Belirginleşmiş suçun, özellikle yargı kararı verildikten sonra suçluyu rahat bırakmadığı herkesçe bilinen bir gerçektir. Suçlu, bu ruh hali içinde ümidini yalana bağlamaktadır. Bir yalanın ise, sonunda yalancının kendi durumunun komikliğinin farkına varmadığı ve kendi tuzağına düştüğü yeni bir yalana yol açtığı, bilinen bir gerçektir. Bu ise, Ermeni Soykırımı’nın 100’üncü yıldönümü arifesinde akıl zafiyetine düşmüş olan Türkiye Hükümeti’nin günümüzdeki (ve 96 yıllık) durumudur.
Bunun en yeni ispatı, Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın yayınladığı “1915 olayları” isimli raporudur. Bu raporda utanmazca “Ermenileri yok etmek isteyen ve katliam yapmak amacında olan bir devlet, Ermeni kafilelerine kötü muamele edenleri ve görevlilerini yargılar ve cezalandırır mı?” diye belirtilmektedir.
Raporda, 1919–1921 yıllarındaki davalarda, tutuklu 673 kişiden 67’si hakkında Osmanlı sıkıyönetim mahkemeleri tarafından ölüm cezası verilmiş olduğu belirtilmektedir. Öncelikle bir düzeltmede bulunalım. Sıkıyönetim mahkemeleri 67 değil, sadece 20 ölüm cezası vermişlerdir.
Bu kişiler, Ermenilerin toplu olarak tehcir ve katledilmeleri konusunda belirgin suçları bulunduğu açısından yargılanmışlardır. Tenkil olayını planlayan ve gerçekleştirenler ise hükümetin ileri gelenleriydi. Resmi devlet görevlileri, bakanlar, bölge valileri, polis şefleri vs. kısacası hükümet. Lakin yargılananlardan sadece üçünün cezaları uygulanmış, bunlardan ikisi –Mehmet Kemal ve Behramzade Nusret- Kemalistler tarafından kahraman ilan edilmişlerdir. Behramzade Nusret’in infaz günü olan 5 Ağustos 1920 tarihinde Ankara Meclisi, saygı nişanesi olarak 10 dakikalığına oturuma ara vermiştir. Tekrar Ankara Meclisi, 9 Aralık 1920 günü kabul ettiği bir karara istinaden Kemal’in ailesine aylık bağlamış, aynı yılın 25 Aralığında da Behramzade Nusret’in ailesine aylık bağlanması kararı almıştır[1].
Türkiye Dışişleri Bakanlığı bu raporda 1915 olayları neticesinde meydana gelen tartışmaları yatıştırmanın en uygun yolunun Ermeni ve Türk tarihçilerinin ortak komisyon kurmaları ve bilimsel tarafsız araştırmalar gerçekleştirmeleri olduğunu açıklamaktadır. Lakin Türkiye Hükümeti, Türk mahkemelerinin 1919–1921 arasında vermiş olduğu kararları kabul etmezken, benzer bir komisyon ne yapabilir? Bu kararlar ise, Ermeni Tehciri ve Soykırımı’nın önceden planlanarak programlanmış olduğunu, yani bir soykırımın var olduğunu ispat etmektedir.
Raporda, Türk propagandasının eskimiş ve temelsiz iddiası olan, Birinci Dünya Savaşı esnasında Ermenilerin işgalci Ruslarla işbirliğine girip Müslümanları katlettiği, bunun sonucunda da 523 bin 955 Türkün öldürülmüş olduğu iddiasına da yer verilmiştir. Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın tarih, dahası mahkemeler tarafından tasdik edilmiş resmi sayılar konusunda ne denli tarafsız ve gerçeklere yatkın olduğunu yukarıda gördük. “523 bin 955” sayısı ise yapısı itibarıyla çok enteresan. Genellikle bu gibi durumlarda “yaklaşık 524 bin” denir, fakat tarihi gerçekler konusunda bu denli (!) özenli olan dışişleri böyle bir aldatmacaya nasıl girmektedir?
Türk mahkemeleri tarafından tasdik edilip Talat ve Cemal paşaların yayınlanmış olan hatıratlarıyla da ispatlanmış gerçeklere (hepsi de yalan olup Türkiye’nin kötülüğünü istediklerinden dolayı Ermeni ve yabancı kaynaklardan bahsetmiyoruz) rağmen, raporda, hükümet tarafından gerçekleştirilen tehcir kararının önceden planlanmamış olduğu ve siyasi bir hedefi olmadığı, sınırlı ölçekte kalmış olduğu belirtilmektedir. Evet, Ermeni Soykırımı mühendislerinin, özellikle de Talat Paşanın, müzede sergilenmek üzere dünyada bir tek Ermeni bırakmaya karar vermiş olduklarını göz önünde bulundurduğumuzda, Osmanlı Hükümeti’nin gerçekleştirmiş olduğu “tehcir sınırlı ölçekte olmuştur”, çünkü sadece Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde yaşayan Ermenilere yönelik olmuştur. Enteresandır, kaç Ermeni tehcir edilip katledildi acaba? Sayılarla ilgili bu denli “özenli” olan Türkiye Dışişleri Bakanlığı neden veriler göstermemektedir. Belki kendimiz hesaplayabiliriz. İmparatorluk topraklarında yaşayan Ermenilerin sayısı tehcir öncesinde üç milyonun üzerindeyken ve günümüzde Türkiye’de topu-topu 50–60 bin Ermeni yaşamaktayken, -üstelik sadece İstanbul’da- sınırlı sayıda tehcir edilenlerin sayısı kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Sayılara yönelik özel bir saygı besleyen dışişlerine, Birinci Dünya Savaşı’na kadar sadece İstanbul’da 200 bin üzerinde Ermeni’nin yaşamış olduğunu hatırlatmak isteriz.
İkinci, anlaşılması zor bilmece ise, “523 bin 955” Türkü kimin öldürmüş olduğu sorusudur. Savaş öncesinde Osmanlı ordusuna katılan ve amele taburlarında güçleri tükenene kadar çalıştırıldıktan sonra hunharca katledilen 18–50 yaşındaki Ermeni erkekleri mi, yoksa sahipsiz ve korumasız kalarak, büyük çoğunluğu tehcir yollarında veya Der Zor çöllerinde can vermiş olan Ermeni çocukları, kadınları ve yaşlıları mı? Böylece, ister istemez, Rus-Osmanlı cephesinde vermiş oldukları kayıpları Ermenilerin hanesine yazmış olduklarının “farkına varıyoruz”. Çünkü Batı Ermenistan’dan ve imparatorluğun diğer bölgelerinden Osmanlı ordusuna çağrılmış Ermeniler gibi, aynı kanun ve mantık doğrultusunda, Rus ordusunda da Doğu Ermenistan’dan orduya çağrılmış Ermeniler vardı. Belki de, diğer cephelerde verdikleri kayıpları da Ermenilere ve Antant’la olan işbirliği hesabına yazmadıklarından dolayı Türkiye Dışişleri Bakanlığına teşekkür etmek gerekir.
Her halükârda, şu bir gerçek ki, Ermeni Soykırımı’nın inkârı, cumhuriyet Türkiye’sinin tüm hükümetlerinin politikasıdır ve bu inkâr politikası yukarıda belirtilen davalardan hemen sonra, davaları ele almış olan hâkimlerin tutuklanmasıyla başlamıştır. Bu, görülmemiş bir olaydır. Behramzade Nusret’e idam cezası vermiş olduklarından dolayı bu hâkimlere karşı dava açılmış, 2 Şubat 1921’de hâkim Nemrut Mustafa Paşa 7, mahkeme üyelerinden Recep Paşa ve Recep Bey 5’er, Fettah Bey ise 3 ay hapse mahkûm edilmişlerdir.
Bu süre içinde, sıkıyönetim mahkemesi hâkimleri, savcıları ve mahkemede şahitlik yapan kişilerin, savunma, içişleri ve adalet bakanlıklarındaki mevkilerinin hâla başında bulunan Genç Türkler tarafından sürekli tehdit edilmiş olduklarını de belirtmek gerekir[2].
Büyük oranda Kemalistlerden müteşekkil olan son Osmanlı meclisinin vekilleri, Ermeni kırımının sorumlularını ortaya çıkarma konusunda gösterdiği çalışma nedeniyle, 20 Şubat 1920’de Damat Ferit Paşa’ya (büyük vezir veya başbakan) karşı dava açma önergesi verdiler[3]. Kemalistlerin baskıları neticesinde Damat Ferit Paşa 17 Ekim 1920’de istifa etti. Onun yerine, Kemalistlere yakın olan Tevfik Paşa geçti. Tevfik Paşa döneminde de (8 Kasım 1920), Baberd (Bayburt) davasıyla ilgili karar vermiş olan hâkimler tutuklanmıştır.
Tüm bunların, yeni şekillenen Türkiye yönetimi tarafından gerçekleştirilmiş olduğu aşikârdır. Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın, tüm bunlardan emin olması için tarihçiler komisyonuna ihtiyaç duymaması gerekir. Onlara sadece bazı kesin tarihsel kanıtları hatırlatmayı uygun görüyoruz. Mesela İngiliz ajanı Frew, Kemalistlerin, İttihatçıların suçlarını kınaması gerektiğini Mustafa Kemal’e belirtip, “İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini evvelâ tasdik etmelisiniz” söylediğinde, Kemal kendisine “Ben İttihat ve Terakki’nin mümessili değilim!.. Fakat müsaadenizle söylemeliyim ki, İttihat ve Terakki vatanpever bir cemiyet idi[4]” demiştir.
Ermeni Soykırımı nedeniyle mahkemeler tarafından suçlu bulunarak Malta’ya sürülen çok sayıda Genç Türk’ün, cumhuriyet döneminde neden önemli mevkilere gelmiş olduğu sanırız açıklık kazanmaktadır. Örneğin, Ermeni Soykırımı esnasında Bitlis ve Halep valisi olan ve bölge Ermenilerinin katledilmesi konusunda sorumlu olan Abdülhalik Renda, Malta sürgününden döndükten sonra İzmir valisi, 1924–1930 yıllarında ise Maliye, Milli Savunma ve Bahriye Bakanı olmuş, 1935 yılında TBMM Başkanı, daha sonra da devlet bakanı olmuştur. Halep ve adana vilayetlerinde gerçekleştirilen tehcir ve kırımların sorumlusu Şükrü Bey, Malta’dan kaçtıktan sonra bir süre İtalya ve Almanya’da bulunmuş, Türkiye’ye döndükten sonra ise milletvekili ve tarım, dışişleri ve içişleri bakanı olmuştur. Tehcir esnasında Van ve Erzrum (Karin, Erzurum) valisi olup, Ermenilere yönelik kırımları yönetmiş olma suçlamasıyla Malta’ya sürülen Hasan Tahsi Uzer, Türkiye’ye döndükten sonra Ardahan, Erzurum ve Konya vekili olmuştur. İttihat ve Terakki Komitesi genel sekreteri Mithat Şükrü Bleda, cumhuriyet döneminde milletvekili olmuştur. İttihat döneminde Meclis-i Mebusan başkanı, Dahiliye, Adalet ve Hariciye bakanlığı yapmış olan Halil Menteşe de cumhuriyet döneminde milletvekili olmuştur. Ermeni Soykırımı döneminde Sıvas (Sebastia, Sivas) ve Konya valisi olan Ahmet Muammer Cankardaş da cumhuriyet döneminde milletvekilliği yapmıştır. Lübnan’da gerçekleştirdiği Ermeni katliamları sebebiyle Malta’ya sürgün edilen Ali Münif Yeğenağa da Kemalistler döneminde belediye başkanı ve milletvekili olmuştur.
Bu listeyi daha da uzatmak mümkündür, daha çok isim var. Lakin bunların arasından, tüm zamanlardaki Türk hükümetlerinin ilham ve örnek kaynağı olan (Kemal Atatürk’ün görüşüne göre vatansever) Talat’a özel bir yer ayırmak gerekir. Talat’în naşı hükümetin izniyle (önerisiyle?) Türkiye-İstanbul’a getirilmiştir. Günümüzde de Talat’ın büstü İstanbul’da, 1909 yılında Talat Paşa tarafından kurulmuş olan “Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Derneği’nin” bugüne kadar çalışmaya devam ettiği Nur-u Ziya caddesinde bulunmaktadır.
Türk mahkemeleri tarafından ölüme mahkûm edilmiş olanlar hakkında gururla açıklamalarda bulunan Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın, bu listenin en üst sırasında Talat’ın adının bulunduğundan haberdar mıdır acaba? Büstünün, İstanbul’u ve tüm Türkiye’yi süslediği bir cani.
Mahkeme öncesinde Türkiye’deki siyasi, aydın çevrelerinde ve toplumda bir temel soru tartışılmaktaydı. Ermeni tehciri ve soykırımı sorununu bölerek, ayrı-ayrı davalar olarak mı ele almalı (sonradan yapıldığı gibi), yoksa bir dava olarak kabul ederek, bir tek karar mı almalı? Bu açıdan, “Alemdar” gazetesinin görüşü dikkate değer. “O halde buna akli, kanuni ve mantıklı bir çare-i hal bulmak icap eder. Bu çare-i hal mevcuttur. Daha doğrusu bunu bir çare hal olarak değil, şimdiye kadar takib edilmesi lazım gelen yegâne tarik-i kanunî olmak üzere kabul ediyoruz.
Tehcir ve taktil meselesi umumi bir meseledir. (…) Bunun için ayrı ayrı tedkikat ve tahkikata hiç de lüzum görmüyoruz. Tehcir ve taktil mesâilinden dolayı tahkikat-ı lâzime süratle yapıldıktan sonra, hukuk-ı umumiye davası gibi muhakeme eilmeli, umumi bir hükümle mesele hall ü fasl olunmalı idi ve böyle olması icap ederdi[5].”
Bu gereklilik bugün de geçerliliğini korumaktadır ve bundan Türkiye yöneticilerinin kaçınmaları mümkün değildir.
Şayet tarihçiler komisyonu da gerekli ise, sadece ölüme mahkûm olanların sayısını tespit etmek ve benzeri sorunlar içindir. Görüldüğü üzere de, sadece Türkiye yöneticileri bunun gereğini duymaktadır.
[1] Taner Akçam, “İnsan hakları ve Ermeni sorunu”, s. 556. Günümüzde de, Boğazlıyan’da, kahramanlık mertebesine eriştirilmiş Ermeni katili Kemal’ın heykeline rastlamak mümkündür. Diğer cani Behramzade Nusret’e gelince, Urfa’da bir okul ve bir cadde onun adıyla anılmıştır.
[2] Griker, “Yozgat Ermeni Kırımlarının Belgesel Tarihi”, s. 307. Ferudun Ata’ya göre, Nemrut Mustafa Paşa ve diğer mahkeme üyeleri, Behramzade Nusret’le ilgili, birbirinden ayrı iki mahkeme kaydı hazırlamış oldukları açısından suçlanmışlardı. Nemrut Mustafa Paşa, kendisine yönelik bu suçlamaları kabul etmeyerek temyize gitmişti. Bk. Ferudun Ata, “İşgal İstanbul’unda Tehcir Yargılamaları”, s. 284-285.
[3] Taner Akçam, “İnsan hakları ve Ermeni sorunu”, s. 585.
[4] Sina Akşin, “İstanbul Hükümetleri ve Milli Mücadele”, İstanbul, 1983, s. 192.
[5] Refi Cevad, Tehcîr ve Taktil Muhakemeleri, “Alemdar”, 28 Mart 1919.
BATI ERMENİSTAN VE BATI ERMENİLERİ SORUNLARI ARAŞTIRMALAR MERKEZİ




Leave a Reply