu, 16 kişi öldürülmüştü. 50 kadar Yunanlı kadına, aile fertlerinin gözü önünde tecavüz edilmişti. 50’si ağır olmak üzere, 500’den fazla kişi yaralanmıştı. İki mezarlık tahrip edilmişti. Yakılan, yıkılan, tahrip edilen yerlerin sayısı 5622’ye ulaşmıştı[44]. Tecavüze uğramış 60 Yunanlı kadın tedavi için Yunan hastanesine başvurmuştu[45].

Yunan Patrikhanesi verilerine göre 95 kiliseden 61’i tamamen veya kısmen tahrip edilmiş, 8’i yakılmış, 1 Yunan-Katolik kilisesi yıkılmış, 48 okuldan 36’sına az veya çok zarar verilmişti. İstanbul’da yayınlanan dört Yunanca gazetesinin yazıhaneleri ve içlerinde, matbaası olan ikisinin matbaası da tahrip edilmişti[46].

Büyük zarar gören işyerleri, mağazalar tekrar açılmadı. Diğerleri, işlerini Türklere sattı. Devlete ve hükümete karşı güvenlerini kaybeden 70 bin Hıristiyan, Ermeni ve Yunanlı, 1955-62 yılları arasında doğduğu toprakları terk etti. Hükümet, 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili, Hıristiyan azınlıklardan kurtulma ve ekonomiyi millileştirme niyetine vardı. 1920’li yıllarda, yaklaşık 200 bin, 6-7 Eylül olayları öncesinde ise yaklaşık 110 bin olan İstanbullu Yunan cemaati, yirminci yüzyılın sonlarında ancak 1600 kişi kalmıştı. Bu arada, şehrin nüfusu 15 milyona ulaşmıştı. 200-250 binlik Ermeni cemaatinden de yaklaşık 70 bin kişi kalmıştı.

Ülkenin ticari piyasasını Türkleştirmeye çalışanlar, Türkü zenginleştirmenin farklı, Türkü işadamı yetenekleriyle donatmanın ise farklı şeyler olduğunu düşünmediler. Ancak 1970’lerde Türkler ticaret piyasasına sahip olmaya başladılar.

27 Mayıs 1960’ta, ordu tarafından gerçekleştirilen ihtilal sonrası görülen davalar esnasında, Selanik’teki bombanın, aynı şehirdeki üniversitede öğrenim gören ve Yunan tebaalı Türk öğrenci Oktay Engin tarafından atıldığı, yerel polis gücü tarafından tutuklanıp yargılandığı, yargı masraflarının Türk hükümeti tarafından ödendiği, üç yıla mahküm edilip hapisten kaçırıldıktan sonra İstanbul’a getirilmiş olduğu ortaya çıktı. Türk hükümeti ailesine maddi yardımda bulunup, kendisini de mükâfatlandırmıştı. Kendisine önce makam verilmiş, daha sonra da Milli İstihbarat Teşkilatı bünyesine alınmıştı. Daha sonra ise Nevşehir valisi tayin edilmişti. Engin, 1960 ihtilalı esnasında tutuklandı, fakat kısa zamanda serbest bırakıldı[47].

“İstanbul Ekspres” gazetesinin sahibi daha sonra milletvekili seçildi. Gazetenin yazı işleri sorumlusu da bir uluslar arası haber ajansı kurdu. Olaylar esnasında MİT teşkilatı çalışanı olan “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti”nin başkan yardımcısı da, olaylardan on yıl sonra, 1965’te milletvekili seçildi ve 1980’e kadar birkaç bakanlık koltuğuna sahip oldu.

50 yıl önce vuku bulan 6-7 Eylül olayları, Türk devletinin dâhil olduğu, Türkiye’nin Türkleştirilmesi ve ekonominin millileştirilmesi siyasetinin kanlı basamaklarından biriydi. Bu insanlık dışı olaylara rağmen, batı, özellikle de ABD tarafından Türkiye, batılı demokrasi ölçütlerinde bir devlet olarak kabul edilmektedir.

Bir Türk kuruluşu tarafından, 6-7 Eylülün ellinci yılı münasebetiyle İstanbul’da, barbarlaşmış güruh tarafından gayrimüslimlere uğratılan zararı teşhir eden olaylarla ilgili 250 büyük ve hiç yayınlanmamış fotoğraf sergilendi. Bu fotoğraflarda, güruhun içinde, demir çubuklar ve baltalarla dükkânların vitrinlerini tahrip eden şık giyimli kadınlar gözükmekteydi. Polis ve askerlerin mevcudiyetinde dükkânların tahrip edilip yağmalandığını gösteren çok sayıda fotoğraf vardır.

Sergi, sergilemiş olduğu sarsıcı fotoğraflarla sadece geçmişi hafızalarda canlandırmakla kalmayıp, bu fotoğraflara yapılan saldırıyla da özellik kazandı. Hoşgörüsüz ve demokrasi karşıtı, sağcı milliyetçi bazı çevreler, “ya sev, ya terk et”, “Türkiye Türk’tür ve Türk kalacak”, “Çocukluğumuzda Atatürk’ün evi bombalandı, biz bunları yaşadık” sloganlarıyla sergi salonuna saldırıp bazı resimleri yırttılar ve yumurta attılar. Bu adamların veya kendilerine ders verenlerin hafızası çok kısa olmalı ki, bombayı atanın, Türk hükümetinin talimatıyla bir Türk’ün atmış olduğunu unutmuşlardı. Bu sergi Türkler tarafından düzenlenmişti ve bu Türklerin de, kendileri kadar Türkiye’de yaşamaya hakkı vardı.

Bazı çevrelerin kafalarının 50 yıl içinde değişmemiş olmakla kalmayıp, kendilerine yardakçılar yetiştirmiş oldukları bilinmektedir. Acı olan, bu gerici azınlığın sesi ve siyasi etkinliğinin, hoşgörülü çevreden daha çok olmasıdır. Bu hoşgörüsüz, gerici ve tabular arkasına sığınan çevre, 6-7 Eylül olaylarını inkâr edemedi, fakat tarihi tersyüz etme derecesine varan bir arsızlıkla, Ermeni Soykırımının olmamış olduğunu iddia etmektedir.

Uluslar arası toplumun olumsuz fikrini değiştirmek düşüncesiyle, olaylardan bir süre sonra, zarara uğrayanlar için yetersiz oranda, zararların yaklaşık olarak % 30’u oranında tazminat verildi. Tazminatların ödenmesi için cumhurbaşkanının himayesinde kurulan komisyon, iki yıl zarfında, bankalardan ve büyük kuruluşlardan yaklaşık 9 milyon lira teberru topladı[48].

Tazminat alanlardan, kayıplarının tümüyle karşılanmış olduğu ve ilerde tazminat için herhangi bir mercie başvurmayacakları konusunda yazılı taahhütname talep edildi[49]. Komisyon, 3 Ermeni okuluna 150-500 lira ve kız biçki-dikiş okuluna da 2000 lira tazminat verdi[50].

1964 yılında Kıbrıs’ta Türkler ve Yunanlılar arasındaki durum tekrar gerginleşti. Türk hükümeti fırsattan istifade ederek, Türkiye’de yaşayan Yunan vatandaşlarını ülkeden kovmak için, 1930’da Yunanistan’la imzalanmış olan ve Yunan vatandaşlarına Türkiye’de, Türk vatandaşlarına da Yunanistan’da çalışma hakkı veren “İkamet, ticaret ve seyrisefanin” antlaşmasını 16 Mart 1964’te tek taraflı olarak feshetti. Sekiz gün sonra, ticaret piyasasını Türkleştirmek niyetiyle, 9 Yunan vatandaşı işadamı, 15 gün içinde işyerlerini kapatmaya davet edildi. İlk partide 150 Yunan vatandaşı işadamı ülkeden uzaklaştırıldı. O yıllarda İstanbul ticaret odasına kayıtlı 1000 Yunan vatandaşı işadamı vardı. Hükümet, öncelikle bu adamların mülklerinin satışına engel koydu, ardından, onların bankalardaki hesaplarını dondurdu. 1965 yılının ilk yarısına kadar 12592 Yunan vatandaşı ülke dışına çıkarıldı. Bu Yunan vatandaşları, Türk vatandaşı Yunanlılarla aile kurmuştu ve böylece, 30 bin Yunanlı Türkiye’den uzaklaştı.

Günümüzde, 6-7 Eylül olaylarından 50 yıl sonra, acılar biraz dinmiş de olsa, yara tedavi edilmemiştir. 6-7 Eylülün bu barbarca olayları için Türkiye hükümetlerinden hiçbiri bugüne kadar resmi olarak özür dilememiştir.

Türkiye kanunları, özellikle de azınlıkları ilgilendiren kanunlar, Avrupa Birliği ülkelerindeki kanunlarla kıyaslandığında büyük oranda geri kalmıştır. Avrupa Birliğiyle görüşmelerin başlayabilmesi için bazı kanunlarda reformlar yapılmış olmasına rağmen, tüm bunlar kâğıt üzerinde kalmaktadır. Bazıları ise hiç değiştirilmedi. Ülkede, günümüze kadar söz ve fikir beyan etme hürriyeti yoktur. Herhangi bir konuda devletin görüşüne karşı fikir beyan eden kişi kendisini mahkemede bulmaktadır.

İmparatorluk döneminde, Osmanlı elit tabakası, “Osmanlı” olarak anılan bir milletin var olduğunu sanmaktaydı. Günümüz Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı düşünce şekli hüküm sürmektedir, tek fark, “Osmanlı” kelimesi yerine “Türk” kelimesinin kullanılmasıdır. Geçmişte bakanlar kurulu üyeliği de yapmış olan Türkiye Sosyalist Partisi başkanı Deniz Baykal, 29 Kasım 2005’te, parti grubu toplantısında yaptığı konuşmasında “Türkiye Cumhuriyeti’nde bir tek millet vardır, bu ise Türk milletidir”,- demekteydi [51].

Türkiye Cumhuriyeti yönetimi, Türkiye’nin sadece Türklerin ülkesi olmadığı gerçeğine hâlâ idrak etmiş değildir. Türklerin yanında Çeçenler, Aleviler, Lazlar, Çerkezler, Süryaniler, Boşnaklar, Araplar, yirmi milyon Kürt, 1915’te Müslümanlaştırılmış, kaçırılarak Müslümanlaştırılmış veya Müslümanlar tarafından evlat edinilmiş Ermenilerin nesilleri (bir milyon veya daha da fazla) ve Lozan Antlaşmasıyla resmen azınlık olarak tanınan Ermeniler, Yunanlılar ve Yahudiler vardır. Bu çok milletlik gerçeğini kale almadan benzer açıklamalarda bulunmak dar görüşlülük ve ırkçılıktır.

Ana dillerini öğrenme fırsatı ve imkânından mahrum kalmış olup, mecburen Türkçe konuşanları Türk olarak kabul etmek mümkün değildir. Müslüman olup, Türklükle olan bağları sadece ve sadece aynı dine ait olmakla sınırlı olanları da Türk olarak kabul etmek mümkün değildir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış nedenlerinden biri de Türk elit sınıfının milliyetçiliği olmuştur. Günümüz Türkiye Cumhuriyeti yönetimi de benzer bir yola girmiştir.

Mart 2006


[1] Arsen Avakyan, “Ermeniler ve İttihat ve Terakki, İşbirliğinden Çatışmaya”, Aras Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 89-91.

[2] Mevlanzade Rıfat, “Osmanlı İhtilalının Karanlık Yönleri” (Erm.), Tonikyan Yayınevi, III. Baskı, Beyrut, 1975, s. 97, 98, Mevlanzade Rıfat, “Türkiye İnkılâbının İç Yüzü”, Pınar Yayınları, İstanbul, 1993, s. 108 (Bu kitap ilk önce 1929 yılında Halep’te, Arap harfleriyle yayınlanmıştır. Kürt asıllı Mevlanzade Rıfat, Atatürk’e muhalif 150’lerin içinde bulunmuştur. 1930 yılında, sürgünde bulunduğu Halep’te vefat etmiştir).

[3] a.y., Ermenice baskıda s. 98, 99, Türkçe baskıda ise s. 109.

[4] a.y., Ermenice baskıda s. 99, Türkçe baskıda ise s. 110.

[5] a.y., Ermenice baskıda s. 101, Türkçe baskıda ise s. 113. Dr. Nazım, Cavit ve Talat, Selanik şehrinin Sabetayist (Yahudilikten İslam’a geçmiş olanlar) cemaatine mensup olmuşlardır.

[6] Taner Akçam, “İnsan Haklar ve Ermeni Sorunu” İmge Yayınları, 2002, s. 191.

[7] Arsen Avakyan, “Ermeniler ve İttihat ve Terakki, İşbirliğinden Çatışmaya”, Aras Yayınevi, İstanbul, 2005, s. 78.

[8] a.y., s. 81.

[9] Mevlanzade Rıfat, “Osmanlı İhtilalının Karanlık Yönleri” (Erm.), Tonikyan Yayınevi, III. Baskı, Beyrut, 1975, s. 97, 98, Mevlanzade Rıfat, “Türkiye İnkılâbının İç Yüzü”, Pınar Yayınları, İstanbul, 1993, Ermenice baskısında s. 170, Türkçe baskıda ise s. 198.

[10] a.y., Ermenice baskısında s. 170, Türkçe baskıda ise s. 198.

[11] a.y., Ermenice baskısında s. 324.

[12] a.y., Ermenice baskısında s. 324.

[13] Tevfik Çavdar, “Türkiye Ekonomisinin Tarihi 1900-1960”, 2003, s. 146.

[14] Yahya Koçoğlu, “Hatırlıyorum, Türkiye’de Gayrimüslim Hayatları”, İstanbul, 2003, s. 166.

[15] a.y.,s. 162-164.

[16] Dilek Güven*, “6-7 Eylül Olayları”, İstanbul Tarih Vakfı, 2005, s. 100.

[17] a.y., s. 99.

[18] a.y., s. 103-105.

[19] a.y., s. 105.

[20] a.y., s. 107.

[21] a.y., s. 108.

[22] Yahya Koçoğlu, “Hatırlıyorum, Türkiye’de Gayrimüslim Hayatları” İstanbul, 2003, s. 40.

[23] a.y., s. 162, ayrıca bk. Rıdvan Akar, “Varlık Vergisi”, İstanbul, 1992, s. 84.

[24] Rıdvan Akar, “Varlık Vergisi”, İstanbul, 1992, s. 83.

[25] a.y., s. 49, 87.

[26] Dilek Güven, “6-7 Eylül olayları”, İstanbul Tarih Vakfı, 2005, s. 111.

[27] Rıdvan Akar, “Varlık Vergisi”, İstanbul, 1992, s. 9.

[28] a.y., s. 61.

[29] Dilek Güven, “6-7 Eylül olayları”, İstanbul Tarih Vakfı, 2005, s. 117.

[30] Yahya Koçoğlu, “Hatırlıyorum, Türkiye’de Gayrimüslim Hayatları”, İstanbul, 2003, s. 45.

[31] Rıdvan Akar, “Varlık Vergisi”, İstanbul, 1992, s. 72.

[32] a.y., s. 73.

[33] Dilek Güven, “6-7 Eylül Olayları”, İstanbul Tarih Vakfı, 2005, s. 116.

[34] Rıdvan Akar, “Varlık Vergisi”, İstanbul, 1992, s. 76.

[35] Yahya Koçoğlu, “Hatırlıyorum, Türkiye’de Gayrimüslim Hayatları”, İstanbul, 2003, s. 103-104.

[36] “6-7 Eylül Olayları, Fotoğraflar, Belgeler”, Fahri Çoker Arşivi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2005.

[37] Toplumsal Tarih, Eylül, 2005.

[38] Yelda, “İstanbul’da, Diyarbakır’da Azalırken”, Belge Yayıncılık, 1996.

[39] Dilek Güven, “6-7 Eylül Olayları”, İstanbul Tarih Vakfı, 2005, s. 19.

[40] a.y., s. 20, 21.

[41] a.y., s. 22.

[42] Yelda, “İstanbul’da, Diyarbakır’da Azalırken…”, s. 21 ve “6-7 Eylül Olayları”, s. 72.

[43] “6-7 Eylül Olayları, Fotoğraflar, Belgeler”, s. IX ve Toplumsal Tarih, s. 39.

[44] Yelda, “İstanbul’da, Diyarbakır’da Azalırken…”, s. 16, 20.

[45] Dilek Güven, “6-7 Eylül Olayları”, İstanbul Tarih Vakfı, 2005, s. 39.

[46] a.y., s. 35, 36.

[47] Yelda, “İstanbul’da, Diyarbakır’da Azalırken…”, s. 21.

[48] Dilek Güven, “6-7 Eylül Olayları”, İstanbul Tarih Vakfı, 2005, s. 41, 42.

[49] a.y., s. 43.

[50] a.y., s. 35, 36.

[51] Yahya Koçoğlu, “Hatırlıyorum, Türkiye’de Gayrimüslim Hayatları”, İstanbul, 2003, s. 115-116.

* Dilek Güven, Almanya’ya yerleşmiş bir Türk ailenin 1969 yılında doğmuş çocuğudur. Güven, Bohum (Bochum) şehrinin Rur (Ruhr) Üniversitesi Tarih Fakültesi’ni bitirmiştir. Üniversite, 2004 yılında “Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları ve Stratejileri Işığı Altında 6-7 Eylül Olayları” başlıklı doktora tezini Almanca olarak yayınlamıştır. Güven, bu ciddi çalışmasını hazırlamak amacıyla farklı arşivlerde geniş araştırmalar ve 60 yaşını geçmiş görgü tanıklarıyla yaklaşık 40 röportaj yaparak hazırlamıştır. Kitap, 6-7 Eylül olaylarının ellinci yılı münasebetiyle Türkçeye çevrilip “6-7 Eylül Olayları” başlığıyla yayınlanmıştır. 

http://ermeni.hayem.org/ermenice/trqatsnelu_qaghaqakanutyune.htm

Türkçesi: Diran Lokmagözyan

Akunq.net

One response to “Türklerin, Türkiye’yi Türkleştirme siyaseti”

  1. Semsettin Avatar
    Semsettin

    Kürt çocuklarına,’Varlığım Türk varlığına armağan olsun’ sloganını dayatanlara cevap vermeni zamanı geldi: 1 marttan itibaren çocuğunu Türk okuluna gönderme.

    Kürt değilsiniz. Tek başınıza düşünemezsiniz. Doğruyla yanlışı ayırt edemezsiniz. Tek başınıza karar veremezsiniz. Varlığınızı yüce Türk milletin varlığına katarak, (Türk varlığına armağan ederek) eriyecek ve yok olacaksınız. İşte AKP’ nin de devam ettirmeye çalıştığı Türk-İslam sentezinin Kürtleri imha politikası…

    Artık, dostumuzu, düşmanınımızı tanımanın, ideolojik saplantıları bir tarafa bırakmanın zamanı geldi. Bugün için bize sağ-sol, Türk Arap dostluğu-kardeşlikleri gibi saçmalıklar bir fayda getirmez. İslamın bize vereceği bir şey olamaz. Irak devleti yakında 3 parçaya bölünecek, orada ki sahte kardeşlik-birlik dirlik yalanlarının da sonu gelecektir. Müslümanlık adına AKP de 130 Kürd milletvekili var, Müslümanlık adına 9 milyon Kürt kendini Türk olarak görüyor. Ama bu Müslümanlar için, Kürd bir kafirdir ve ona bir nebze de olsa hak verilemez. Yaklaşık 10 senelik AKP iktidarında tek bir Kürt köyünün okulunda Kürtçe serbest bırakılmamıştır. Tek bir Kürt ismine bile hala izin verilememiştir.Türklerin Başbakanı, tarihsel geleneklerine uymaya devam ediyor: 1930’lu yıllardan itibaren regüler devlet politikası haline gelen halka yabani sistem aralıksız devam ediyor…O yıllar Faşizmin dünya çapında zirvede olduğu yıllar. Faşizm gençliğe, gençliğin eğitimine ve endoktrine edilmesine çok önem veriyor. Azınlıkların yokedilmesi bu endoktrinasyonun hedefi olarak görülüyor. İtalya’da anaokullarına kadar inen faşist örgütlenmeler ortaya çıkıyor. Hitler, Mussolini’den öğrendiği kitlesel gösterileri inanılması güç devasa boyutlara çıkartıyor. Mussolini ise Atatürk’ ten çok şey öğrendiğini açıkça söylüyor. Almanya’da faşizmin ‘ein volk, ein reich’ (tek millet, tek devlet) sloganı, Kemalistlerin attığı bir slogan ve bu politika Kürtlerin sistematik imhasına parallel geliştiriliyor. Kemalistler dünya faşizminin öncülleri olarak Rum ve Ermenleri acımasızca ellemişlerdi ve Kürtlerin sırası gelmişti. Yüzbinlerce aptal, kriminal vahşi insan, bir gösteri alanında tek bir komutla disiplinli ve uyumlu bir şekilde aynı hareketleri yaparak varlıklarını uyduruk bir millete ve Paşa’ya adamış oluyorlar. Bu eylemler, özelliklede Dersim Kürt soykırımı arifesinde bütünüyle kitlesel ve adeta dinî bir havaya büründürülmüş ritüeller oldu. Çünkü Dersim soykırımı ile, baş paşanın dediği gibi ‘çıbanbaşı’ Kürtlerin hak ve hukuk talepleri en az 100 sene geriye atılmıştı.

    Türkler kadar cümle başı, ‘baş’ kelimesi kullanan bir millete rastlanamaz. ‘başbuğ’, ‘başhakim, başvekil, ‘başkan’, etc.. etc..İradesiz, şuursuz,soysuz, sopsuz insanların zayıf noktalarına vurgu yapılarak, 10 çocuğu da ölürse, adama ‘ başın sağolsun’ diye ekstra işkence etmeye gidilir. Burada ‘baş’ diye kastettikleri, ‘çoban’ kılığında, kan döken, baş kesen bir işgalci olması gerek!!
    Dünyada kendi meclisine ‘büyük’ adına takanlar göçebe Türklerdir: neden normal bir millet meclisi değil de ‘büyük millet’ meclisi oluyorlar?
    Kaldi ki ‘büyük’ denilen bir millet bu şekilde göçebe olamaz. Almanlar’ın Amerikaya, Türkiyeye gideni olmuş ama bu Türklerin dakikada bir yaptıkları gibi sürü şeklinde oradan oraya yığınak yapıp onun bunun memleketini bozmaları, yakıp yakmaları şeklinde değildir. ‘Büyük Türk’ denilen serseri mayın bu defa da Avrupanın ortasına yığılmaya başladı…Türk resmi ideolojisi beşikteki bir çocuğu dahi Orta Asyalı olduğuna ikna etmeye çalışır, 7 göbek sonrasında dahi Anadolu’nun yerlisine, onun Orta asyalı olduğu, Kurt sürüsünü takiplen buraya kadar geldiğini temel alan resmi devlet doktirini, okuldan işe kadar her yerde sistematik uygulanıyor ve insanların beyinleri çelinerek, kendilerine yabancı, doğdukları yere düşman birileri olduklarına inandırılıyorlar. Dünya üzerinde sadece Türkiye de, halka oranın yabancısı oldukları resmi olarak okullarda okutulur, sadece Türkiye’de insanlara, Türkiye’nin yerlisi olmadıkları okullrda okutulur !
    ‘Fert yok cemiyet var, hak yok vazife var’ düsturu bugün bütün okullarda küçük çocukların her sabah söylediği andımızda ‘Varlığım Türk varlığına armağan olsun’, ‘ ne mutlu türküm diyene’, ‘bir türk düyaya bedeldir’ sözleriyle tekrarlanıyor. Bugün onbinlerce Kürt okulunda bu ritüeller aralıksız devam ediyor. Kürt çocuklarının beyinleri acımasızca yıkanarak Türkleştirilip kendilerine yabancı, ‘üstün ırk’ denilen Orta asyalı bir kavmin ‘, anadoluyu işgal etmiş fertleriymiş gibi yetiştiriliyorlar. Faşizm, ferdin bağımsız bir kişilik olarak var olmasını reddeder. Aslolan Paşa’nın, başkanın, Şef’in, Führer’in, Duçe’nin, Cadillo’nun liderliğinde, onun gösterdiği istikamette milletin yücelmesi için ferdin her şeyini feda etmesidir. Aslında Atatürkçülük, ‘Ebedî Şef’ kültü etrafında, kalıcı bir faşist tahakküm arayışıdır. Bu kült, bütün katiller, kan emiciler için ayrıcalıklarını sürdürecekleri bir sığınak vazifesi görmektedir.
    Kürt soykırımlarının sonu, AKP tarafından da devam ettirilen bu sistem ayakta olduğu müddetçe devam edecektir. Esas soykırım Kürdün geleceğini sistematik şekilde yokeden, eğitimiden dine kadar uzanan Türk-İslam sentezidir. Sahte laiklik adına 5.3 milyon Kürt kandırılp kimliğine yabancılaştırılmış durumda. Alevilik, Kemalizm adına kürtleri kandıran sahte modernistler de, İslamcılardan farklı değildirler. Maoist komünistlerden, Devrimci karargah, Halk kurtuluş cephesine, solcu sendikalardan, masum dinseverler adı altında Kürtlerin beyinlerini yıkayan, özel harb dairesince ayakta tutulan ve göbekten Türk ordusuna bağlı Hizbullah gibi örgütler Kürt çocuklarının asimile edilmesinde birer yan araçtan başka bir şeey deüillerdir. Türk devletinin terör örgütlenmesini, özel harp dairesininin yeni yapılanmalarını, doğal Kürt hareketini bloke etmek, onu saptırıp dünyadaki tabii desteklerinden koparmak için, kendisine bağlı olarak örgütlendirdiği belgelenmiş durumda. Erdoğan kliği bu belgeleri sadece kendisine direkmen karşı olan askerleri tasfiyede -şantaj anlamında- kullanırken bu olşumun devamında ise diretmektedir. Evren-Özal-Demirel-Çiller-Ağar-Ecevit den kalan miras devam ediyor: AKP Kürdistandan tek bir Türk askerini bile geri çekmemiştir, masum köylüleri katleden tek bir köy koruyucusunu bile azaltmamaıştır.

    Asker-polis elbiseli Türkler kesilen Kürt kafaları ile fotoğraf çekmeye devam ediyor, imamın ordusu ‘fahişelere’ asker elbisesi giydirerek türkü söylettirmeye devam ediyor.  
    Kürt değilsiniz. Tek başınıza düşünemezsiniz. Doğruyla yanlışı ayırt edemezsiniz. Tek başınıza karar veremezsiniz. Varlığınızı yüce Türk milletin varlığına katarak, (Türk varlığına armağan ederek) eriyecek ve yok olacaksınız. “Ne mutlu Türküm diyene”  “Bir Türk dünyaya bedeldir” “Türk, öğün, çalış güven.” gibi şiarlar, yaygınlaşan bayraklar ve heykeller birlikte, ulusun belleğine bir daha silinmeyecek şekilde yerleşmiştir. Peşpeşe gerçekleşen yenilgilerin yarattığı çöküntüyü ve suskunluğu yaşayan Kürt, kabuğuna çekilmiş, Türklüğüne razı olmak zorunda kalmıştır. Şentürk, hastürk, yıldırımtürk, öztürk, aslantürk, kahramantürk gibi soyadları alan Kürt, köylerinin değişen, Türkleşen isimlerine de pek karşı çıkamamıştır.Koyunlar gibi o basit hareketleri okul ve kışlalarda hep birlikte yaparak kıvama geleceksiniz. İşte o zaman sizin yerinize düşünen, karar veren, sizi yöneten bir azınlığa sorgusuz sualsiz teslim olacaksınız. Bir komut gelecek elinizi kaldıracak, bir başka komutla indireceksiniz. Bir sürü gibi. Anaokulundan başlayarak hazırol ve rahatta durmayı, uygun adım yürümeyi nasıl olsa öğrenmiş bulunuyorsunuz. Çocuklar ve gençler, sizler birer küçük Türk koruyucu askersiniz. Komutanlarınızı dikkatle takip edeceksiniz. Onlara Paşa diye hitap edceksiniz. Sakın düşünmeye, dilinizi konuşmaya, onunla düşünmeye, kendi kendinize karar vermeye kalkmayın. Sadece denileni yapın. Dünyada faşizmin en çiğ ve kaba haliyle varlığını sürdürebildiği yerler Türkiyenin okulları, Türklerin bayrak salladıkları, kendi toprakları diye saydıkları bütün Kürt şehir ve köyleridir.
    Kürdistan’ da koşullandırılan yaklaşık 450 000 i resmi ve 128 000 ni de paramiliter koruyucu, Irkçı, Alevici, Şiici, Maocu Komünist partisi, Devrimci karargah-kurtuluş cephesi, Müslüman Hizbullahçı kılığında örgütlenmiş askeri güç, din adı altında örgütlenmiş Hizbullah-Diyanet-Nurcu-Süleymancı-Bektaşici-Fetullahçı-kontralar bir bütün olarak AKP diktatörlüğü altında da geleneksel süreci devam ettirmektedirler.
    AKP’ nin Kürt politikası, 1945’te İtalyan ve Alman faşizminin çöküşünden tam 67 yıl sonra, Türk faşizminin sona ermeyeceğini ifade ediyor.

    Şimdi artık bu Kürt düşmanı sürece son vermenin, esaret zincirlerini kırarak, özgür bir halk olmak, her halk gibi devlet sahibi olmanın yolunu açmanın zamanı gelmiştir.

    İlk olarak, bütün Kürt örgütleri, 1 Mart tarihinden itibaren bütün Kürtlerin çocuklarını Türk okullarına göndermemeleri için bir bildirge yayınlayarak zorunlu adımı atmaları gerekiyor. 14 milyonun üzerinde Kürd hali hazırda Türk yapılmış, adları değiştirilmiş kendilerine düşman bir toplum haline getirilmiştir. Kürtlerin düşmanı AKP nin de devam ettirdiği Türkleştirme politikasıdır ve bu sözde PKK nin de cirit attığı bütün köy okullarında gece gündüz devam ettirilmektedir. Askeri anlamda Kürtleri yoketmenin imkanı yoktur. TC bunu iyi biliyor ve bu yok etmeyi İslamcılar ve Kemalistlerin ortak paydası olan devlet okullarında devam ettiriyor.

    İşte şimdi bu okulları boykot, TC nin Kürd’ü esaret altına almak için yaşam borusu olarak kullandığı bu mezarlara gereken cevabı vermenin zamanı geldi. En az %35 nin üzerinde Kürt vatandaşımız bu çağrıya uyup, çocuğunu asimile etmekten başka bir şey yapmayan bu Türk okullarını protesto ederse TC’ nin bölgedeki bel kemiği kırılacaktır. Böylesine bir olay dünya çapında büyük yankılar yapacak ve AKP nin sahte maskesi de düşecektir. Kürt özerkliğine giden yol, Kürt halkının ortak iradesi onun gerçek temsilcilerinin böylesine küçük bir çıkışla, aklı selimle işe başlamalarından geçiyor.

    Devletin saldırısı büyük olacaktır ama eskisi gibi başarı şansı yoktur.

    1 milyon Kürd ayağa kalktığında ise işleri Suriye gibi olacaktır.

    Şimdiden biliyoruz ki TC de o gün, PKK adı altında kendi askerlerine karşı vahşiyane bir saldırıda bulunarak, mümkün olduğunca çok askeri öldürerek, geri kalmış cahil halkı ayağa kaldırarak bu haklı eylemi sabote etmeye çalışacaktır. TC’ nin değişmez Kürt politikasını devam ettiren yeni AKP-Asker ittifakı, Kürt Hareketi nezdinde bir kırılmayı amaçlıyor; talep ve istemlerin, Müslüman-Kemalist kırmızı hattının içine çekilmesini, PKK’ nin Kürtlerin tek temsicisi olduğunun dünya kamuoyuna kabulünü, güney Kürtlerini de tehdit ederek, zorunlululuk azmeden Kürt Birliği’nin sağlanmasının önünü almaya her zamanki gibi hedefleyeceklerdir. Benzeri olay en son Kürt özerkliğinin ilan edildiği gün yaşandı, MHP yandaşı yeni patron Necdet Özel’in Jandarma istihbaratından hareketle, PKK adına askerlerin yaptığı bu provakasyona resmen sahip çıkıldı.
    Kürtler ortak iradeleri ile özerkliği ilan etmiş durumdadır, geriye dönüş olamaz ve bu yeni adım ile de onu gerçek yaşam alanına sokacaklarıdır.

    1 Mart’ tan itibaren Türkleşmeye son!

    Kürdün mezarı olan Türk okulunu değil, anadilde Kürtçe eğitim sağlayacak Kürt okulunu istiyoruz.

    Kürtler için anadilde eğitim komitesi.

    Saygılarla,

    Şemso Lazwan Kurmesh

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *