Hacı Dede, Sason’un Marattu dağındaki Dinget ve Soratti köyünden doğma. 1915’te 9-10 yaşlarındaymış. Bir süre mağarada yaşadıktan sonra İnardı köyüne gelmişler. “1915’te sürgün olunca bir kısmı Beyrut’a, bir kısmı Yerevan’a, bir kısmı Halep’e gitti, bir kısım da İstanbul’a kaçtı” diyor: “Beyrut’a giden de çok oldu, Ruslara karışıp Yerevan’a giden de… Biz de muhacır olduk. O zaman aslımız Ermeni’ydi, sonra Müslüman olduk.”
Hacı Dede’nin en iyi bildiği iş tarlada çalışmak. Mısır, darı yetiştirir, taş ustalığını da iyi bilirmiş. Ermenice birkaç kelimeyi hatırlıyor, Kürt beyi Musa Beg tarafından kaçırılan Gülo’nun hikâyesini de çok iyi biliyor ve diyor ki: “Gülo dermiş ki; ‘Khars’ın Gülosuyum, ama dinimin fakiriyim.’ Sason’un son Ermenisi olarak bilinen İsa amcayı (Demirci) da iyi tanıyor. Ama kendisi yaşadığı sürece ona Sason’un son Ermenisi denmesini kabul etmiyor.
1915’te Anadolu’da hayatta kalabilenler hep ağır bir travma içerisinde sürdürdüler kalan yaşamlarını. Şartlar zaten zordu. Okulları, kiliseleri, din adamları yoktu. Kimi bulduğu ilk fırsatta göç etti, kimi dinini değiştirdi, kimi ‘köle’ olarak sığındı komşusunun evine. Bir hesap yapacak olursak, o günlerin tanıkları arasında en genç olanlar 96 yaşında olur. Ama 1915’te doğmuş bir bireyin tanıklığı tartışılır elbet. Yaşananları hatırlayabilen birinin günümüzde en azından 103-105 yaşlarında olması gerekir. Onun da bugünleri görecek kadar yaşayabilmiş olması mucize kabilinden bir iştir.
Muş’ta tanıştığımız Hacı Dede işte o mucizevi insanlardan biri. Kayıtlar yaşını 110 gösterse de, kemik yaşı 120 olduğunu söylüyor. Gerçek ismi Hacı değil elbet. Hacca giden herkes gibi ‘Hacı’ demişler ona da.
Doğduğu zaman Ermeni ve Hıristiyanmış. 1915’in o kapkara günleri kapıya dayanınca, ailesi Müslüman olmuş pek çokları gibi. Sason’un Marattu Dağı’na sığınmış, mağaralarda yaşamışlar bir dönem. Ancak Müslümanlığı kabul edince düze, yani köye inebilmişler ve yeni yaşam başlamış onlar için. Müslümanlığı asla göstermelik değil. Namazında, niyazında, orucunda, Müslümanlığın gerektirdiği her koşulu yerine getirmeye çalışan dindarlar olarak sürdürmüşler hayatlarını. Ailesinden geriye bir tek Hacı Dede kalmış. Büyüklerin hepsi ölmüş gitmiş.
Hacı Dede’yi bize oğlu Hayrettin Abi (Taş) tanıştırdı. Önce onu tanıdık yani. Muş’un en tepe noktasında bir çay bahçesinde başladı sohbetimiz. Yolu yokuş Muş’un eski günlerinden bahsettik önce. Sonra bugüne ve babası Hacı Dede’nin yaşamına geldi konu. Ertesi gün Hacı Dede’nin yanındaydık. Güler yüzlü Hacı Dedemizin hayat hikâyesini dinledik kendi dilinden.
Muş’ta bir zamanlar var olan üzüm bağlarını anlatan Hayrettin Taş, 19 Eylül’deki Akhtamar’da ayin için adaya sandık sandık üzüm taşıyan kişi; kendi deyimiyle Ermenilere kendi dedelerinin üzümlerini dağıtmış: “95 yıl önce dedelerinin bağında yetişen üzümleri hediye götürdüm onlara. Eylül ayı üzümün en güzel zamanıdır. Muş üzümü de çok kıymetlidir. Yok edilmişti, yeni yeni canlanmaya başladı. Geçmişte yazın meyvesini yediler, kışın dalını kestiler. Bir valimiz vardı, Cengiz Akın, onun sayesinde üzümcülük burada gittikçe gelişiyor. Ermeniler zamanında burada 25 bin bağ varmış, 7 de şarap fabrikası… Bugün Fransa’da 40-50 bin Euro’ya satılan şarapların çoğu o zaman Muş’ta üretilmiş üzümlerin şaraplarıdır. Zamanla bütün bu tarihi yok ettiler…”
Aslımızı inkâr etmiyoruz
Hayrettin Abi 47 yaşında, Hacı Dede’nin üçüncü çocuğu. Mevsimlik işçi olarak şekerde çalışıyor: “Şekerdeki işimin yanı sıra roka, maydanoz, tere gibi otlar ve turşuluk sebze yetiştiririm. Bir de peyzaj işi yapıyorum. Bu sene yağmur hiçbir şey bırakmadı ki iş yapalım! İki aydır her gün yağmur yağdı.”
Muş’ta herkesten sevgi gördüğünü anlatan Hayrettin Abi, evli ve beş çocuk babası: “Üç oğlum, iki kızım var. Büyük oğlum kayak milli takımının sporcusu. Kızlarımdan biri lisede okuyor, biri de ilkokul 3’te. Hepsi Muş’ta yaşıyor. Dışarıya gittiğimde Muş’un kıymetini anlıyorum…”
“Benden büyük ablam ve abim var. Muş’ta yaşıyorlar; en küçüğümüz de İstanbul’da. Babam Müslüman olmuş; aslımızı inkâr etmiyoruz ama Müslüman’ız. Okula gittiğimizde Ermeni olduğumuzu hiç çekinmeden özgürce, serbestçe söylerdik…”
Ermenistan’da akrabalarını bulmuş
Hayrettin Abi’nin Ermenistan’la ilişkisi çok sıcak. Sık sık gidip geliyor, hatta “yol 12 saat sürüyor, Ahalkelek’ten gitmek yolu kısaltıyor” diyor. Ermenistan’la iletişim içinde olmaktan çok mutlu. Orada onu mutsuz eden tek şey domuz eti yeniyor oluşu. Müslüman inançları gereği domuz yemeyi günah sayan Hayrettin Abi, “İstediğim yemekleri bulamamaktan dolayı sıkıntı çekiyorum” diyor.
Ermenistan’la Türkiye arası ilişkileri insanların düzelteceğine inananlardan o da. “Eskiden, 90’lı yıllarda yani, çok gidip gelen yoktu, onun için buradan giden her Ermeni onlar için çok kıymetliydi. Her gidişimde öper, koklarlar, hatta ağlarlardı. Bir kişinin bile gitmesi çok önemliydi” diyor. Ermenistan’a gidiş gelişleri sırasında akrabalarını da bulmuş Hayrettin abi: “Babamın dayısının torunlarını bulduk. Bir gelinleri Suriye’den gitmeydi, Türkçeyi çok iyi konuşuyordu” diyor.
Cemo’nun hikâyesi
Hayrettin Abi’nin babası Hacı Dede Türkçeyi askerdeyken öğrenmiş. Okuması yazması yok ve en iyi bildiği dil Zazaca. Kızı Söylemez, damadı va üç torunuyla birlikte yaşıyor. Söylediklerine göre hafızası da önceki yıllara göre biraz zayıflamış. “Eskiden saat gibi tıkır tıkır çalışırdı hafızası” diyor çocukları. Ama şimdi maalesef zor duyuyor ve zor anlatıyor. Hayrettin Abi ve Söylemez Abla onu anlamamıza yardımcı oldular, onun eksik bıraktığı anıları tamamladılar bildikleri kadarıyla.
Hacı Dede tipik bir Anadolu insanı. Girer girmez önümüze yemek konması yönünde işaret veriyor kızına. Tok olduğumuza inandırmaya çalışıyoruz. Neyse ki başarılı oluyoruz. Bizi iki kadın görünce, hemen güvenlik soruları alıyor sırayı. Başımıza bir şey gelsin istemiyor. Ancak keyfimizin iyi, huzurumuzun yerinde olduğuna ikna olunca başlıyor sohbete.
Hacı Dede ablası ve abisiyle hayatta kalmayı başarmış. “Ailemin en büyüğü amcamdı” diyor Hayrettin Abi: “Amcam her şeyi bilirdi. Ben iki yaşındayken o rahmetli oldu. 1915’te birbirinden ayrılmamışlar, amcam büyütmüş onları. Amcamın ismi Sako’ymuş. Babamın ismi Cemo olmuş, önceki ismini bilmiyorum. Dedemin ise Sirpo, nenemin ismi ise Nubar’mış. İki kayıp amcam vardı, onlara ulaşamadık. Ruslarla beraber gitmişler onlar.”
Marattu’dan Muş’a
Hacı Dede, Sason’un Marattu dağındaki Dinget ve Soratti köyünden doğma. 1915’te 9-10 yaşlarındaymış. Bir süre mağarada yaşadıktan sonra İnardı köyüne gelmişler.
“1915’te sürgün olunca bir kısmı Beyrut’a, bir kısmı Yerevan’a, bir kısmı Halep’e gitti, bir kısım da İstanbul’a kaçtı” diyor: “Beyrut’a giden de çok oldu, Ruslar’a karışıp Yerevan’a giden de… Biz de muhacır olduk. O zaman aslımız Ermeniydi, sonra Müslüman olduk. Çevredekilerden hiç kötü söz duymadık, iç içe yaşadık, bizi çok sevdiler” diyor.
Soyadı Kanunu zamanı Hacı Dede’nin ailesine gelip sorduklarında ‘Taş’ olsun istemişler soyadları. Herkes babasının ismini soyadı yaparmış o dönem. Yoklamak için, “Ne zaman Hacı Dede?” diye soruyorum: “Oldu 30 sene…” diyor. Hafifçe gülümsüyor, demek ki belli bir yaşı aşınca zaman mevhumu iyice belirsizleşiyor diye düşünüyoruz.
Hacı Dede 50 yaşında evlenmiş. Evlendiği kız güçlü bir Kürt aşiretinin kızıymış. Eşinin kardeşleriyle birlikte oturmuşlar. “Ne zaman, nasıl evlendiniz?” diye sorunca, mağrur bir edayla “90 çepiçi (oğlak) verince evlendim. Hayrına mı verdiler!” diyor.
8 çocukları olmuş; 5 kız 3 erkek… Bir kez evlenmiş ama tam 43 torunu var. Dağ köylerinde okul olmadığın- dan çocuklar okula gidememiş. 1969’da Muş’a yerleşmişler o yüzden.
Abisinin torunları imam
Hacı Dede, İsmet İnönü reisicumhurken tam dört yıl askerlik yapmış. Önce Adapazarı’nda iki yıl atlara bakmış. 2. Dünya Savaşı yıllarıymış. Ardından Gelibolu’da mevzi kazmışlar. Sonra da atların talimi için İstanbul’a, Selimiye Kışlası’na geçmiş. Çok yokluk çekmişler askerde. “Rusya bizi aç bıraktı” diyor. Açlıktan atların önündeki arpaları toplayıp yiyorlarmış.
Söylemez Abla’nın anlattığına göre Selimiye Kışlası nişan noktası olmuş Hacı Dede için. İstanbul’a ne zaman gelse önce Selimiye’den başlamak istermiş: “İstanbul’a gittiğimizde bana, beni Selimiye Kışlası’na götür, ondan sonra ben seni her yere götürürüm dedi. Selimiye Kışlası’nı görene kadar İstanbul olduğuna inanmıyordu.”
İstanbul’da bacısının oğlu yaşıyor Hacı Dede’nin. Onlar da Müslüman. Hatta bir de cami yaptırmışlar. 1962’de ölen abisinin torunlarından yedisi ise imammış.
İnsan uzun yaşayınca sevdiklerinin çoğunun ölümünü de yaşıyor doğal olarak. Annesini, doğumundan hemen sonra daha beşikteyken kaybeden Hacı Dede’nin karısı ise 1990 yılında Hacı Dede’nin yanı başında kalp krizinden ölmüş.
Hacı Dede’nin en iyi bildiği iş tarlada çalışmak. Mısır, darı yetiştirir, taş ustalığını da iyi bilirmiş. Karısını kaybettikten sonra biraz çökmüş. Gözleri ağrımaya başlayan Hacı Dede, İstanbul Yedikule’deki Surp Pırgiç Hastanesi’nde tedavi olmuş. Ayrıca 2005-2006’da iki kez prostat ameliyatı geçirmiş. Şimdilerde kendi temel ihtiyaçlarını görebiliyor.
Ermenice birkaç kelimeyi hatırlıyor, Kürt beyi Musa Beg tarafından kaçırılan Gülo’nun hikâyesini de çok iyi biliyor ve diyor ki: “Gülo dermiş ki; ‘Khars’ın Gülosuyum, ama dinimin fakiriyim.’ Sason’un son Ermenisi olarak bilinen İsa amcayı (Demirci) da iyi tanıyor Hacı Dede. Ama kendisi yaşadığı sürece ona Sason’un son Ermenisi denmesini kabul etmiyor.
Ve ayrılık vakti geliyor. Hem Muş’tan, hem Hacı Dede’yle yaptığımız güzel sohbetten, hem de Söylemez Abla’nın sabun kokulu evinden… Gece boyu sürecek yolculuk zamanı yaklaşırken yaptıkları, “Yerimiz var, evimizde rahat kalabilirsiniz, lüks değilse de yün yataklarımız var” daveti reddedilir gibi değil, ama çaresiz vedalaşıyoruz Hacı Dede’yle, inşallah bir daha karşılaşabilmek ümidiyle…
Agos, Sayı:793
Leave a Reply