Ermenistan Yazarlar Birliği Başkanı Levon Ananyan Agos aracılığıyla Türkiye halkına sesleniyor
Dünya inkâr edilemez gerçekliği çoktan biliyor. Obama da, Erdoğan da, hatta eminim sen de… ABD Dışişleri Bakanı Bayan Clinton da biliyor. Gerçi bir eliyle çiçekler yerleştiriyor kırlangıç kalesindeki anıta, öbür eliyle ise demokrasinin iç kalesi Beyaz Saray’dan itiraf ediyor: “Ne yazık ki diplomaside devletin çıkarları gerçeklerden daha önemlidir.”
Şu bir gerçektir. Eğer soykırım gerçeğini yarın ABD de kabul etse, sağır ve dilsizi oynayan öteki ülkeler de, görüşme masasına Ermeniler ve Türkler oturacak. Ve son sözü söyleme hakkı Türk toplumunun olacak.
2015 yılında, insanlık tarihinin en utanç verici sayfalarından birinin üzerinden 100 yıl geçmiş olacak. Osmanlı Türkiyesi 1915 yılında yüz binlerce Ermeni’yi önce tarihsel topraklarından kopardı, sonra da sürgün yollarında katletti. Aralarında Rusya Federasyonu, Fransa, Yunanistan, Arjantin’in de bulunduğu yirmiden fazla ülke bu soykırımı resmen tanıdı. Avrupa’da bazı ülkelerde soykırımı inkâr etmek suç kapsamında. Dünyada soykırımı mahkûm etme süreci devam ederken Türkiye Cumhuriyeti 1915’te yaşananları inkâr etme politikasında ısrar ediyor. Bu açık mektup, bir Ermeni yazarın Türkiye toplumuna siyasi tabuları yıkma ve inkâr önyargısından vazgeçme çağrısıdır.“Kendim için tanıklık etsem bile tanıklığım geçerlidir. Çünkü nereden geldiğimi ve nereye gideceğimi biliyorum.”
İncil Yuhanna 8:14
“Ey peygamber! İnkârcılara ve muhafızlara karşı cihat et, onlara sert davran. Onların varacağı yer cehennemdir”.
Kuran-ı Kerim, Tövbe suresi 73
***
Uluslararası bir festival sırasında tesadüfen tanışmıştık. Sohbetimiz esnasında sizin Türk benim ise Ermeni bir yazar olduğumuz anlaşıldı. O gün (ve daha sonraki karşılaşmalarımızda) söyleyemediğim bir yığın şey kaldı. Ancak bu söylenemeyen sözler sanki boğazımda düğümleniyor. Şimdi bu mektubu bir itiraf niyetine yazıyorum. Aynı zamanda bir diyalog çağrısı niyetine… Anılarla dayatılmış nefreti, karşılaştığım her Türk’te halkımın düşmanını görme önyargısını, bizi yüz yıldır kuşatan bu duyguları çöpe atmak için yazıyorum. O kadar zamandan beri günü geçmişte yaşamaktayız. Ancak hiç değilse geleceği geçmişin kâbusundan kurtarmak için açık fikirli olmak zorundayız.
Bildiğin gibi soyadım Ananyan. Etimolojik çözümlemede an-Ani-yan. Yani Ani’yi kaybetmiş, Ani’siz kalmış Ermeni. Atalarım 1319 yılında büyük bir depremden sonra terk etmişler Ermenistan’ın 11. başkenti Ani’yi. Ana yurtlarını, güzel ülkelerini bırakıp Kuzeydoğu Ermenistan’ın Goğp köyüne yerleşmişler. Soyağacım Ermenilerin Pakraduni Hanedanlığı’ndan gelip, bir yaşındaki torunum Ani’ye dayanmakta. Her fırsatta Ermenistan ile Türkiye arasındaki kapalı sınırın dikenli telleri arasından atalarımın evinin harabelerini gözlemekteyim dürbünle. Her defasında da şehrin yarı yıkık surlarının gölgesi altında sürüsünü otlatan Kürt çobanı hasetle izlemekteyim.
Yo yo yanlış anladın, bu sadece milli genlerimize kazınmış nostaljinin dumanıdır. Hani Fransızcada “force majeure” denilen. Yoksa, 90 yıldan beri bizleri gündüz-gece kavuran Ermeni soykırımı kurbanlarının ve tüm dünyaya dağılmış evlatlarının beklediği adil çözümden bahsetmiyorum. Allah aşkına, “1893-1923 yılları arasında bir Ermeni soykırımı yaşanmamıştır. Birinci dünya savaşının kargaşa ortamından yararlanarak Ermeniler savunmasız Türkleri katlettiler. Zaten gerçeği açığa çıkarma işini de tarihçiler komisyonuna bırakmalıyız” diyen Türkiye’nin resmi nakaratını sen de tekrarlama!
Tarih kendi yargısını çoktan vermiştir. Tonlarca belge, Ermeni ve yabancı görgü tanıklarının kan dondurucu tanıklıkları, belgeseller, zorla ele geçirilmiş ve yıkılmış yapılar, ıssızlaşmış bölgeler, dini değiştirilmiş mabetler… Gömülmemiş Ermenilerin iskeletinden yayılan fosfor ise Suriye’nin Der Zor çölünde bugün de ziyaretçilerin gözünü kör ediyor.
Dünya inkâr edilemez gerçekliği çoktan biliyor. Obama da, Erdoğan da, hatta eminim sen de… ABD Dışişleri Bakanı Bayan Clinton da biliyor. Gerçi bir eliyle çiçekler yerleştiriyor, kırlangıç kalesindeki anıta, öbür eliyle ise demokrasinin iç kalesi Beyaz Saray’dan itiraf ediyor: “Ne yazık ki diplomaside devletin çıkarları gerçeklerden daha önemlidir.”
Amerikan Kongresi ve Senatosu da bilirler. Her defasında birileri bir ileri bir geri adımlarla bütün bir halkın vicdanını Ermeni Soykırımı Karar Tasarısı adıyla gündeme alıp şerefsiz bir ticaret uygulamaktalar. İki yüzlü, üç yüzlü, çok yüzlü bir oyun.
Yoksa maskeli balo komedisini kesintiye mi uğratmış oluyoruz dünyanın gözünü boyayarak? Van’da Ahtamar Adası’ndaki Surp Haç Kilisesi’ni haçsız, ayinsiz açarak. Hıristiyan Ani’nin ana katedralinde namaz kılıyorlar. Hıristiyanlığı resmi devlet dini olarak kabul eden bir halka karşı alay ediyorlar böylece. Bugün, olayları ve nesneleri kendi adlarıyla anma günüdür. Ahlaki nasihatler verecek değil, ahlaki ilkelerle yaşayacak gündür. Tam da bu bakış açısıyla, Birleşmiş Milletler’in “Soykırım Suçunu Önlemesi ve Cezalandırması” sözleşmesinin, altında Türkiye’nin de imzasının bulunduğunu ve metninin Ermeni soykırımı örnek alınarak hazırlandığını hatırlamak gerekir.
Ancak senin zaten bildiğin ansiklopedik gerçekler değil bu mektubu yazmamın sebebi. Aylar önce benim davetimle Yerevan’ı ziyaret ettiğinde sormuştun: “Nefret ne kadar derin bir kök salmış Ermeni insanının yüreğinde? 21. yüzyılın uygar dünyasında geçmişin trajedisini temizleyemez misiniz? Yeni bağımsız olmuş bir ülkeniz ve bu denli güzel başkentiniz var?”
Sorun ne kadar da benziyordu Türkiye’deki Hürriyet muhabirinin hayretine: “Ararat Dağı başka bir ülkenin sınırları içinde ama neredeyse tüm Ermeni şairleri Ermenilerin ‘ana dağı’ diye anlatıyorlar onu.”
Şöyle cevaplamıştım: “Ararat bizim varlığımızdadır. Hatta varlığımızdır. Hiç kimse onu bizden yabancılaştıramaz. O bizim varlığımızın hafızasıdır ve yeniden dirilmemizin sembolü. Ona bakarsak, ay da sizin değil, ama siz de onu kondurmuşunuz bayrağınıza.”
İnkâr edilemez bir gerçeklik nesilden nesile aktarılan. Tarihi Ermeni alfabesini bildiğim gibi bunu da ezbere biliyorum. Bunu zır köylüsünden ülkenin cumhurbaşkanına kadar bütün Ermeniler bilir. Soykırımın zaman aşımı yoktur. Bizim milli hafızamızın da silikleşme imkânı yoktur. Şimdi siz gelmiş, unutmayı salık veriyorsunuz. Geçmişi unutmayı.
Unutmak mümkün mü?
1.5 milyon masum kurbanı nasıl unutayım? Onların nesilleri tarihi vatanlarına yeniden dönme ümidini ve imanını canlı tutarken tehcir kervanlarını nasıl unutayım?
Unutmak! 1915’in 24 Nisan’ının o dehşet gecesinde ötekileştirme dürtüsü bir balta darbesiyle Ermenilerin entelektüel neslini yok ettiği halde… Siamanto, Tanyel Varujan, Rupen Sevag, bir süre sonra Krikor Zohrab!
Unutmak! Ermeni din adamı, katliamların görgü tanığı Krikoris Balakyan’ın tabiriyle “Ermenilerin Golgothası”nı nasıl unutayım?
Unutmak! Arap halkının gönlü yaralı iyi niyetini. Soykırımdan şans eseri kurtulmuş insanlarla bir lokma ekmeğini paylaşmasını nasıl unutayım?
Unutmak! Norveçli büyük hümanist Fridjof Nansen’i. O Nansen ki Cemiyet-i Akvam kararıyla (1924) Nansen Pasaportu’nu, yani dünya vatandaşlığı belgesini verdi farklı ülkelerdeki vatansız, büyük felaketten kıl payı kurtulmuş 320 bin Ermeni’ye.
Unutmak! Avusturyalı yazar Franz Werfel’in Musa Dağ’da 40 Gün (1934) romanını nasıl unutabilirim? Osmanlı ordusuna karşı ümitsiz ama kahramanca direnen bir halkın öyküsünü.
Unutmak! Adolf Hitler’in Yahudi soykırımı öncesi küstahça talimatını: “Harekete geçin. Ermeni katliamını hatırlayan kaldı mı ki!” (1938)
Hangi birini söyleyeyim?
Anımsıyorum, küçüktüm. Öksürdüğümde Anuş Ninem, bir iyi niyet sembolü olarak atılırdı: “Sağlık olsun. Türkün veledi öksürsün.” Bir gün sordum: “Büyükanne, bu tanımadığımız Türkün çocuğu ne yapmış ki her gün lanet okuyorsun?” Soykırımı görmemiş olan Doğu Ermenistanlı nenem başını eğdi ve sürekli olarak yemek verdiği Trabzonlu göçmen Mihran’ın hikâyesini anlattı.
Mihran o kadar zayıftı ki, adını bile kısaltmışlardı, Mran diyorlardı. Cehennemin tüm aşamalarından geçmişti. Altı çocuğunu balta ve satırlarla gözlerinin önünde öldürmüşlerdi. Karısını süngülemişler, kendisini kurşunlamışlar, evini talan edip ateşe vermişlerdi. Kürt bir adam ağır yaralı Mihran’ı ahırında sakladı. Yaralarını iyileştirdi ve yazın da yaylalara ulaştırıp hayatını kurtardı. Onlarca yıl sonra bugün de uykularıma girer Mihran. Omzunda dilenci torbası, elinde yanmış evinin küllerini sakladığı testisi, dudaklarında ise yetim kalmış sözcükleriyle. “Biraz ekmek verir misin?” Yüzündeki kırışıklardan dereler gibi süzülürdü yaşları. Onla birlikte hıçkırıklarla ağlardı yitik Van denizi.
Eğer komşunu değiştirmek mümkün olsa, halkım evrensel uygarlığa verdiği kültüre değerleri toplar ve gözünün kestiği yere giderdi. Ancak ülke dediğin ev değil ki istediğin zaman değiştiresin, başkasına bırakıp gidesin.
Eğer her sabah Ararat’ı işleyen bir yara gibi görmenin ne büyük acı olduğunu anlasaydınız, çoktan buldozerlerle yıkar ve sedyelerle başka bir yere taşırdınız kutsal dağı.
Eğer…
Ancak tarih “eğer”lerle yazılmıyor.
Sıra sizde
Geçenlerde Türkiye’den bir internet sitesinde avukat Erol Özkoray ilginç bir yorumda bulunuyordu. “Ermeni soykırımı niçin halen siyasi bir tabu olmaya devam ediyor? Kemal Atatürk’ün kurduğu çağdaş Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Jöntürklerin işlerdiği cinayetlerinden ötürü sorumlu tutulamaz.”
Ama aynı yazar, geçen yüzyılın başındaki Türkiye’yi günümüze bağlayan üç göbek bağı olduğunu söylüyor. Birincisi, “Türkiye Türklerindir” projesi ile Anadolu’nun Ermeni, Rum, Yahudi, Hıristiyan unsurlardan temizlenmesi. İkincisi, finansmanı Ermenilerden kalan zenginlikle sağlanan, silah desteğini ise Bolşevik Rusya’nın sağladığı Kurtuluş Savaşı ile ilgili. Ve nihayet üçüncüsü, Ermeni soykırımına katılan elleri kanlı kadrolar, yeni kurulan devletin hükümet ve yönetim kadrolarının oluşturdular. İşte varis Türkiye devleti bu sebeplerdendir ki sorunu çözemez.
Bunları ben söylemiyorum. Bunlar tarafsız bir Türk aydını söylüyor. Sonra da ekliyor: Türkiye devletinin inkârın karanlık dehlizlerinden çıkmak için tek bir yolu var; Tövbe ederek huzur bulmak. Başka türlü, ‘Ermeni soykırımı’ ifadesini her duyduğunda sağduyusunu kaybedecek ve çılgına dönecek. Çılgına dönmüş bir devlet ise sahte demokrasi vaatleriyle istediği kadar Avrupa Birliği’nin kapısını çalsın, asla geçemeyecek o kapıyı.
Almanlar Yahudi holokostunu tanıma cesaretini gösterdiler. Ruslar ise 70 yıl sonra Polonya’daki Kadin’i kabul ettiler. Sıra sizde.
Gel siyaseti siyaset bilimcilere ve devlet adamlarına bırakalım. Biz yazarız. Bizim görevimiz iki toplumun yazınını ve fikrini birbiriyle tanıştırmak. Onları soykırımın kabulünün Türk milletini alçaltmayacağına ikna etmek. Cinayeti inkâr ederek veya suskunluğa mahkûm ederek biz de suç ortağı olmaktayız.
Kitabının tanıtım toplantısında eşikleri aşmaktan bahsettin. Çok güzel konuştun. Dedin ki, “Halklar ve ülkeler arasında da eşikler vardır ve bu eşikler engel değil geçiş noktaları olmalıdır. Ermenistan-Türkiye sınırı halen kapalı. Ve sen Ankara’dan Yerevan’a gelmek için çok zaman kaybettin. Oysa doğrudan bir uçuşla, sizin milli türkülerinizle ve Ermeni halkının havalarında işlenen, ‘gönülden gönüle götüren’ yoldan gelmeyi sen de isterdin. “Bazen de eşiklerde ateş oluyor” dedin. Eğer eşiği geçme tereddüttü uzun sürerse yabancılaşmanın acısı hastalığa dönüşebilir.
Ne yazık ki eşikten geçebilmek için kapını açık olması gerekir. Oysa siz bütün kapıları kapatmışsınız.
Şu bir gerçektir. Eğer soykırım gerçeğini yarın ABD de kabul etse, sağır ve dilsizi oynayan öteki ülkeler de, görüşme masasına Ermeniler ve Türkler oturacak. Ve son sözü söyleme hakkı Türk toplumunun olacak.
Neyse ki inkârın katı duvarları zaten çatlamaya başladı. Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk alenen tanıdı soykırımı. Ünlü tarihçi Taner Akçam, yayıncı Ragıp Zarakolu ve yalanla, sahtekârlıkla yaşamak istemeyen binlerce cesur birey.
Hrant Dink’in öldürülmesi bütün dünyayı sarstı. Ve onun cenazesinde ‘Hepimiz Hrant Dink’iz, Hepimiz Ermeni’yiz’ sloganı patlayıverdi. 2010 yılında İstanbul’da soykırımı anma gösterisi düzenlendi sokakta. Türk aydınları internet üzerinden bir imza kampanyası düzenlediler.
Diyalog zaten başlamıştır ve cinayeti mahkûm etmek için toplumsal çok seslilik gerekmektedir.
İşte bir ses daha.
Senin sesin.
Tarihsel gerçeklik adına.
Dillerini lanetle kirletmeyenler adına.
Tarihin yükünü ve geleceğin sorunlarını temiz vicdanla ve temiz ellerle karşılamak isteyenler adına.
Milliyetlerinden, derilerinin renginden, dillerinden, ahlaki tercihlerinden bağımsız olarak aynı güneşin altında ısınan çocuklarımız adına.
Sayı:787
06 Mayıs 2011





Leave a Reply