5165 metre

Norayr Şahbazyan

“Mesih duasını” ilk olarak çocuk yaşta, Arpo dedemin dudaklarından duydum. Beni dizlerine oturtup, “Babamız” duasını kelime-kelime öğretirdi. Genelde uzaktaki vatanının ulaşılmaz dağlarını, lezzetli suyunu, bereketli vadilerini özlemle anardı. Arpiar, cennetin orada, arzuladığı vatan toprağında olduğuna emindi.

Bazen, inatla sürdürdüğüm ricalarıma boyun eğip, cennette vuku bulmuş olan caniliği, direnişlerini ve tehciri istemeyerek de olsa anlatırdı. Ben huşu içinde dinlerdim. O zamanlarda belki çok fazla bir şey anlamazdım, fakat bugüne kadar bu denli çekici ve üzüntülü hikâye duymadım…

1991 yılında Türkiye’ye gittim. Trabzon’da, alışveriş yapmak için arkadaşlarla dışarı çıktık. Yerevanlı olmamız, esnaftan birinin ilgisini çekti. Bizi dükkânın arka tarafındaki odaya, sohbet etmeye davet etti. Arkadaşlardan biri biraz Türkçe biliyor ve yerel kişilerle sohbet konusunda bize yardım ediyordu.

Dükkâncının davetini, beklenmedik olmasına rağmen, kabul ettik. Uzun boylu ve mavi gözlü bir genç olan Türk, yardımcı “çocuğu” komşu kahveciden çay getirmeye yolladı. Ardından da İstanbullu bir şarkıcının kaydını koyup, sesi yükseltti. Ermenistan’la ilgili her şey, tarihi, bugünü onu ilgilendiriyordu. İş saatleri dışında neyle ilgilendiğimizi, ne müzik dinlediğimizi, kahveyi nasıl pişirdiğimizi, Yerevan’daki kızların hangi stilde giyindiklerini soruyordu. Türk’ün büyük ve bizim için anlaşılmaz ilgisini yerine getirmeye çalışıyorduk, fakat tüm bunlar bize garip geliyordu, özellikle de yüksek sesle çalan müzik altında.

Turist grubumuzun rehberi olan Batumlu bir kız, Gürcistan-Türkiye sınırını geçerken, Türkiye’de milli aidiyetimizi açıklamamamız konusunda uyarmıştı bizi.

Sorarlarsa, Rusya’nın güneyindeniz gibisinden belirsiz cevaplar verin demişti, fakat biz pek dikkatli değildik işte… Dükkâncı bizi yüksek sesle uğurlarken, “Türkolog” arkadaşımızın kulağına bir şeyler fısıldadı. Büyükannesinin Van Ermenilerinden olduğu, kendisinin de bununla gurur duyduğu, fakat Trabzon’da Ermeni olmanın tehlikeli olduğundan dolayı, bunun bilinmemesini yeğlediği ortaya çıktı.

İndo-German simalı kişiler Türkler arasında günümüzde az değil. Bu uzun süreli bir seleksiyon sonucudur. Türkler, asırlar boyu ülkeler fethederek (özellikle Ermenistan) sağlıklı ve güzel kadın ve çocukları planlı bir şekilde seçiyorlardı. Cebren ihtida ettirip, ana diliyle konuşmalarını yasaklayarak onları asimile ediyor ve kendi genofondlarını asilleştiriyorlardı.

Süreç devamlıydı ve bugün “Türk” kavramının açıklamasının ne olduğu konusunda karmaşık bir sorunla karşı karşıyayız.

Halk, vatandaşlık, yaşam stili…

Belki de şartların kadersel, talihsiz bir eşleşmesinin acılı sonucu…

Sonuç olarak, dedesini geçmişte zorla din değiştirmeye zorlamışlar veya ninesini kaçırıp, Müslüman bir aileye kaçırmışlarsa, adamın ne suçu var? Anadolu’nun bir şehrinde doğmuş, milli müziğimizin temel direği olan rahip Komitas’ın (Soğomon Soğomonyan), dini okula kabul edilmesinden önce ana diline vakıf olmadığı, Türkçe konuşup, şarkı söylemiş olduğunu az kişi bilir herhalde. Türkiye vatandaşları arasında kendi kökenleri, yaşadıkları ülkenin gerçek tarihi hakkında bilgi sahibi olmayan insanlar az değildir.

Aralarında, bizimle kan bağına sahip insanlar da var. Bitlisli, Alaşkertli (Eleşkirt-çev. notu), Vanlı… O karanlık günlerde onların ataları, benim atalarımın aksine göç edemedi veya istemedi sadece.

Şiddet olaylarından geçerek, yaşam ve ölüm arasında kaldılar, belki yıkılmış ve iğfal edilmiş, burada, İncil’de geçen nehirlerin bu dağların pınarlarından doğduğu cennetleri olan vatanlarında. Türkiye vatandaşlarının damarlarında akan kan, gerçek kökenlerinin tehcir ve milli aidiyetleriyle ilgili verileri sımsıkı korumaktadır.

Uygun fırsat oluştuğunda, bu talihsiz soydaşlarımızdan birçoğunun tek inanç, tek dil, tek vatan ve orada tek ana yükseltiye, 5165 metrelik İncil dağı olan Ararat’a sahip olan ulusla bütünleşebilmeleri mümkündür… Yukarıda yazdıklarımı gerekçelendirmek için, kendi soyumun tarihinden bölümler aktarayım. Dedemin küçük kardeşi, Bitlis vilayetindeki Şamiram köyünden 14 yaşındaki Khosrov’u Türkler boğazlamadı, “aman” vererek, yağmaladıkları koyun sürüsü ile birlikte Nemrut dağının doğu yamaçlarından geçip, çoban olarak yanlarında götürdüler.

Onun kaderi hakkında bir bilgim yok, lakin hayatta kalıp, vatanda kaldıysa, onun ardılları, dini aidiyet, anlaşma dili veya vatandaşlıktan bağımsız olarak, bana yabancı değiller, biz kan bağıyla akrabayız. Arpiar’ın diğer kardeşi olan Davit, 1915’te yeni evlenmişti, karısı ve kundakta bebeği vardı. Şamiram katliamlarından kurtulup, bazı komşularla birlikte, köyün üzerinde, Nemrut dağındaki mağaralara sığınmışlardı. Bebek açlıktan sürekli ağlıyordu ve ailenin çaresiz babası, komşularını ele vermemek amacıyla karısı ve bebeğiyle saklandıkları yeri terk etti. Gece vakti dağın yamaçlarını aşıp, Van gölüne, Tatvan’a doğru gittiler.

Yakınları, Davit’i ve ailesini bir daha görmedi. Bilinmezlik. Belki de ölmediler ve Davit’in sülalesi bugün vatan topraklarında yaşamaktadır. Bu durumda onlar bugün Kürt veya Türk’türler…

Dedem Arpiar’ın sülalesi, onun ikinci evliliğinden olmadır. İlk ailesi tamamen Soykırım kurbanı oldu. O dönemde Arpiar evde değildi. İşle ilgili Batum’daydı ve ailesinin kaybının ayrıntılarını, katliamdan mucize eseri kurtulmuş olan köylülerden öğrendi. Türkler, Şamiram köyünün meydanına topladıkları yaşlı, kadın ve çocukların arasından Arpiar’ın büyük oğlu, dört yaşındaki Beno’yu çekip, Surb (aziz-çev. notu) Mariam Astvadsadsin kilisesinin duvarının dibinde durdurarak annesi, kardeşleri ve diğerlerinin gözü önünde canlı hedef olarak kullanıp, nişancılık talimi yapar. Bu çakallar, çocuğu parçaladıktan sonra, Arpiar’ın karısı ve iki yaşındaki ikizleri, Poğos ve Petros da dâhil olmak üzere, tüm halkı kiliseye doldurup, ateşe verir.

Dedemin daha sonraki yazgısı, binlerce kaderdaşlarına benzerdir. Tiflis’te, gönüllü gruplara yazılıp, Andranik Ozanyan’ın ordusunda Batı ve daha sonra Doğu Ermenistan’da sayısız çatışmalara katılır.

Gönüllüler, dağılmış ve panik içinde ricat eden Rus düzenli birliklerinin mevzilerini, cephe hattını küçük gruplarıyla tutmaya ve inatlı bir direnişle, Doğu Ermenistan’a doğru ilerleyen mülteciler için zaman kazanarak, onları çok daha büyük kayıplardan korumaya mecbur oluyordu.

Arpiar, silah arkadaşı Hovsep’in kız kardeşi Yepraksya (İpro ninem) ile evlenip, ikinci kez aile kurar. O da Soykırım esnasında kocası ve çocuğunu kaybetmişti. Uzun dolaşmalardan sonra Araks (Aras-çev. notu) nehrinin sol kıyısına geçer ve 1918’de, 26 mülteci ailesiyle birlikte, I. Ermenistan Cumhuriyeti’nin desteğiyle, Yerevan yakınlarında, Hırazdan vadisinde bulunan ve eskiden Müslümanlarla meskûn Ketran (günümüzde Getameç) köyüne yerleşirler.

Savaşın bitiminde dönüp, vatan topraklarındaki ocaklarını şenlendirecekleri konusunda emindiler, fakat maalesef… Arpiar ve Yepraksya artık çoktan yaşamıyor, onların ardılları ise yaklaşık 100 yıldır Doğu Ermenistan’da yaşıyor.

Binlerce Ermeni ailesinin hikâyesi, sanırım benim sülalemin hikâyesinden farklı değildir ve hepimiz bir sorunla karşı karşıyayız. O ölüm-kalım yıllarında, Soykırım döneminde mucize eseri kurtulmuş, fakat mülteci olmayarak, Araks’ın sağ kıyısında kalmış olan soydaşlarımız (onların ardılları) konusunda ne duruş sergileyeceğiz? Son savaş esnasında Ermeni’nin sadece kırılmayıp, aynı zamanda kırmayı da (başka çare olmayınca) becerebildiğini ve galip gelebileceğini dünyaya kanıtladık ve bizi saymayı öğrettik.

Ulusal ve bağımsız devletimiz varken, en değerli varlığımız olan Ermeni genofondunun büyük bir kısmını çatışmasız düşmana teslim etme konusunda ahlâki hakkımız var mı?

Şuşi’den, Taliş dilinde radyo yayını yapıldığını öğrendik geçenlerde. Bu çok olumlu bir girişim ve övünç konusudur. Benzer bir girişimin, komşu ülkeleri göz önünde bulundurup, Kürtçe ve Türkçe dillerinde de yapılması iyi olurdu (Ermenistan radyosu, aralarında Kürtçe ve Türkçe de olmak üzere, on yıllardır yaklaşık 15 dilde yayın yapmaktadır-Akunq redaksiyonu).

Kaliteli radyo ve televizyon yayınları, muhakkak ki sınırın öte tarafında müşterisini bulacaktır. Son yıllarda Batı Ermenistan’a gezmeye gitmiş ve yerli halkla temas kurmuş olan Ermenistanlıların intibaları bunu göstermektedir.

Hrant Dink’in katlinden sonra başlayan ve devam eden süreçler, Türkiye’de yaşayan Ermenilerin sayısının, resmi istatistiklerde göründüğünden daha büyük bir sayı teşkil ettiğini göstermektedir.

Belki de milyonlardan bahsetmeliyiz. Yoksa günümüz Türkiye’sinin 70 milyonluk nüfusu ve gerçek ekonomik gelişiminin bileşenleri ve açıklaması nedir? Belki de bizden çaldıkları ari genofondu, maddi ve ruhanî potansiyelin etkisi vardır bu konuda.

Van’da, Bitlis’te, Muş’ta, Tigranakert’te (Diyarbakır-çev. notu), Trabzon’da ve daha başka yerlerde ulustan zorla kopartılan soydaşlarımıza asırlık kültürünü anladıkları dilden neden sunmayalım? Komşularımız tarafından bize dayatılan propaganda savaşında galip tarafın şimdilik maalesef bizim olmadığımız gerçeğini kabul etme cesaretinde bulunmamız (istemesek de) gerekir.

Bu pasif duruşumuzla olamayız da zaten, çünkü inisiyatifi elimize alacağımıza, hücum edeceğimize, düşmanın başlattığı geniş kapsamlı ve sistematik propaganda faaliyetlerine periyodik ve zayıf karşı saldırılarla yetiniyoruz.

Profesyonel propaganda makinesine sahip bu devasa potansiyeli küçümsüyoruz. Zamanında ve doğru kullanıldığı durumda, bugün ve gelecekte, sayısız Ermeni askerinin akacak değerli kanını ve hayatını koruyabiliriz. Bu konudaki inancımı, son dönem tarihimizden bir klasik örnekle göstermek isterim. Büyük devletler tarafından doğrudan maddi açıdan desteklenen, on yıllarca ve gece gündüz Sosyalist bloğu vatandaşlarının “beynini yıkayan” “Amerika’nın sesi”, “Hürriyet”, “Hür Avrupa”, “BBC”, “Almanya radyosu” radyo istasyonlarının, SSCB ve Varşova Paktı’nın yıkılması konusunda büyük ve reddedilemez bir çabaya sahip oldukları bilinmektedir.

Bu sistematik ve zor çalışma ürün verdi, Batı “bir tek mermi atmadan” soğuk savaştan galip çıktı ve propagandanın finanse edilmesini, klasik “sıcak” savaştaki devasa maddi ve insan gücüyle (galibiyet garantisi olmadan) karşılaştırdığımızda, kesinlikle tasarruf etmiştir.

Savaş (propaganda savaşı da dâhil olmak üzere) devletin işidir ve devletin ilgisini ister.

Bize dayatılan bu savaşta galip gelmek istiyorsak, propagandayı koordine eden, geniş yetkilere ve imkânlara sahip, devlet organlarının varlığı gereklidir (hatta gecikmiştir).

Düşmana, eşdeğer bir potansiyelle karşı koyacak bir organ.

Çalınmış cennete, vatana yönelik adil ve gerekçeli savlara sahip olup, talepkâr olarak, yazgısal nedenlerle henüz orada yaşayan soydaşlarımızı unutmayalım.

Sonuç olarak, toprağın gerçek sahibi, toprağın üzerinde yürüyen, toprağı süren, yaşlanan ve şanslıysa orada, vatan toprağında gömülendir…

 

“Hraparak” gazetesi

Türkçeye çeviren: Diran Lokmagözyan

Türkçesi: Akunq.net 

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Hoş Geldiniz

Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri’yle ilgili bilgi alış verişi gerçekleştirme merkezinin internet sitesi.
Bu adresten bize ulaşabilirsiniz:

Son gönderiler

Sosyal Medya

Takvim

August 2025
M T W T F S S
 123
45678910
11121314151617
18192021222324
25262728293031