Yaklaşık bir yıldır Turizm Araştırmaları Derneği (TURAD) tarafından yürütülen “Samatya’yı Kalkındırma Projesi” kapsamında, 29 Haziran-1 Temmuz 2011 tarihleri arasında “Samatya’da Müzik; Zil ve Caz” adlı bir festival düzenlendi.
Festival, 1620’lerden bu yana zil ustaları yetiştiren ünlü Zilciyan Ailesi’ne adanmıştı. Zilciyan atölyelerinde üretilen zillerden ince olanlar keskin, yüksek tonlu, hızlı kırılma sesi verir, orta kalınlıkta olanların zengin, keskin tonları ritmik müzikte çok aranır, ağır olanlar ise uzun süren parlak bir ses çıkarırlardı. Bu özel zillerin müdavimleri arasında Beatles, Rolling Stones, Deep Purple ve Pink Floyd gibi pek çok rock grubunun davulcuları ile birçok ünlü cazcı bulunuyor.
Yetimhanede doğan yıldız
Sözlü tarihe göre, Zilciyan Ailesi’nin bilinen ilk üyesi Kerope, 1600’lerin başında Samatya’daki Surp Kevork Kilisesi’nin yetimhanesinde yetişmiş ve hayatını kilise çanları yaparak kazanmaya başlamış. Ermeni kaynakları Kerope’nin zilciliğe 1623’te başladığını kaydediyor. İlk atölyesi de bugün Samatya’da Ağahamam Müşir Süleyman Paşa’daki 45 numaralı dükkânın olduğu yerdeymiş.
Kerope’ye bu işi Kayserili bir bakırcı ustası öğretti diyen kaynaklar da var, Trabzon’a gelen bir Çinli öğretti diyen de. Ancak biliyoruz ki, Osmanlıların öncülleri olan Selçuklularda mehter takımı, bu takımlarda da zil kullanılıyordu. Selçukluların zili Orta Asya’dan getirdikleri düşünülebilir çünkü 11. Yüzyıl yazarı Kaşgarlı Mahmud’un Divan-ı Lügat’it Türk adlı eserinde zilden söz ediliyor. Türkler de bunu Çinlilerden almış olabilir. Çinliler kimden almış bilinmez ama eğer Anadolu’da öğrendilerse şaşırmayalım, çünkü antik dönemden kalma kabartma ve resimlerden öğrendiğimize göre Yunanlılar zili tanıyorlardı. Anadolu da bir Yunan yurdu idi. Yani zilciliğin tarihi Kerope’den önceye gidiyor ama Kerope’nin bu işe kendinden çok şey kattığı anlaşılıyor.
Asırlardır gizli formül
Kerope’nin oğlu Avedis (I) ise bir adım daha ileri gitmiş ve özel bir alaşım bulmuştu. Bugüne dek sır olarak kalan bu formüle göre yapılan ziller Osmanlı döneminde mehter takımında yer alan davul, kös (dev davul), nakkare (küçük davul, kudüm de denir), nefir (boru) ve zurna gibi enstrümanlara eşlik eder olmuştu. Büyük ve küçük (tasavvuf müziğinde kullanılan küçük zillere halile deniyor) iki tipleri olan ziller mehter takımında en arkada bulunurmuş ama yeri geldiğinde düşmanı yıldıran bir ses çıkarmakta da üstüne yokmuş. 1680?lerin sonuna doğru Mozart ile Haydn gibi ünlü besteciler eserlerinde zile yer vermeye başlayınca Zilciyan Ailesi’nin ürettiği ziller Avrupa’nın gözdesi olmaya başlamış.
Osmanlı’nın modernleşmeci padişahlarından II. Mahmud (1808-1839) Yeniçeri Ocağı’nı kaldırırken, ocakla özdeşleyen Mehter Takımı’nı da kaldırmış ve yerine Batı tarzı bir ‘Askeri Bando’ kurmuştu. Anadolu’da ise bando nadir bir şeydi. Dolayısıyla bu dönemde zil yapımı durma noktasına geldi. Yine de Zilciyan Ailesi’nin üç üyesinin (Hoca Artin, Kerope II ve Karabet) zil yapımına devam ettiği sanılıyor. Çünkü Avedis Zilciyan adlı aile üyesi (kaynaklarda açıklık yok ama bu kişinin Hoca Artin’in oğlu olması muhtemel) 1851’de Londra’da açılan Dünya Ticaret Fuarı’na katılmış ve zilleri burada ödül almıştı.
Yeni Dünya’ya göç
Avedis 1865’te ölünce işi kardeşi Kerope II devraldı. Kerope II ve ağabeyi Hoca Artin yangınlarda hayatlarını kaybedince çocukları henüz küçük olduğundan aile mesleğini kardeşleri Karabet devam ettirdi. Zilciyan zilleri dünyanın dört bir yanında tanınmaya başladı. Karabet’in ölümünden sonra da Kerope II’nin artık büyümüş olan oğulları Diran ve Levon efsanevi zillerin yapımı işini Türkiye’de sürdürdüklerini görüyoruz. Diran 1921’de ölünce Levon yalnız kalmıştı çünkü kendi oğlu Mikael henüz 15 yaşındaydı, Diran’ın da oğlu yoktu.
1927’de işi kuzenleri Aram (emin değilim ama Karabet’in oğlu olabilir) devraldı. Çocuğu olmayan Aram o yıllarda ABD’de yaşayan yeğeni Avedis’e (Avedis II’nin oğlu olduğundan kendisini Avedis III olarak anabiliriz) bir mektup yazdı ve Türkiye’ye çağırdı. Ancak tersi oldu, Avedis III kendisini ikna etti ve Aram ABD’ye göç etti. Ancak Samatya’da, Ağahamam İnekçi Sokak’taki atölyede artık işin başına geçecek yaşa gelmiş olan Mikael, Kerope I’in keşfettiği alaşımla imalata devam etti. ABD’deki imalathanenin başında ise Avedis III’ün oğullarından Arman vardı.
Nerede o Eski K’lar
1965’te Ağahamam’daki atölye komşuların imalathane sesinden şikâyet etmeleri üzerine Bayrampaşa, Sağmalcılar’a taşındı. Mikael Zilciyan 1977’ye kadar burada üretime devam etti. Ailenin ABD’deki kolu tarafından dünyanın dört bir yanına satılan bu zillere ailenin kurucusu I. Kerope’nin adına izafeten “K Zilciyan” damgası vuruluyordu. Ama 1977’de ABD’deki Avedis’ten Mikael’e bir mektup geldi. Mektupta “senin yaptığın ziller Amerika’da beğenilmiyor. Artık bana zil gönderme” yazıyordu. Gerçekten de dünyanın ünlü davulcuları, 1977 öncesindeki zilleri ‘Eski K’ olarak adlandırıp onların kalitesinde zilin henüz üretilmediğini söylerler.
ABD’ye ihracat durunca Mikael’in işleri bozulmuş, atölyeyi kapattıktan bir yıl sonra da (1978’de) vefat etmişti. Ağahamam’daki atölyede kalfalık yapan Mehmet Tamdeğer ile Agop ve Oksant Tomurcuk kardeşler bir süre başka işlerde ekmeklerini çıkarmaya çalışırlarsa da, sonunda bir ortaklık kurarak Zilciyan Ailesi’nden öğrendiklerini uygulamaya devam ettiler. (Yıllar sonra bir gazeteciye açıkladıklarına göre iki kafadar, bir gün çatıya saklanıp Mikael Zilciyan’ın özel alaşımı nasıl hazırladığını izlemişler ve formülü öğrenmişler.) Kurdukları firmanın adı ‘İstanbul Zilciler’ idi. Agop Tomurcuk’un 1996’da Kınalıada’ya giderken teknesinde çıkan yangında ölmesinden sonra firma ikiye bölündü. Mehmet Bey’in firması ‘İstanbul Mehmet’ ve Agop Bey’in oğulları Arman ve Serkis’in şirketi ‘İstanbul Agop’ adını aldı. Aynı yıl Agop Bey’in yanında işi öğrenen üç Türk usta ‘Turkish Zil’ adıyla bir firma kurarak Zilciyan geleneğini (bakış açısına göre) parçaladılar veya çoğalttılar.
Antik çağdan miras: Samatya
Grekçede adı “kumluk yer” anlamına gelen Psamatia’nın eski bir yerleşim yeri olduğu biliniyordu ancak şimdiki bulgulara göre, antik şehir Bizantion’un kurucusu Megaralı Byzas, geldiğinde burada bir köy varmış. Ne yazık ki bugün bu eski köyden bir kalıntı yok. Bizans döneminde ise Konstantinopolis batıya doğru büyürken, Psamatia surların içinde kalmıştı ama yine nüfusu seyrek bir bölgeydi. Sadece bazı kiliseler ve manastırlar vardı. Bunlardan Studios Manastırı bölgenin en önümle dini merkeziydi.
Samatya, fetihten sonra yüzyıllar boyunca Hıristiyan kimliğini korumuştu. Ama örneğin Tarihi 5. Yüzyıla kadar giden Studios Manastırı’ndan geriye kalan İoannes Prodromos Kilisesi, İmrahor İlyas Bey Camii’neçevrilmişti. (Cami, 1894 depreminde yıkıldıktan sonra bir daha onarılmadı. İstanbul’daki en eski kilise kalıntısı olarak ilgi bekliyor.)
Ermeni Patrikliği’nin kurulması
Bizans’ın mirası olan Ermeni nüfus, Karaman Ermenilerinin ve Bursa Ermenilerinin bir bölümünün dini liderleri (marhasa) Episkopos Hovagim’le birlikte başkente getirip Samatya’ya yerleştirmesi ve 1461’de Ermeni Patrikhanesi’nin kurulmasıyla arttı. I. Selim (Yavuz) döneminde (1512-1520) Tebriz, Erzurum, Muş, Kemah, Sivas ve Erzincan’dan; III. Murad döneminde (1574-1595) Nahcıvan ve Tebriz’den getirilen Ermeniler Samatya, Yenikapı ve Kumkapı’ya iskan edildiler ve gayrimüslim oranı biraz daha arttı.
Bunlar olurken Samatya’daki Rum kiliselerinin bir bölümü Ermenilere tahsis edildi. Bu yapılar ufak tefek değişikliklerle Ermeni kilisesi haline getirildi. Günümüzde Sulu Manastır diye bilinen Surp Kevork Kilisesi de Maria Peripleptos adına inşa edilmiş eski bir Rum kilisesi idi. Sulu Manastır denmesinin nedeni de bir merdivenle inilen ayazması. (Bilindiği gibi Hıristiyan kültüründe iyileştirici özelliği olduğuna inanılan sulara ayazma deniliyor.)
Deli İbrahim’in hediyesi mi?
Bu kilisenin Ermenilere ne zaman verildiği meselesi biraz karışık. 1600’lü yılların başında İstanbul’a gelen Polonyalı Simeon’un kitabında, Surp Kevork’tan Ermeni Patrikhanesi’nin Kilisesi diye bahsedilirken, sözlü tarihte kilisenin Ermenilere ‘Deli’ lakabıyla tarihe geçen I. İbrahim döneminde (1615-1648) verildiği söyleniyor. Rivayete göre cinselliğe merakıyla tanınan padişah “çok şişman kadın isterim” diye tutturduğunda kendisine sunulan kadınlar arasında bir Ermeni kadınına vurulmuş. ‘Şekerpare’ lakabını taktığı bu kadının marifetiyle de Rum kilisesini Ermenilere bağışlamış. Daha kesin olan bilgi ise, Ermeni Patrikhanesi’nin 1641 yılına kadar bu kilisede mukim olduğu, aynı yıl Kumkapı’ya, şimdiki yerine taşındığı.
Mimar Sinan’ın eserleri
Ancak bölgede geniş bir Müslüman nüfus da yaşıyordu. Nitekim Sünbül Efendi Camii (eskiden Ayios Andreas Erkekler Manastırı idi), Mirza Baba Tekkesi (eski bir Bizans yapısının üstüne kurulmuştur), Sancakdar Hayrettin Mescidi ve Tekkesi, Abdi Çelebi Camii ve Ağa Hamamı (her ikisi de Ermeni asıllı Mimar Sinan’ın eseridir) gibi önemli yapılar halen ayakta. (Ayakta ancak son derece yanlış restorasyon çalışmalarının kurbanı.)
Günümüzdeki kiliselerin büyük bir çoğunluğu ise 1830’lu yıllarda inşa edilmiş. Bunlardan en önemlileri, Servilerin Aya Yorgisi, Ayios Minas, Aya Nikola ve Aya Lipsis adlı Ortodoks Rum kiliseleri. Hakkındaki en eski kayıtlar 1563’te olduğu halde çan kulesi II. Abdülhamit döneminde (1877-1909) ana binası ise Birinci Dünya Savaşı sırasında İstanbul’u işgal eden İngilizlerden yardım alarak yapılmış.
Samatya’daki gayrimüslim nüfus 1942 Varlık Vergisi faciası ve 6-7 Eylül 1955 yağmasından sonra giderek azalmaya başlamış, buna paralel olarak semtin sosyal ve mimari yapısı hızlı bir değişime uğramış. Ancak, değişmeyen şeyler de var. Bunların başında bölgenin Bizans döneminden beri esnaf, zanaatkâr ve işçi semti olması, Rumların ve Ermenilerin işlettiği meyhaneleriyle ünlü olması geliyor. Şimdi buna bir de ‘caz semti’ olma niteliği ekleniyor ki bunun Zilciyan Ailesi’nin memleketi Samatya’ya ne kadar çok yakışacağı ortada.
Agos
Sayı:796
Leave a Reply