Benim için en ağır ve en korkunç acı 4-5 yaşındaki Yeram isimli erkek kardeşimi bir ağacın altında terk edişimiz oldu. O bizim arkamızdan ağlıyordu. Ben o günü şimdiye kadar unutamıyorum!
Benim için en ağır ve en korkunç acı 4-5 yaşındaki Yeram isimli erkek kardeşimi bir ağacın altında terk edişimiz oldu. O bizim arkamızdan ağlıyordu. Ben o günü şimdiye kadar unutamıyorum! Son gelenlerin verdikleri bilgiye göre, o, on beş gün kıvrandıktan sonra ağlayarak, açlık, susuzluk ve geceleri hüküm süren soğuktan can vermi
ş. Suruc Demiryolu Istasyonu’na doğru hareket ettik. Yolda bir Kürt kadın kız kardeşim Elmon’u (o altı-yedi yaşlarındaydı) elinden tutup götürdü.
Bizim Koçhisar Köyü Sebastia (Sıvas) şehri’nin 25 kilometre doğusunda bulunuyordu. Köyün içinden Sebastia-Erzurum (Karin) yolu geçerdi. Sık sık evimize, dedemin yanına misafirler gelirdi. Hatırladığım kadarıyla atalarım oldukça nüfuzlu insanlardı. İki katlı büyük evlerimiz, bir yazlığımız, Sakhar adı verilen dağın vadilerinde, köyümüzün 20-25 kilometre yukarısında hayvanları otlatmak için kullanılan yaylalarımız vardı. 1 Ağustos 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde köy halkı hasat işleriyle meşguldü; ama o köye kadar ulaşan Ermenice gazeteler kötü haberler iletiyorlardı. 2 Ağustos tarihinde tellallar köyümüze gelip köy simsarının damının üstünden başladılar bağırmaya : “Ehey! Seferberlik ilan edildi; on sekiz ila kırk beş-elli yaşlarındaki bütün erkekler Koçhisar’a gidip askere yazılmalıdırlar!” Büyük bir kargaşa yaşandığını, her yerde ağlama sesleri ve feryatlar duyulduğunu hatırlıyorum. Aynı gün güneş tutuldu; gökyüzü yarım saat kadar karardı. Bu olay köy halkının daha fazla dehşete kapılmasına neden oldu…
Herkes karamsarlığa kapıldı. Köy yolunun her iki tarafı insanlarla doldu. Bazen Türk zaptiyeler keyfi hareketlerde bulunmaya başladılar; geçen askerler yiyecek verilmesini talep ediyorlardı veya güpegündüz köye girip geceyi geçirdikleri merkeze gideceklerine, evlerimize yerleşiyorlardı. Bizim köylüler dini önderliğe başvurdular; dört zaptiyeyi de köyümüze bekçi tayin ettiler. İki aylık talimden sonra Türk ordu birlikleri köyümüzün içinden düzenli bir şekilde bando eşliğinde geçtiler. Türk misafirler Ermeni askerlerden övgüyle bahsediyorlar, onların beden eğitimini çabuk öğrendiklerini, silah kulanımına hakim olduklarını ve komuta kademesi tarafından övgüye mazhar olduklarını belirtiyorlardı. Günler geçti; Kasım-Aralık soğukları ve yağmurları askerler arasında disiplinsizliğe neden olmuş, onlardan birçoğu ordudan firar etmeye başlamıştı. Köyümüzden askere gidenlerin hemen hemen yarısı firar edip köye dönmüş, ahırlara veya yakınlardaki mağaralara saklanmıştı; onları ne soran vardı ne de arayan.
Bu şekilde üç-dört ay geçti. 1914 yılının Aralık ayında Enver Paşa’nın geleceği ve köylülerimizin köy sınırları dahilinde bulunan yaklaşık 4 kilometre uzunluğundaki yolu hazırlamaları gerektiği haberleri aniden köye yayıldı. Birkaç gün sonra, Enver maiyetiyle beraber gelip köyümüzün batı ucunda durdu. Her birine dörder at koşulmuş, herbirinin iki yanı, önü ve arkası altışar atlıyla çevrili üç araba vardı; önlerinden Sıvaslı Murad’ın** on iki atlıdan oluşan müfrezesi ilerliyordu. Köylüler maiyet alayının etrafını çevirdiler. Ben de özel olarak Enver Paşa’yı görmeye gittim. Köylüler Murad’ın verdiği talimatla tuz ve ekmek getirdiler. Enver Paşa arabanın üstünde ayakta durdu; tepsiyle tuz ve ekmeği kabul etti; başını eğerek kortejini çevreleyen halka teşekkür etti. Ben Enver Paşa’nın tepsiyi alıp maiyetindeki bütün insanlara servis yaptığını gördüm. Enver’in onuruna tarlalar arasındaki yolda at yarışı düzenlendi. Ben atlıların Alis Irmağı’na [Kızılırmak] gittiklerini görüyordum. Halk aniden bağırdı : “Murad! Murad’ın atı Pegas yarışı kazandı!” Yarışa katılan atlılar geri döndüler. Murad Enver’e yaklaştı; Enver ise arabanın üstünde ayağa kalktı; gülümsedi; bıyıklarını düzeltti; Murad’ın elini sıktı ve sırtını sıvazladı. Yüksek bir tümsek üzerinde, onlara 10 ayak mesafede duran ben, gözlerimi Enver Paşa’ya dikmiştim; dikkatle, merakımdan ona bakıyordum. Her şeyi bugün gibi hatırlıyorum. Hava güzeldi. Enver Paşa yarı askeri bir kıyafet giymiş; başına fes takmıştı; ayaklarında uzun parlak botlar vardı. Yüzü yuvarlak, geniş, güzel ve düzgündü. Boyu ortanın üzerindeydi. Biraz uzamış bıyıkları, gür kaşları ve siyah gözleri vardı. Vehib Paşa*** yardımcılarıyla birlikte birinci arabaya binmişti.
At yarşından sonra Enver Paşa arabanın üstünde durarak on dakika orda toplanmış halka hitap etti. Sözlerini bugün gibi hatırlıyorum : “Ermeni askerler vatanları olan Osmanlı Vatanı için iyi dövüşüyorlar; Bütün cephelerde, her yerde Ermeni doktorlar ve hemşireler bizim yaralılarımızı tedavi ediyor. Ermeni askerlerden bir çoğu savaş tekniğine hakim; bunun için size müteşekkirim. Siz de ordumuza erzak temin etmek için cephe gerisinde iyi çalışın.” Konuşmasını bitirdiğinde, Murad at üstünde ona yanaştı ve elini sıktı. Enver Paşa Murad’ın sırtını sıvazladı ve alçak sesle ona bir şeyler söyledi. Düdüğünü çaldı; arabalar hareket etti. Enver Paşa arabasından el sallayarak gözden kayboldu.
Bu şekilde günler, aylar geçti ve köyde istisnai hiçbir olay cereyan etmedi; yalnız bizim köylüler Rus Ordusu’nun çabucak gelip Sıvas’a gireceğini sanarak coşku içindeydiler; ama ümitleri boşa çıktı; Rus Ordusu gelmedi; ancak esirler geldi. Bizim köylüler kendi boş, anlamsız umutları ve duyguları yüzünden hayal kırıklığına uğradılar. Bir gün çocuklarla köyün içinde oynarken, aniden, bu defa doğu yönünden, Kapan’dan dört araba hızla gelip köyün içerisinde yolun üstünde durdu. Halk ne olduğunu anlamak için oraya üşüştü. Ben de oraya koştum. Bu defa da dört arabaya dörder at koşulmuştu. Murad’ın müfrezesi arabalardan uzakta sessiz ve üzgün duruyordu. Arabacılar atların koşum takımlarını düzeltiyor; atlara yem veriyorlardı. Enver Paşa Erzurum’dan dönüyordu. Çok kızgın görünüyor ve halkın durduğu tarafa öfkeyle bakıyordu; yanındakilerle de konuşmuyordu.
Bir gün çocuklarla köyün içinde oynarken, aniden, bu defa doğu yönünden, Kapan’dan dört araba hızla gelip köyün içerisinde yolun üstünde durdu. Halk ne olduğunu anlamak için oraya üşüştü. Ben de oraya koştum. Bu defa da dört arabaya dörder at koşulmuştu. Murad’ın müfrezesi arabalardan uzakta sessiz ve üzgün duruyordu. Arabacılar atların koşum takımlarını düzeltiyor; atlara yem veriyorlardı. Enver Paşa Erzurum’dan dönüyordu. Çok kızgın görünüyor ve halkın durduğu tarafa öfkeyle bakıyordu; yanındakilerle de konuşmuyordu.
Ben arabaların sol tarafına geçtim ve bir tümseğin üstünden sürekli Enver Paşa’ya bakmaya başladım. O, oturduğu yerde sinirli hareketlerde bulunuyordu. Gözü bana ilişti; bana nefretle baktı. Onun siyah gözlerinden tüylerim ürperdi. Yapıncısının içine gömüldü; halka dehşet verici-hayvani bir şekilde baktı. Enver Paşa geçen seferkinin aksine halkı selamlamadan, Allahaısmarladık demeden gitti… Dinlenmek için Seyfe’nin hanında durdular. O, Murad’ı yanına çağırıp son derece öfkeli bir şekilde :
“Sizinkilerin Kafkasya’da, Rusların tarafında ne işi var? Biz sizinle 1908’de ve Erzurum’da 1914’te ne imzaladık? Bu size pahalıya mal olacak!” demişti. Murad kafileden rencide olmuş ve çok üzgün bir halde ayrılmış; Enver’in bazı gönüllülülerden şikâyet ettiğini söylemişti. Köyümüz Sıvas’tan Erzurum’a giden yolun üzerinde bulunduğu için, memlekette olan bitenler burada çabuk duyuluyordu. Enver Paşa İstanbul’a giderken altı vilayetin valisini Sıvas’a davet edip onlara emirler vermişti : Ermeniler katledilecek : erkekler bulundukları yerde katledilecek; kadın ve çocuklar ise Toros dağlarına, ordan da Arabistan çöllerine sürülüp açlık, susuzluk ve bitkinlikten yok olmaları sağlanacak. 1915 yılının Mart sonlarında Sıvas valisi Murad’ı yanına çağırmıştı. Murad onun yanına gitmemiş; onun niyetini anlayıp dağlara kaçmıştı.
Bir sabah uyandığımda, Murad’ı on iki arkadaşıyla yazlık odamızda oturmuş yemek yerken gördüm; annem onlara yemek servisi yapıyordu. Onlar evimizde on-on iki gün kaldılar; sonra Khorokhon Köyü tarafına gittiler. 11 (24) Nisan günü annem önüme birkaç dana ve iki sıpa koydu; ben onları köyün yukarısındaki sürüye katmaya götürdüm. Aniden, 20-21 yaşlarında bir Türk jandarma, elinde kendi boyundan uzun bir tüfekle bana doğru geldi ve tüfeğini karnıma dayadı. Ben korkudan afalladım; ağlamaya başladım. Eve dönüp, olan biteni anneme anlattım. Aynı gün müydü, yoksa ertesi gün müydü bilmiyorum köydeki 10-12 jandarma köyümüzün papazı (papazlık ismiyle Ter Yustos’u) Sargis Mazmanyan’ı eşeğe ters bindirip getirdi. Evdekileri kaba bir şekilde dışarı attılar; ama ben dışarı çıkmadım; beni önemsemediler. Saçları ve cildi yanmış, sakalı yolunmuş ve dişleri çekilmiş papazın tabanlarına nal çakılmış, kafasına sıcak sac geçirilmiş olduğunu gördüm. Zaptiyeler papaza vahşice vuruyorlardı. Annemi döverek getirip, sütunların dibine odun yığdılar. “Bu evi yakacağız!” diye haykırıyorlardı, “bu evde Murad’a yemek vermişsin; onun müfrezesini günlerce saklamışsın! Bu evin sahibi Aram Sargısyan ve arkadaşları ellerinde mavzerlerle dağa çıkmışlar. Gidin o mavzerleri getirin! Onların yerini bize bildirin!”
Annem ne mavzerler, ne de Murad hakkında hiçbir şey bilmediğine dair yemin ediyordu. Jandarmalar sürekli anneme vuruyorlardı. Annem ağlıyor ve onlara şöyle diyordu : “Aram Sargısyan 44 altın bedel ödedi; dağa sığırlarımızı, koyunlarımızı otlatmaya gitti.
” Köyün muhtarı olan amcam Abig Sargısyan oraya buraya koşuyor, zaptiyelerin kibrit çakıp evimizi ateşe vermelerine ve anneme vurmalarına engel oluyordu. Sonunda rüşvet karşılığı evimizi yakmaktan vazgeçtiler; ama zavallı annemi yanlarında götürdüler. Zavallı anneme bütün gece tecavüz etmişlerdi. Ertesi gün onu yarı ölü halde geri getirdiler. Biz çocuklar annemin çevresinde ağlaşıyorduk… Ertesi gün Kınarik ablamı götürdüler; o çok güzeldi ve yeni evliydi; ona da anneme yaptıklarının aynısını yaptılar… Jandarmalar köyde tanınmış 10-12 kişiyi bir yerde toplamışlardı. On gün boyunca onları dövüp, vücutlarını sıcak demirlerle dağladılar, tırnaklarını çektiler, koltuk altlarına haşlanmış yumurta koydular; o serseriler neler yapmadılar ki… Sonunda onlar o adamları topladıkları on kadar silahla beraber götürüp hapishanelerinde aylarca işkenceye tabi tuttular. Sonra, dayak ve işkence yüzünden can çekişir halde olan o insanları getirip köyün önünde kurşuna dizdiler. Mayıs sonlarında yollar tamamen kapatıldı; mevcut bütün hayvanlara dövme yaptılar; Ermeni malı oldukları belli olsun diye kızgın demirlerle numaraladılar onları. Ermeni mülklerine, mallarına dokunulmaması, sadece ve sadece Ermeni erkeklerinin bulundukları yerlerde öldürülmeleri için kesin bir emir geldi.
Yerel jandarmaları yavaş yavaş değiştirdiler; onların yerine Arnavutluk taraflarından gelen vahşi hayvan görünümlü jandarmalar getirdiler. İstanbul’dan Sıtkı Bey isimli, yetki sahibi özel bir şahsın sadece ve sadece Ermenileri katletmek için gelmiş olduğu haberleri yayıldı. Günün birinde jandarmalar Arnavut Hasan adlı jandarmanın yönetiminde köydeki 50-60 kadar erkeği toplayıp, kollarını bağladıktan sonra akşamüzeri götürüp vahşice öldürdüler. Ertesi sabah köye geldiler; yeyip içtiler ve onların elbiselerini atların sırtına yükleyip gittiler… Bir gün sonra ise köylüler gidip onların paramparça edilmiş, biçimsizleşmiş, tanınmaz hale gelmiş cesetlerini buldular. Kimse kendi erkeğini bulamıyor, teşhis edemiyordu. Jandarmalar ikinci kez geldiklerinde, bu kez köyün ileri gelenlerini çok kibar bir şekilde, listeden adlarını okuyarak çağırıyorlardı. “Gelin! Köprüler, yollar inşa etmeye gidiyoruz. Korkacak bir şey yok!” diyorlardı. Akşamüzeri onların hepsini götürüp Burnaz Vadisi’nde öldürmüşler, cesetlerini kayalıklardan suya atmışlardı. Köyümüzde artık erkek kalmamıştı. Bu defa merkez hapishanesinin tutuklularını getirmeye başladılar. Hiçbirinin normal bir yüzü yoktu : bazısının burnu parçalanmış, bazısının gözü oyulmuş, dişleri dökülmüş, ayağı parçalanmış, kafası şişmişti; günlerce, aylarca dövülmüş, tabanlarına nal çakılmış, etleri kızgın demirle dağlanmış, tırnakları çekilmiş ve dişleri kerpetenle sökülmüş, yüzünün şekli bozulmuş insanlar. O yarı ölü hayaletleri köyümüzün önünden geçirdiler. Gün batımına yakın bir zamanda, para kazanma umuduyla onları yarım saat köyümüzün önünde oturttular… Bizim köyün ahalisi onların üstüne hücum etti; herkes kendi erkeğini arıyordu; bulanlar, yakınlarına sarılıyorlardı; görülmemiş feryatlar, ağlama sızlama sesleri duyuluyordu. Gücü kalmayan tutuklular ağlıyorlardı; onların gözyaşlarını yakınları siliyordu. Ben onlara bakıyor, ölü mü yoksa diri mi olduklarını anlayamıyordum. Onlar, kadınların hıçkırıkları ve zaptiyelerin bağırıp çağırmaları, küfürleri, kırbaç şakırtıları ve darbeleri arasında gittiler; karanlık vadiye, yanan odun yığınlarının ışığında hayvanlar gibi boğazlanmaya gittiler. Hepsi de sessiz ve başları eğik yürüyordu. Köy, karanlıkta sanki ölüm-mezarlık görüntüsüne büründü. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar ağlayıp hıçkırıyorlardı. Sabah, jandarmalar köye gelip tavuk, koyun kestirdiler; iyice yeyip, karınlarını doyurdular; öldürülmüş insanların yeni, güzel elbiselerini atların sırtına yükleyip gittiler.
DEVAM EDECEK
http://aykiridogrular.com/haber-690-korkunc-aci-4-5-yasindaki-Yeram-isimli-erkek-kardesimi-bir-agacin-altinda-terk-edisimiz-oldu.html
Leave a Reply