Wolfgang Schorlau’nun ‘Koruyan El’ (İletişim Yayınları) isimli polisiye romanını yeni okudum. Kitabını, gerçeğe kurgu yoluyla yaklaşma çabası olarak açıklayan Schorlau Alman Devleti’ni, Neonazi NSU cinayetlerini hasır altı etmekle suçluyor bu kitabında.
NSU, Thüringen Heimatschutz isimli bir Neonazi örgütü ve bu örgüt, 1999-2007 yılları arasında dokuz göçmen ve bir polis öldürüyor, bombalamalar ve banka soygunları düzenliyor ama bu örgütün varlığı her nasılsa iki üyesinin bir karavanda ölü olarak bulunmasıyla 2011 yılında ortaya çıkıyor. Resmi makamlar, bu kişilerin intihar ettiğini duyuruyor ve bütün vakalar, eylemler, cinayetler bu kişilere yıkılıyor ve bu kişiler bireysel eylemci olarak sunuluyor ve dosya kapatılıyor.
Kitabın kapanış notunda şöyle diyor Schorlau:
“Bu kitap gerçek bir suç vakasının edebiyat yoluyla kovuşturulmasıdır. Ve korkarım ki bir devlet suçuyla ilgili bir soruşturmadır bu. NSU’nun işlediği radikal sağ terör suçlarına nasıl bulaştığına dair bütün hakikati bilmek, tıpkı diğer insanlar gibi benim için de mümkün değil. Ama artık şu kadarından eminim ki NSU’nun münferit hareket eden bir cani üçlüsünden ibaret olduğu ve bu üçlünün iki üyesinin öldüğünü, üçüncüsününse mahkumiyetinin beklediği hikâyesini anlatan resmi söylem tamamen dayanaklardan yoksundur.”
Sonuçta Schorlau, hikâyeyi dava dosyasındaki delillere sadık kalarak yeniden kuruyor ve buna göre; NSU isimli suç çetesini koruyan, kollayan ama varlıklarından habersizmiş gibi yapılan çok geniş bir ağ var ve bu ağ, devlet görevlilerinden oluşuyor.
Kitap gerçekten sarsıcı ama anlatılanlar bize hiç de yabancı değil, kitap boyunca anlatılan hemen her vakayla bizim ülkemizdeki çok sayıda uygulama arasında ister istemez paralellikler kuruyorsunuz.
Kitapta bazı sonuçlara varıyor yazar ve bunlardan ilkine göre, emniyet görevlileri delilleri karartıyorlar, kayıtları siliyorlar.
Çünkü kitap olarak da basılan “Adalet Atlası” podcast serisine katkıda bulunan akademisyen Başak Ertür’ün tespitiyle “Devletlerin fail olduğu suçlar hukuk sistemi açısından genellikle yapısal bir sorun teşkil ediyor. Bu suçlar çoğunlukla daha işlenirken inkâr edilebilir kılınan suçlar oluyor. Kendi izlerini, kaydını, delillerini kendi hukuk sistemi açısından silmek ve okunaksız kılmak üzere işleniyorlar.”
Mesela Hrant Dink cinayetinde o kadar çok delil karartılıyor ki ben bu yazıda soruşturmayı yürüten savcıların henüz dosyada gizlilik kararı varken soruşturmanın ilk günlerindeki tespitlerinden şimdilik sadece ikisine değinmekle yetineceğim.
Trabzon Emniyet görevlileri ile Trabzon Jandarma görevlilerinin delilleri kararttığını, görüşme kayıtlarını kendilerinden gizlediklerini, sildiklerini, imha ettiklerini tespit eden soruşturma savcıları, on bir başlık altında topladıkları bulgularını, soruşturulması amacıyla 20.04.2007 tarihinde Trabzon Cumhuriyet Savcılığı’na yolluyorlar.
Soruşturma savcılarına göre Trabzon Emniyet ve Jandarma görevlilerinin eylemleri ihmal ve suistimal kapsamındadır, suça doğrudan doğruya iştiraklerine dair evrak kapsamında bir delil elde edilemediğinden görevsizlik kararı verilmiştir.
Soruşturma savcılarının tespitleri: (dilekçeden aynen)
-“2005-2006 yılları içerisinde şüphelilerden Yasin Hayal ve Erhan Tuncel’in cep telefonları üzerinde usulüne uygun olarak önleme dinlemesi yapılmış olduğunun öğrenilmesi üzerine bu ses kayıtları Trabzon Emniyetinden istenmiş, bu yazımıza cevap olarak gönderilen ses kayıtlarını içeren DVD’nin incelenmesinde sadece görüşmelerle ilgili sesler ve SMS mesajlarını ihtiva ettiği, arayan ve aranan numaralar ile arama tarih ve saatlerine ilişkin kayıtların bulunmadığı anlaşılmıştır.
DVD’de yer alan ses kayıtlarına ilişkin detayların gönderilmesi Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nden istenmiş verilen cevapta ses kayıtlarının savcılığımıza gönderilmesi sonrasında Trabzon Emniyet Müdürlüğü nezdindeki tüm kayıtların imha edilmiş olduğu bildirilmiştir.”
Şimdi bu yazılanlardan anlaşılan odur ki cinayetin azmettiricileri olarak yargılanan iki şahıs 2005 yılından başlayarak cinayet tarihine kadar teknik takip altındadır ve telefonları ile yaptıkları bütün görüşmeler güvenlik görevlilerince bilinmektedir ancak bu bilgiler soruşturma savcılarından gizlendiği gibi sonrasında da imha edildiği bildirilmiştir.
Devam edersek;
Savcılar, soruşturma kapsamında bulunan diğer şüpheliler aleyhinde adli ya da istihbari nitelikte dinleme kararlarının bulunup bulunmadığını bir kere de Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’ndan (TİB) sormaya karar vermişler ve böylece Y. Hayal ve E. Tuncel dışında şüpheli Mustafa Öztürk’ün de Trabzon Emniyet Müdürlüğü nezdinde önleme dinlemesi bulunduğunu öğrenmişler, bu bilgi üzerine Trabzon Emniyet Müdürlüğü’ne tekrar yazı yazarak Mustafa Öztürk’e ait ses kayıtlarının da gönderilmesini istemişler.
Trabzon Emniyet Müdürlüğü savcılara verdiği cevapta aynen şöyle demektedir: “Alınan mahkeme kararı uyarınca tedbirin uygulanması için İstihbarat Daire Başkanlığı’na yazı yazılmış ancak söz konusu GSM numarasının başka bir birim tarafından takip edilmesi nedeniyle o tarihte tedbirin uygulanması mümkün olmamıştır.”
Savcılar bir kez daha Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na yazı yazarak, şüpheli Mustafa Öztürk hakkında 2006 yılı içerisindeki tüm adli ve istihbari nitelikli dinlemelere ilişkin mahkeme kararlarını istemiş cevabi yazıda 2006 yılı içerisinde Mustafa Öztürk’e ait telefon takibi konusunda kuruma intikal eden tek kararın Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nce alınan karar olduğu bildirilmiştir.
Yani Trabzon Emniyet görevlileri, savcılardan delil sakladığı gibi gerçeğe aykırı bilgiler de vermektedirler.
Savcıların tespitleri bunlardan ibaret değil elbette.
Ben bu yazıda esasen istihbaratçıların muhbir devşirme ve muhbir kullanımına ilişkin kullandığı yöntemler açısından kitapta anlatılanlar ile Hrant Dink cinayeti dosyasındaki paralellikleri, benzerlikleri yazacaktım ama yazı bitti.
Bu konuya devam edeceğim.
Leave a Reply