Dün, Yerevan’daki “Moskova” sinemasında, “Sivilitas” vakfı ve “Anadolu Kültür” tarafından ortaklaşa düzenlenen “Dağa Tirmanmakı” projesi kapsamında, bu platformun Ermenistan buluşması gerçekleşti.
Bu projenin amacı, Ermeni-Türk ilişkilerinin insani, bireysel yanına dikkat çekmekti.
“Sivilitas” vakfının resmi sitesinde bulunan verilere göre, “Dağa Tirmanmak” projesi, insanların şahsi deneyimlerinin anlatımlarının serisidir.
Tanınmış Ermeni ve Türk simalar, hayatlarında yüzleştikleri, Soykırım’la ilgili tarihi ve siyasi karmaşık problemler hakkında konuşarak, şahsi deneyimleriyle, ileri gitme konusunda kendi fikirlerini açıklamaktadır.
Etkinlikler, canlı yayınla gösterilmekte, kayıtlar ise üç dilde yayınlanan web sayfasında sunulmaktadır.
Projenin amacı, Soykırımın 100. yıldönümü öncesinde, iki halk arasında karşılıklı anlayışın derinlemesine destek vermektir.
“Sivilitas”, Türkiye’den “Anadolu Kültür” kuruluşuyla işbirliği yapmaktadır.
Projeye, ABD’in Alman Marshall vakfı destek vermektedir.
Projenin ilk katılımcıları, tanınmış Ermeni artist Arsine Khancıyan ile hukukçu, Hrant Dink’in avukatı, “Anneannem” ve “Torunlar” kitabının yazarı Fethiye Çetin’di. Bu, onların üçüncü karşılaşmasıydı. Bundan önce Berlin ve İstanbul’da karşılaşmışlardı.
Yerevan karşılaşması, “Sivilitas” vakfı başkanı Salbi Ğazaryan tarafından yönetilmekteydi. Bayan Ğazaryan, “Dağa Tirmanmak” projesinin önemini, bazı Türk ve Ermenilerin meslek icabı birbirleriyle görüştüklerini, fakat benzer buluşmaların, yazıhane duvarlarının dışına çıkmadığını, bu platformun ise iki halk arasında bireysel görüşme imkânı vermesi haricinde, bu görüşmelerin toplumlara mal edildiği şeklinde açıkladı.
Salbi Ğazaryan, Fethiye’nin kendi “dağını tırmanmış” olduğunu vurgulayarak, kendi dağını tırmanma hikâyesini anlatmasını rica etti.
Fethiye Çetin, etkinliği tertipleyenlere ve katılımcılara teşekkür ettikten sonra, orda bulunanlara kendi hayat hikâyesini anlattı.
Çetin, babasını erken kaybettikten sonra anneannesi ve dedesiyle yaşadığını anlattı. Anlattığına göre okul yıllarında kendisine, Türklerin tarihte büyük zaferlere imza atmış bir millet olduğu öğretilmekteydi. Lakin bir gün, anneannesinin kendisine anlattığı hikâye, kendisine okulda sunulanla hiç ilgili olmayıp, utanılacak sayfalar içermekteydi.
“Anneannem”in yazarının belirttiği gibi, anneannesinin hikâyesini duyduktan sonra, günümüz Türkiye’sinde de utanılacak sayfaların yazılıyor olduğunu farkeder.
Örneğin, sayıları çok eksilmiş olan Türkiye’li Ermeniler baskı altında yaşamaktadır.
“Etrafımdaki her şey anneannemin bana anlattığı hikâyeye uygundu ve okulda öğrendiklerimle çelişki içindeydi. Anneannemin anlattıklarının bizim gerçek hikâyemiz olduğuna inanmaya başladım.
Hukuk fakültesine kabul edildiğimde, öğrencilik yıllarımda, bir şeyi inkâr etmenin en büyük suçlardan bir olduğunu hissettim.
Bu inkârla onlar, acı vermiş oldukları insanları giderek daha çok yaralamaktadırlar.
Ve anladım ki, Türkiyeli Ermeniler ve diğer azınlıkların çıkarları için mücadele etmemiz lazım.
Daha sonra Hrant Dink’le tanıştım.
Hrant’ın öldürülmesinden sonra, adalet için her şeyi yapmaya çalıştım.
Farklı kürsülerden birçok kere, anneannemin ölmeden önce omuzlarıma çok büyük bir yük yüklemiş olduğunu açıkca ifade ettim.
Ben bu yükü sonraki nesillere bırakmak istemiyorum. Yeni nesli bu ağır yükten kurtarmak istiyorum.
Bence, toplum içinde herhangi bir değişim kaydetmek çok önemlidir. Bu niyetle ben buradayım.
Ben bu mücadeleye devam ediyorum, çünkü bir taraftan kendimi Ermeni, diğer taraftan ise dünyanın farklı kimliklerinin taşıyıcısı olarak kabul ediyorum. Herhangi birine etnik alanda hakaret edildiğinde, onun çıkarlarını savunmaya çalışıyorum”,- diye belirtti Çetin.
Arsine Khancıyan, bu etkinliği çok önemsediğini belirterek, hayallerinden birini birkaç yıl önce Ararat’a (Ağrı Dağı-çevirmenin notu) çıkarak gerçekleştirmiş olduğunu belirtti.
“Biz Ermeniler, dağ deyince, ilk olarak Ararat’ı düşünürüz. Ararat gibi bir dağı tırmanmak, bizim için hacca gitmek gibi bir şeydir. Ben yıllardır Ararat’a tırmanmayı planlıyordum, çünkü Ararat kimliğimizin tanımıdır, çünkü Ararat ve tarihi Ermenistan bizim vatanımızdır. Salbi Ğazaryan, bu projeye katılmamı önerdiğinde, doğrusunu söylemek gerekirse biraz rahatsızlık duydum, resmi olarak Türkiye’yi ziyaret etmekten hep çekindim, çünkü bu ülke benim tarihimi inkâr etmektedir. Lakin bu sefer, tarihimle ilgili serbestçe konuşabildiğimi hissettim. Ben ve Fethiye ortak bir dil bulabildik sanırım, çünkü benim tarihimin inkâr edilmiş olduğu gibi, onunki de reddedilmiştir.
Benim fikrime göre, bu inkâr sadece biz Ermenilere uygulanmamıştır. Aynı şey Kürtlere karşı da yapılmıştır ve bu inkâr giderek sertleşmektedir
Türklerin neden inkârcılıkla uğraştığını anlamak istiyordum, çünkü başından beri bu durumu anlayamıyordum. Sonunda anladım. İnsanlar orda, dünyaya geldikten itibaren sadece kendilerine sunulan bu tarihi öğreniyorlar.
Fethiye’nin belirttiği gibi bu tarih şanlı zafer sayfalarıyla dolu. İnsanlar bu tarihle eğitiliyorlar.
Ne kadar siyasi baskı olsa da, diasporadan ve Ermenistan’dan bizler, Ermeniler, bu resmi tarihe karşı çıkan insanlarla tanışıyoruz.
Benzer Türklerle sohbet edebiliyoruz.
Bu insanlar inkâr etmiyor, 1915’te ne olduğunu biliyorlar ve bu konuda bizimle konuşmaya hazırlar.
Tarihlerini doğru yorumlayabiliyorlar.
Bizimle diyaloğa girmek için ellerinden geleni yapıyorlar.
Bence, bu insanlar günün birinde Türk devletini mecbur edebilecekler ve devlet nihayet, tarihin sadece kendisine ait olmadığını anlayacaktır. Bence bu önemli bir aşamadır”,- diye belirtti Khancıyan.
“Ararat” filminin baş aktrisi, Fethiye Çetin’e şu soruyu yöneltti. “Sizce, anneanneniz Heranuş neden sizi seçti hikâyesini anlatmak için? Neden bunu ikinci nesile, örneğin kızına anlatmadı?”
“Gerçekten de çok önmli bir soru bu,- diye cevapladı Çetin, -Bu konuyu ben de çok düşündüm. Evet, anneannem 70 yaşına kadar susmuştu. Neden bu kadar uzun bir süre beklemiş? Ailenin diğer fertlerine de açıklayabilirdi gerçeği. Evet, devletten baskı vardı. Çok büyük korku içindeydik.
Anlıyorum, bu hikâyeyi topluma sunmaktan korkuyordu.
Lakin neden ailesine anlatmadı?
Neden 70 yıl bekledi?
İnan Arsine, bu konuyu ben de hep düşündüm.
Öncelikle, bunun sadece korkuyla açıklanabileceğini zannetmiyorum. Bence, başka bir duygu daha var, ayıp!
Bu büyük bir ayıptı… Bu günahı sadece işleyenler değil, bu konuda susanlar da hissediyorlar.
Görgü şahidi olup, bu konuda yüksek sesle konuşamayanlar. Kendileri insan öldürmüş olmayan, fakat evler talan edilince, o evlerden bazı şeyler alanlar. Ben de utanç hissediyorum diyebilirim, çünkü bir taraftan mağdur halkın temsilcisiyim, diğer taraftan ise tüm bunları yapan halkın. Evet, onlar ikinci nesle anlatamıyorlar.
Hikâyelerini torunlarına anlatmaya başladılar.
Türkiye’de, üçüncü neslin dönemi konuşmak için daha uygundu sanırım.
Hikâyesini ölüm döşeğinde anlatan anneanneler dahi var… Bence, bu onlar için çok ağır bir yük olmuş ve ölmeden bu yükü üzerlerinden atmak istemişler.
Anneannem, hikâyesini bana anlatarak, kendisini bu yükten kurtardı ve benim omuzlarıma yükledi… Anlattıktan sonra bir nevi rahatladığını hissettim.
Anneannem son günlerinde çocukluğunun güzel anılarını da anlatmaya başladı.
Bence, bu acıyı hafifletebilmek için 2 temel metot uygulamaktaydı.
Önce, kendisiyle aynı kaderi paylaşmış kadınlarla paylaşıyordu, ikincisi de tornuyla.
Benim için her ne kadar acı olsa da, bu hikâyeyi öğrendiğim için kendimi şanslı addediyorum.
Anneannemin çok torunları vardı, fakat beni seçti, çünkü ben sosyalisttim ve muhalefet temsilcisi.
Hukukçu olacaktım ve devletin birçok faaliyetine karşı çıkıyordum.
Hak ve adalet için mücadele edeceğim konusunda her zaman yüksek sesle konuşuyordum. Anneannemin gerçek hikâyesini öğrendikten sonra büyük zorluklara Amerika’daki akrabalarımı bulduğumda ve anneannemin ebeveynlerinin mezarını ziyaret ettiğimde, onlardan Türkçe olarak özür diledim. Mezarlıktan eve döndüğümüzde akrabalarım benim suçlu olamayacağımı, çünkü üçüncü neslin temsilcisi olduğumu söylediler. Lakin bizim, Türklerin suskunluğumuzdan dolayı ben kendimi suçlu hissediyorum.
Daha sonra anneannemin hikâyesini yazmaya karar verdim.
Başta, gerektiği gibi takdim edemeyeceğimi düşündüm ve yazar arkadaşlarıma anneannemin kitabını yazmalarını önerdim.
Lakin hepsi de reddetti ve içlerinden biri, bunun benim yapmam gerektiğini söyledi.
Yazmaya başladığımda sürekli ağlıyordum. Bir taraftan ağlıyor, diğer taraftan ise sürekli yazıyor, yazıyordum…
Yazmak, bir nevi terapi oldu benim için, yüreğim bu şekilde ferahlanıyor gibiydi.
Yazdıktan sonra uzun zaman okuyamıyordum, uzun bir koşudan sonra yorgunluktan arkaya bakamayan koşucu gibi… Günün birinde, aynı Türk inkâr stiliyle bir siyasetçinin konuşmasını duydum ve ben dayanamayarak yazdığımı yayınevine yolladım.
Şimdi çok mutluyum. Anneannemin hikâyesini yazarak ne iyi etmişim, çünkü çok tutuldu, anneannemin hikâyesini çok kişi okudu. “Anneannem” kitabından sonra birçok kişi “Evet, benim anneannem, benim dedem de aynı şeyleri anlatıyorlardı” demeye başladılar. Ve birçokları bu konuda yazmaya başladı. Türkiye’de insanlar 1915 hakkında daha çok konuşmaya ve okumaya başladılar, özellikle de Hrant’ın öldürülmesinden sonra.
Geçenlerde bir dağı daha tırmandım. Elazığ Vilayeti’ndeki Palu İlçesi’nin Havav Köyü’nde bulunan “Kağtsrahayatsk” manastırından bahsediyorum. Buradaki dağın eteklerinde kiliseler var. Anneannem, 9 yaşına kadar bu dağın eteklerinde yaşamış. Köyde iki kilise var, yukarıda ise manastır ile şahane çeşmeler. Lakin bu çeşmelerin taşlarını götürmüşler, her yeri delmiş, altın aramışlar.
Bu topraklardan tarihin tüm izlerini silmek istiyorlar, çünkü inkâr politikası devam etmektedir ve insanlar iz bırakmamak istiyor…
Maalesef bu manastırın 2 dış duvarı ve bir kemeri kalmış sadece. Çeşmeler de öyle.
Çeşmelerin birkaç kemeri kalmış, sular ise çoktan kurumuş. Bu çeşmeleri restore etmeyi denedim. Lakin bu restorasyonu normal şekilde yapmayacaktık.
Bunu, Türklerin ve Kürtlerin, bu yapıları nasıl tahrip etmiş olduklarını görerek, hatalarını düzeltmeye çalışarak, bir anı etkinliği olarak yapacaktık.
2009 yılında bu çeşmeleri restore etmeye başladık. Geçen yıl 4 ay kaldım orada.
Ermenistan’dan da katılımcılar geldi. Onların hepsi artık benim çocuklarım oldu.
Birlikte yaşadık, çalıştık… Birlikte ağladık ve sevindik. Nihayet restorasyonu bitirdik ve şimdi bu çeşmelerden sular akıyor… Buna benzer kurumuş çeşmeleri onarmalıyız.
Tüm bunları, o köyden kovulan, o köyde katledilen insanların canları için yaptık.
Bu çeşmelerden su içemeyen insanlar.
Bunu, o insanların torunları dönebilerek, bu çeşmelerin sularıyla susuzluklarını giderebilsinler diye yaptık.
Tarihin izlerini koumak istedik.
Ben gittim ve orada anneannemin evinin yıkıntılarını buldum.
Ağaçlar diktik ve tüm ağaçlara isim verdik. Lakin ağaç dikerken sürekli duvar taşlarına rastlıyorduk.
Ve ben, bu taşlardan birinin de anneannemin çocukluk yıllarında oynadığı evin duvarına ait olduğunu düşünüyordum…
Sanki toprağın altından acı fışkııyordu, fakat biz kazmaya devan ediyorduk…
Yeni dikilen ağaçlara “Hıranuş”, Khoren”, “İskuhi”, “Hovhannes” isimlerini ve bu çeşmelerin restorasyonuna katılan gençlerin isimlerini verdik. Korku tabii ki insana ait bir duygu, fakat haklı olduğunu düşündüğünde korkmamaya başlıyorsun.
Eminim ki, Türkiye’de beni sevmiyorlar, fakat anneannemin şahsi hikâyesini anlattığımdan dolayı, kimse bana saldırmaya cesaret etmedi.
Şahsi bir hikâye anlatıldığında, bunu inkâr etmek imkânsızdır.
Sanırım, Türkiye’de en geri kalmış adam dahi benzer hikâyeler duymuştur ve inkâr edemezdi.
Lakin Türkiye’de Soykırım kelimesi telaffuz edildiğinde, genel taarruza maruz kalırsın…
Sanırım, başladığım en önemli nokta buydu ve hiç kimse beni suçlayamadı.
Korkarak hiçbir şey yapılamaz.
Adalet için mücadele ediyorsan ve bunu senin amacın olduğunu hissediyorsan, fiziki varlığının o denli önemli olmadığını düşünüyorsun. 10 yıl sonra da ölebilirsin, şimdi de, fakat bu yükle yaşayamazsın.
Bu yükü taşımak ve hiçbir şey yapmamak, benim için ölüm gibi bir şey…”.
Hazırlayan Meline Anumyan
Turkçeye çeviren Diran Lokmagozyan
Akunq.net
Leave a Reply