Eski ve Yeni Türkiye’yi Malatyalı Ermenilerden Dinlemek*

İki haftalık bir tatil için ziyaret ettiğim Malatya’da yaşadığım en kayda değer deneyim atalarının mezarlarını ve restore edilmiş olan ibadethanelerini ziyaret etmek için aynı günlerde şehirde bulunan Ermeni hemşerilerimizle BİLSAM’ın düzenlediği geleneksel Empati Toplantıları kapsamında buluşmak oldu. Sultan Abdülhamid dönemi Kürt siyaseti üzerine çalışırken Ermeniler üzerine onlarca eser okumuş ve çalışmasının merkezine Ermeni Sorunu’nu yerleştirmek zorunda kalmış bir araştırmacı olarak ilk defa burada Ermenilerle karşılaşmak ve ilk defa bir Ermeni’nin elini sıkmak bu buluşmayı benim için daha da anlamlı kıldı.
Orada saatlerce onları dinlerken Malatya’da bulunduğum dönemlerde hemen hemen her ay devam ettiğim Empati Toplantılarında ilk defa bu yoğunlukta empati yaptığımı hissettim. Çünkü orada bize misafir olan hemşerilerimizin anlattığı acılar sadece onlara has değildi ve bu topraklarda yaşamış olan hemen herkes benzer acılar çekmişti. İstanbul’dan gelen konuklardan sonra söz alan, adı ve soyadı Türk ama kendisi Ermeni olan bir vatandaşımızın hikâyesi o kadar tanıdık ki bir anda kendinizi kendi hikâyenizle baş başa buluyor ve Eski Türkiye’nin bir daha gelmemek üzere bu topraklardan sürülmesinin sadece bir ödül değil aynı zamanda her birimizin sorumluluğu olduğunu daha derinden hissediyordunuz.
Bu hikâyede askerde verdiği ilk tekmilde adından dolayı yumruk yiyen Ermeni bir babanın, aynı acıları çocukları da yaşamasın diye evlatlarına Türkçe isim koyması ve onlara kendi anadillerini öğretmemesi vardı. Burada anlatılanlar özellikle Eski Türkiye’nin Kürtleri için çok sıradandı. Kürt köylerinde Türkçe bilmediği için askerde dayak yiyenlerin ve bazen gördüğü işkenceden dolayı aklını yitirenlerin hikâyeleri oda sohbetlerinin en acıklı konuları arasında yer alırdı. Çocuklarına Kürtçe isim koymamak ise sıradan bir yasak olarak neredeyse artık kanıksanmıştı. Anadilde eğitim görmek şurada kalsın anadilde türkü söylemek ve konuşmak bile devletin gazabını çekebiliyordu.
Sadece Kürtler ve Ermeniler mi yaşıyordu bunları? İsminizin İslami bir çağrışım yapması bile bazı durumlarda kendi başına bir sorun teşkil edebiliyordu. Nitekim eski Türkiye’nin çağdaşlık şampiyonu olan bir hanımefendi derneklerinin gençlik orkestrasını yöneten gencin adının Muhammed olmasını ironik bulduğunu söyleyerek dindarlık çağrışımı olan isimlerin de en az Kürtçe ve Ermenice isimler kadar sakıncalı olduğunu içtenlikle itiraf etmişti.
Zenofobik, inkârcı, tekçi ve otoriter Ancien Régime/Eski Rejim politik, askeri ve bürokratik baskısı ve ideolojik araçları ile dindar, Kürt, Ermeni ve Alevi unsurları asimile etmeye çalışırken, bu baskılar karşısında yılgınlık gösteren yalnız bireyler ise üzerlerindeki baskıyı hafifletmek ve çocuklarına daha sakin bir hayat yaşatmak için kimliklerini kendi elleriyle yok ediyorlardı. Tıpkı çocuğuna Türkçe isim koyan Ermeni ve Kürt babalarla, dindarlıklarını gizli saklı yaşayan Müslüman dindarlar gibi. Bu “kimlik intiharı” bir ateş çemberinin içine hapsedilmiş olan bir akrebin ateşin dehşetinden korkarak kendi zehirli kuyruğu ile kendi kafasına vurup ölümüne benziyordu.
Ermeni hemşerilerimizle yaptığımız sohbet, toplumun farklı unsurlarına bu dehşeti yaşatan rejimin gücünün bizim çelişkilerimiz ve parçalanmışlığımız üzerinden inşa edildiğini herkese bir kez daha hatırlattı. Öyle ki aynı sistemin kurbanları olan bizler içine düştüğümüz/düşürüldüğümüz algı yanılması ile hiçbir zaman gerçek düşmanımızı seçememiş ve her toplumsal grup diğerlerini düşman/öteki görerek hep birlikte güçlünün gücünün kaynağı olan çelişkilerimizi birer derin fay hattına dönüştürmüşüz.
Bundan dolayıdır ki dini vecibelerini yerine getirdiği için askerde baskı gören veya başörtüsünden dolayı okula alınmayan dindar Sünni Müslümana göre devlet ve devletin özünde peygamber ocağı olan ordusu kripto Hıristiyanların ve onlarla işbirliği yapan Alevilerin eline geçmiştir. Öte yandan isminden, dininden ve etnik kimliğinden dolayı askerde dayak yiyen ve ülkedeki varlığı rejim için kronik bir sorun olarak algılanan gayrimüslime göre, bu devlet ülkede onları hatırlatan son taş parçasını silmeye ve onları bir kez daha sürmeye yeminli, Müslüman bir grubun kontrolündedir. Bir korku duvarının arkasında yaşamaya mahkûm edilmiş olan Alevi’ye göre ise bu devlet son Alevi’yi de asimile etmeye kararlı Sünni bir grubun elindedir. Herkes kendi düşmanın en korkunç canavar olduğuna inanıyordu ve aslında hepimiz kolektif bir yanılgının ortaklarıydık.
Ama bu dost ortamında bu algıyı en azından bir süreliğine yıktık ve birbirine düşman edilmiş komşuların asıl düşmanının kim olduğunu biraz daha net gördük. Orada bir kez daha görüldü ki, sıklıkla inkâr etmelerine rağmen, CHP, bu toprakların tüm halklarına acılar yaşatmış olan İttihatçı zihniyetin devamıydı. Eğer öyle olmasıydı, İttihatçıların Kürtlere, Alevilere ve irtica söylemiyle dindarlara karşı başlattığı projeleri kemale erdirmek için bu kadar istekli olmazlardı. Ve yine eğer öyle olmasaydı, iktidarları döneminde Varlık Vergisi ve çalışma kampları günahını işleyen ve milli bir burjuvazi kurmak bahanesiyle gayrimüslimlerin varlıklarını yağmalayan bu parti, 1955 yılında, muhalefette oldukları bir dönemde, Meclis’e gizli bir önerge vererek hükümeti adeta İttihatçıların Ermenilere yönelik projesini tamamlamaya zorlamazdı. Demokrat Parti’nin oylarıyla reddedilen bu önerge, darbe döneminde örtük olarak uygulanmış ve o gün birlikte olduğumuz Ermeni hemşerilerimizin Anadolu’dan Avrupa’ya ve İstanbul’a göçüne sebep olmuştu.
Şüphesiz bu buluşmada Yeni Türkiye de konuşuldu. Olayların doğrudan muhatabı olan hemşerilerimizden son on yılda azınlıkların hakları konusunda önemli gelişmeler olduğunu ve bu gelişmelerin kendilerine büyük umutlar verdiğini öğrendik. Kürt Sorunu’nun çözümünü hedef alan Çözüm Süreci’ne çok fazla odaklandığımız için bizler bu gelişmeleri azınlık mensubu vatandaşlarımız kadar yoğun bir şekilde hissedemiyoruz, ancak gasp edilen vakıf mallarının iadesi, bazı hukuki düzenlemeler ve özellikle de Başbakan’ın 1915 olayları hakkındaki tarihi mesajı eski Türkiye’yi yaşayanlar için devrimsel gelişmelerdir.
Yine Yeni Türkiye’nin yaşamakta olduğu zihinsel devrim sayesindedir ki Ermeni hemşerilerimiz yaklaşık yarım asır sonra atalarının mezarlarını ziyaret etmek, bazı kiliselerini restore etmek ve geçmişin hatıralarını yâd etmek için yeniden memleketlerine dönebiliyorlar. Bütün bunları, yediği her yumruktan sonra bir kez daha ayağa kalkabilen ve üzerindeki tüm baskılara rağmen “kimlik intiharı” yapmayan bir iktidarın döneminde başarabilirdik.
Ve madem ki toplantımızın başlığı empati ile başlıyordu, şu tespiti yapmadan bu yazıyı bitirmek haksızlık olacaktı: Farklı toplumsal kesimlerin sorunlarına samimi bir çözüm iradesi ancak iktidarı paylaşan kişilerin bu kesimler ile gerçek bir empati kurması ile mümkün olabilirdi. Şayet geçmişinizde benzer bir hikaye yok ise kamil bir empati, imkansız değilse bile zordur. İşte Ak Parti, böylesi hikayeleri olan siyasetçiler tarafından kurulduğu ve bu hikayeye bir yerinden ortak olan halk kesimleri tarafından desteklendiği için Ermenileri, Kürtleri, dindarları, Alevileri ve diğerlerini daha iyi anlıyor ve daha kolay empati yapabiliyor.

*08 Temmuz 2014 tarihinde malatyayorum.com’da yayınlanmıştır.
http://blog.radikal.com.tr//politika/eski-ve-yeni-turkiyeyi-malatyali-ermenilerden-dinlemek-66564

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *