Berlin ve İstanbul’dan sonra Erivan’a da gelen, Ermenistan’dan Civilitas Vakfı ve Türkiye’den Anadolu Kültür Merkezi’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği “Dağı Tırmanmak” projesinin ilk konuklarından tiyatro sanatçısı Arsine Khanjian ve avukat Fethiye Çetin sahneye çıktıklarında yüzlerinde geçmişin üzüntülerinin yanı sıra konuşabilmenin gururu vardı.
Dink davasının ve ailenin avukatı “Anneannem” kitabının yazarı Fethiye Çetin, Erivanlılara, Türkiye’yi, mücadelesini, kendisi gibi insanları ve en çok da anneannesini anlattı: “İlk anlatmaya başladığı gün gözlerini sabit bir noktaya dikerek anlattı hep, sanki göremediğimiz fakat eteğinde birikmiş kiri temizler gibiydi eli, durmadan aynı şeyi tekrar ediyordu, gitsin o günler, gitsin ve bir daha gelmesin…”
Adı Seher olarak değiştirilen küçük Heranuş, 1915’te annesinin elinden askerlerce zorla alınmış ve bir Müslüman kızı olarak büyütülmüş, evlendirilmiş, çocukları olmuş, torunları olmuş. Seher çok derinlere gömdüğü Heranuş’u ancak torunlarından biri olan Fethiye’ye anlatmış. “Neden ben, çok düşündüm, hâlâ da düşünüyorum, başka torunları vardı, çocukları vardı… Hukuk fakültesini kazanmıştım, adalet için elimden ne gelirse yapacağımı hep yüksek sesle söyledim, muhalefettim, inkâra karşı durdum, isyankârdım, kadındım, beni seçti.” diyen Çetin, anneannesinin bu acıyla yaşayabilmek için yöntemler geliştirdiğini gözlemlemiş: “Anlatamamıştı, bu acıyla yaşamak güçtü, ilk yaptığı şey kendi gibi kadınlar ile odaya kapanıp saatlerce konuşmak oluyordu, ne konuştuklarını asla bilemedik ama şimdi anlıyorum geçmişlerini hatırlayıp huzur bulmaya çalışıyorlardı, bu onların sırrıydı. Hayatının son yıllarında daha farklı bir çözüm geliştirdi, itiraf etti, bu acıyı, bu sırrı daha fazla omuzlarında taşımak istemedi, kurtulmaktı dileği, yükünü bırakıp öyle gitmek.”
“Kadınlara anlattılar bu hikâyeleri hep, kız torunlara, ancak bir kadın anlayabilirdi bu acıyı, erkekler bilse ‘altınları nereye gömmüşler?’ diye kuşkusuz sıkıştıracaklardı bu yaşlı kadınları.” diyen Çetin, kişilerin kendi küçük hikâyelerini dinledikçe, resmi tarihin insanın gözünde paramparça olduğunu anlattı. Lübnan’da doğan, Türkiye’de gösterimine izin verilemeyen “Ararat” filminin başrol oyuncusu Arsine Khanjiyan, ilk olarak İstanbul’a da, Berlin’e de birilerine bir şeyler ispat etmek için gitmediğini söyledi. “Tarihi biliyorum, ikna etmek ya da ikna olmak değil istediğim, ben konuşmak istedim, bu konuyu karşı taraftan birileri ile konuşmak. İnkârı hep hissettim, üzerimde bunu aydınlatmanın yüküyle geçti hayatım ama Berlin’deki toplantımız sırasında bir şey anladım. Toplantı bittiğinde takım elbiseli bir adam gelip Fethiye’yi ikna etmeye çalıştı, tartıştı Fethiye ile, sonra Türk büyükelçiliğinden olduğunu öğrendim, artık beni ikna etmeye çalışmıyorlardı, Türkiye kendi içinde tartışmaya başlamıştı, değişim başlamıştı.”
NEDEN DEDEN DEĞİL NENEN ERMENİ?
Daima “dağa” tırmanma hayali ile yaşamış Khanjiyan, “Dağ diyorum ona ben, çünkü benim için tek bir dağ var, o da Ararat, bizim için ‘haça gitmektir’ dağa tırmanabilmek.” diyor. “Oraya vardığımızda sokaklara çıkıp dolaştım, Ermeni olduğumu anlayan biri yanıma gelip ‘Benim de nenem Ermeni.’ dedi, şaşırdım, sonra bir kişi daha, bir kişi daha, sayıları onu geçince dayanamadım sordum, ‘Peki sen Ermeni misin?’ Hayır demeye başladılar sertçe. Öyleyse dedim, neden bana söylüyorsun, neden deden değil de nenen Ermeni, bunu hiç düşündün mü?” Kendisi de bir Batı Ermeni’si torunu olan Civilitas Vakfı’nın direktörü Salpi Ghazarian, gözlerindeki yaşı daha fazla saklamayarak toplantı sonunda Çetin’e sordu: “Ben de geriye dönmenin yolunu aradım Fethiye, o günlere dönebilmeye, büyüklerimin acılarını hafifletmeye çalıştım, bir yol, bir köprü aradım, bulamadım… Sen ne yaptın, nasıl yaptın? Türk olmanın bu denli gurur verici, şanlı bir gerçek ve tersinin hainlik olduğu bir ülkede hiç korkmadın mı?”
“Hem Ermeni’ydim, hem Türk, bir yanım mağdurdu bir yanım fail. Hepimiz faillerdik, elimizde kan yoktu belki, ama sakladık, sustuk, sistematik bir biçimde inkâr ettik. Herkes ucundan köşesinden karıştı bu olaylara, Ermeni evleri talan edilirken küçücük bir bardağı alıp evine götüren bile ortak oldu, ben olmak istemedim, omuzumdaki bu yükü gelecek nesillere bırakmak istemedim. Anneannemin hikâyesini dinledikten sonra, çevreme baktım, resmî tarihe benzemiyordu olup bitenler, anneannemin anlatıklarını doğruluyordu etrafımdaki her şey. Bu topraklardan tarihin tüm izlerini silmek istiyorlar, çünkü inkâr politikası devam etmekte. Elazığ vilayetindeki Palu ilçesinin Havav köyü… “Kağtsrahayatsk” manastırı… Buradaki dağın eteklerinde kiliseler var. Anneannem, 9 yaşına kadar bu dağın eteklerinde yaşamış. Köyde geçmişin şahane ama bugünün kurumuş çeşmeleri var. Çeşmelerin taşlarını götürmüşler, altını üstüne getirmişler, kazmışlar, altın aramışlar. Çeşmelerin birkaç kemeri kalmış.Bu çeşmeleri restore etmeyi denedim. Bunu, Türklerin ve Kürtlerin, bu yapıları nasıl tahrip etmiş olduklarını görerek, hatalarını düzeltmeye çalışarak, bir anı etkinliği olarak yapacaktık. 2009 yılında bu çeşmeleri restore etmeye başladık. Geçen yıl 4 ay kaldım orada. Ermenistan’dan da katılımcılar geldi. Birlikte yaşadık, çalıştık… Birlikte ağladık ve sevindik. Nihayet restorasyonu bitirdik ve şimdi bu çeşmelerden sular akıyor. Tüm bunları, o köyden kovulan, o köyde katledilen insanların canları için yaptık. O insanların torunları dönebilsinler, bu çeşmelerin sularıyla susuzluklarını giderebilsinler diye yaptık. Ben gittim ve orada anneannemin evinin yıkıntılarını buldum. Ağaçlar diktik ve tüm ağaçlara gönderilenlerin, bizlerin, gençlerin isimlerini verdik. Ağaç dikerken, kazmaları toprağa her vurduğumuzda sürekli duvar taşlarına rastlıyorduk. Ben, bu taşlardan birinin de anneannemin çocukluk yıllarında oynadığı evin duvarına ait olduğunu biliyordum, ama yine vurduk kazmayı, sanki toprağın altından acı fışkırıyordu, fakat biz kazmaya devan ediyorduk…” diye anlatırken, korkmadığından dem vuruyor Çetin. “En kötüsü nedir, canımı alacaklardı, bu ağır yükle yaşamak ya da bu candan olmak, ben fark göremiyorum. Anneannemin şahsi hikâyesini anlattığımdan dolayı, kimse bana saldırmaya cesaret etmedi. Şahsi bir hikâye anlatıldığında, bunu inkâr etmek imkânsızdır.”
1915’ten sonra dört bir yana yayılan Ermenilerin temel hedefi, hayatta kalabilmekti, ama bir Ermeni olarak. Onlara kucak açan ülkelerde okullar kurdular, kiliseler inşa ettiler. Ermeniliği korumak, dili, tarihi, hafızayı ve dini korumaktı. Suriye ve Lübnan, Ermeni kimliğinin yaşatılabildiği en önemli ülkeler oldular. 20. yüzyılın başında kurtulabilen Ermeniler tüm olanlar için yas tutarken, bir taraftan da ayakta kalabilmenin gururunu yaşıyorlardı. Din değiştirip Müslüman olmuş Ermenilerden haberdardılar, ama onlara göre bu kişiler kolaya kaçmışlardı, yaşayabilmek için aslını inkâr etmişlerdi. Fakat hiç akıllarından geçirmemişlerdi ki, din değiştirmek zorunda kalan, büyük çoğunluğu kız çocuklarından oluşan bu zavallılar henüz yedi, sekiz belki 5 yaşındaydılar, adlarını bile zar zor hatırlayabiliyorlardı. Çetin’in anneannesi belki de şanslıydı, dokuz yaşındaydı ve ailesinin geçmişini hatırlıyordu. Saklanan gerçekler, sırlar ile yaşamanın verdiği üzüntü, ağırlık hatta bazen utanç. Türk olmakla müthiş derecede övünülen bir ülkede “Ermeni’yim ben aslında” demek zordur, özellikle o kadar sene sakladıktan sonra. Kadınlar yine zor olanı yapmaktalar. Bir hafızayı usulca, kulağımıza fısıldamaktalar. Kendi kişisel tarihleri, hazin hikâyeleriyle tarihi aydınlatmaktalar.
Sırrını saklamak zorunda kalmış, elindeki tek araç mutfak olan, yetim bir kız çocuğu ne yapabilir? Çocuklarına ben “Ermeni’yim”, benim adım bu değil diyemeyen bir kız ne yapabilir? Bu kadınlar da düşündüler ve mutfakta siyaset yapmaya başladılar, tuhaf isimli yemekler pişirdiler, paskalyada çörek yaptılar. Çocuklarının akıllarına bir soru işareti bıraktılar. “Mezardakilerden korkma, yaşayanlardan kork kızım”, “Tanırım, o da kılıç artığıdır”, “O günler gitsin ve gelmesin…” bu cümlelerin gerçek anlamını anladıklarında artık hiçbir şey eskisi gibi olamayacaktı yetimlerin torunları için. Büyükannelerinin acısını içlerinde hissetmekle beraber “tarihi” de sorgulayacaklardı, okulda, kitaplarda ve sadece devletin kendine ait olduğunu düşündüğü tarihin aslında kendi büyükannelerinin çocukluk hikâyeleri olduğunu anlayacaklardı. Ve belki de Çetin gibi o tarihin izini süreceklerdi… *
http://zaman.com.tr/haber.do?haberno=1348618&title=yetim-ermeni-kizin-anlattiklari-ve-tarih-sorgulamalari&haberSayfa=1
Leave a Reply