Süryaniler Ve Kildaniler- Acıları Ve Umutları

SuryanilerSüryaniler/Kildaniler- Acıları, Umutları

Güncel Sayfalar 1914-1917

Peder Eugéne Griselle

Çev. Cemal Akıncı

* Doğu-Batı Asur Tarihi

* Van ve Urmiye Soykırımı

Ön Asya’daki Türkler’in icraatlarının özeti çerçevesinde ortaya konan belgeler ışığında, bir yıl önce Gün Gün Ermenistan başlığı altında yazdıklarımı burada açıklamayı bir görev bilmekteyim. Beni ilgilendiren, olaylara kendi gözleriyle tanık olanlarca temin edilen belgelerin, güvenilir raportörlerin tuttuğu kayıtlarıyla tarafsızca tarihin araştırılmasıdır. Bununla birlikte bir çok ölüme neden olan Türk bağnazlığının yanında, yeni Alman etkisini kabul etmesek de, suç ortaklığında işbirliğini kanıtlamak yeterli olacaktır.

Eğer imparatorluk, müttefik olmak için, Alaaddin’in mezarına törensel hac ziyaretinde bulunduktan sonra kendisine Hacı Muhammed Guylum (Hadji Mohamed Guilloum) adı layık görünen biçare bir imparatora boyun eğerse uzun süreli cinayetlerin kefaretini ödemek zorundadır.

Türkler, Anadolu’ya geldiklerinden bu yana, kan dökmek, yakıp yıkmaktan başka bir şey yapmamışlar ve bir zamanlar çok zengin olan bu topraklara şimdi de Berlin müttefikleri göz dikmiştir.

Kildani/Asurlar’a uyguladıkları zorbalık yöntemleri Ermenistan (Van) piskoposunun son katliamları içeren Anı yazılarında açıklanmaktadır. Urmiye’de yapılan zulümlere gelince, bunlar da Lazarist misyoner M. Habel Zayya tarafından kaleme alınan otantik raporlarda anlatılmıştır. Diğer kaynaklarca temin edilecek belgelere zaten gerek yoktur. İki misyoner de Fransa’ya dost halklarla ilgili özlem ve duygularını sırasıyla dile getirmişlerdir. Dr. H. de Brun, Suriye’de bulunduğu 30 yıl sonrası Asur ulusunun gelecekle ilgili umut ve beklentilerini 1915 yılında Fransa adlı yapıtında ele almıştır. O halde bu gerçekte Süryani/Kildaniler’in ve Suriye’nin işitilecek sesi olup, cellatlarına karşı kurbanların mücadelesidir. Bu kadar çekilen acı sonrası çağdaş dünyanın sempatisini kazanmak ve dökülen kanların pahasına elde edilen teminat ve tazminatların karşılığında, ezilen halkların umutlarına tercüman olmaktır.

 Sevr, 24 Mart 1917

1

Van (Ermenistan) Piskoposu Awgin Yacqub Manna (Evgin Yakup Menne, 1866 – 1928) tarafından kaleme alınan Anılar’ında:

“Mezopotamya’nın görkemli ve sakin düzlüklerinde karşınıza çıkan Ararat Dağı’nın geçitlerinde acı çeken bir ülkeden geçmek, Asur ve Kildani İmparatorlukları’nın akibetini düşünerek Ermeni sorununu anımsamaktır.“

Bu Anadolu’yu gezen bir Fransız yolcunun 1901 yılında yazdığı yazıdan alınmış olup, bu yazı daha sonra Çalışmalar ve Geziler, Hıristiyanlar ve Müslümanlar başlığı altında yayımlanmıştır. Türk rejiminin uyguladığı baskılar ile ilgili davada yaptığı savunmadan ötürü, kendisini kutlamak için Jules Lemaitre’nin heyecanlı bir mektup gönderdiği M. Ludovic de Conten son yaptığı araştırmaları uzun ve sabırlı, gözlemlere dayandırmıştır.

Etkileyici ve övgüye değer çalışmalarının peşini bırakmamış, 9 yıl sonra yani Osmanlı İmparatorluğu’nda, ölümlü acıların gözönüne serildiği büyük savaşın arifesi sayılan 1913 yılında kitapçığının ikinci basımı çıkmıştır. Anadolu’da yapılan reformlar Süryaniler ve Ermeniler ile ilgili sorunları da meydana çıkardı ve Suriye’nin, yokolmuş güçlü uygarlıkların yıkıntılarından kalma bu sorunlara sıcak bakmadığı görüldü. Ayrıca Contenson’a göre: “Suriye’de, Ermenistan’da; daha dün Makedonya’da özgürlükleri uyandıran, soy haklarını ön plana çıkaran Osmanlı’nın kötü yönetimidir. Ayrıca halkının büyük çoğunluğu Müslüman olan Suriye’nin reformlardan yana olduğunu belirtmiştir.“ Yazar, olabilecek bir rejimin Kuran’dan nasıl etkilenebileceği sinyalini de vermiştir.[1]

Bununla birlikte 1913 yılında “Anadolu’daki Osmanlı bütünlüğü içinde Suriye için ademi merkeziyetçiliğin uzlaştırıcı bir formül olması normaldi. Bir Avrupa savaşına yol açacağı korkusuyla diplomatlar bunu onaylamış, ancak daha sonra bu yolun gereksiz olduğu anlaşılmış, zira korkulan şey Almanlarca kasten yakılan ateşin kanlı ışıltıları içinde yokolmuştur. Süryani sorunu için de, Berlin Anlaşması’ndaki özgürlük hakkının da olduğunu göstermek için, daha önce çözülmesi gereken, kimsenin dokunamadığı bu sorunun kan gölünde kaybolduğunu görmek yeterlidir. Artık bunun gerçek olduğunu görmek, pahalıya mal olmuştur ve ümit edilen çözüme yardımcı olacaktır.

“Fransız siyasetinin ekseni Akdeniz’dedir. Bu, Georges Leygues tarafından meclis kürsüsünden 11 Mart 1914’te açıkça ilan edilmiştir. Akdeniz’in batısında; Cezayir, Tunus ve Fas, doğusunda ise, sahip olduğumuz ahlaki etki ve ekonomik çıkarlar nedeniyle Fransız hareketinin özel bir yerinde bulunan Suriye ve Lübnan’dır.“ Doğu’da Fransız etkinliğini geliştirmek amaçlı kredilerin verilmesine neden olan bu resmi beyanlar M. Georges Leyguer’in başkanlığını yaptığı 1915 yılındaki konferansla Beyrut Tıp Fakültesi profesörü eski bakan Dr. Brun tarafından da dile getirilmiş olup; Doğu’da ne olup bittiğini bilerek konuşan bu hatip şöyle devam eder:

“Suriye yani Ortadoğu’nun Fransa’sı! Bütün halkı bugün korkuyla, sabırsız bir endişeyle bizleri bekleyen Suriye Aziz Luviz (Luis)’den beri süregelen fikir ve oluşumları gözardı etmeksizin, tüm idarelerin fedakarca ve sürekli çalışmalarının yarattığı otomatik sonucu ve durumumuzun haklılığına hiçbir itiraz olmaksızın; maddi ve manevi hakların, tüm özgürlük ve bağımsızlığın olması gereken yer Suriye… Bunun yanında Fransa’nın Doğu Fransa ile ilgilenmemesi ve Osmanlının bu konuya dokunulamaz felsefesi sorunu çözümsüz kılmaktadır. Düşündüğünü söylemek ve başka şekilde düşünmek her insanın tabii görevidir. Otuz yıl önce cumhuriyet idaresi beni Beyrut Tıp Fakültesi’ne atayarak, Suriye’deki Fransız etkisinin arttırılması konusunda üstü kapalı görev yüklemiştir. Bu görevi şerefle yerine getirdim. Tüm etkinliğimi Suriye’nin Fransa’ya bağlanmasına adadım ve karşılaşacağım engellerin ve savaşın zorluklarının düşüncem ve karakterimde değişiklik yapacağı kuşkusuna kapılmadım. Bütün Doğu’da çok sevilen, saygı gören Fransız adını bahseden yüzyıllardır var olan güçlü bir devletin zayıf bir devleti himayesine alması ve egemenlikten vazgeçmesi, Suriye’nin Fransa’dan kopması Fransa’nın en kötü durumda bulunduğu zamanlarda bile sorun olmamıştır.“

İran’da olduğu gibi Türkiye’de de, Almanların Doğu’ya doğru ilerleme içinde kendilerine engel olarak gördükleri, halklarının sistematik soykırımla bastırıldığı Süryani ve Kildanilere yardım eli uzatılmasına, bayrağımızın sevilmesi ve de Fransız adından nefret edilmesi nedeniyle yapılan zulüm ve katliamlara maruz kalan bu halkların davasından vazgeçilmesine hala bir anlam veremiyorum.

Ermeniler’in yok edilmesini ilan eden Berlin-Bağdat büyük hayali ve Nach Osten hevesinin en azından burada haklarını savunduğumuz Süryani ve Kildani Hıristiyanlara zararı dokunmamıştır.[2]

2

Asur/Kildani Ulusu

Kavim ve Tarihleri Hakkında Temel Bilgiler

En eski çağlardan beri, Basra Körfezi ve Eski Urartu (bugünkü Ermenistan) ile Medler’in yaşadığı topraklardan Fırat nehrine kadar olan yerlerde; istila ettikleri topraklarda, kendilerine Asur, Kildani, Mezopotamyalı adlarını veren ilkel topluluklar yaşamıştır. Geçmişleri, bugün bilimce de kanıtlanan insanoğlunun yarattığı uygarlıktır. Kildani krallarından I. Sargon veya Sarkayne (Adil Kral anlamına gelmektedir) Hıristiyanlıktan 4000 yıl önce, Kildanistan’dan başka Asuristan, Mezopotamya, tüm İran ve Suriye’yi kendi hükümdarlığı altında birleştirmiştir. Sam oğullarından, Dicle kıyılarında Ninova’yı inşa etmek ve Dicle kıyılarına yerleşmek için Sennaar’ı terkeden Assur, ulusuna kendi adını vermiş ve kendinden sonra gelen çocukları, Yukarı Mezopotamya’dan Asuristan’a ve bugünkü Kürdistan’dan Urmiye Gölü kıyılarına kadar olan bölgeye yerleşmişlerdir. Mezopotamya (Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölge)’nın coğrafi adlandırması kendiliğinden kaynaklanmakta olup, hala bugün bile üzerinde tartışılan Kildani sözcüğünün ise Sami dillerinde, düz ve taşsız anlamına gelen Kalad veya Kalaz kökünden türediği sanılmaktadır. O halde, çöl anlamına gelen Araba sözcüğünden Arap ya da Arabi sözcüğünün türetildiği gibi, taşsız ve düz bir ülkede oturan anlamına gelen Kalad sözcüğünden Kildani sözcüğünün türetilmesi mantıklıdır. Arami sözcüğüne gelince, bu da Asurlar gibi soyu belirtmektedir. Zira, Aram Sennaar’da Kildanistan’ı inşa eden Assur’un erkek kardeşinin adıdır. O halde ilgilendiğimiz ırkın ilk yerleşim birimi Dicle özellikle Fırat kıyılarıdır. Uzak geçmişinin hala izlerini taşıyan ünlü kent, bugünkü Bağdat’ın yerinde önce Saliq/Selewkiye, daha sonra Qtisfon/Ktesifon (İkiz Kent), Arap Müslümanları’nın istilasına kadar [İS 7. yüzyılda Aramların kent adı ve civarı Beth-Aramaye – Beith Armayer – (Aramistan) olarak biliniyordu] Partlar’ın daha sonra Pers Sasani krallarının idari merkezi olmuştur. 

Musul bölgesinde yaşayan Kürtler’de olduğu gibi bu bölgelerde Süryani-Kildani Hıristiyanlarının çoğunluğunda Assur’a ait Assuris ve Assuran ulusal adları hala yaşatılmaktadır. Suriye adının kökenine gelince, Batı Mezopotamya yani bugünkü adı ile Suriye topraklarını tamamen fetheden Antakya hükümdarı Keyhüsrev/Siros (Kuroš, Syros)’tan kaynaklandığı savı ileri sürülmektedir.

Asuristan sözcüğü bir kısaltma olmasa da, 7. yüzyıldan önce işgal edilmiş bölgelerden Asuristan sözcüğünü ayırmak için, eski Mısırlıların bu topraklara verdikleri ad olan Xaro (Haro, Kharo)’nun Yunanlılar’ca yapılan çevirilerini incelemek lazımdır.[3] Gerçekten buralarda dini bir düzenin böyle bir adla çağrıldığı bilinmektedir. Eski Asur-Kildani diye adlandırılan ulusal adların, çoktanrılı (dinsiz) ya da aslına bağlı olmayan sözcükler ile sinonim olduğu, hıristiyanlıkta dininden dönenleri tanımlamak için havarilik kehanetinden sonra; Suriye, Aramlar, Asur-Kildanileri diye adlandırılan Süryani adı, Kildanistan, Asuristan, Mezopotamya Asur-Kildanileri ve diğer bölgelerdeki ulusların ortak adı olmuştur. Amacımız, insanoğlunun ilk uygarlığını yarattığı bu toprakların, yüksek ve antik değerlerini, din, dil ve sanat alanlarındaki büyüklüğünü açıklamak olmasa da 35 yüzyıl (İÖ 4000 ve 500 yılları arası) önce Babil’i daha sonra Ninwe/Ninova’yı yani Doğu’yu yöneten Asur-Kildani uluslarının tarihteki önemli olaylarını belirtmeden geçemeyiz.

Bilimadamlarınca Asya’nın Romalıları olarak adlandırılan bu halkların uygarlık izlerini Suriye’de, Ermenistan’da, İran’da, Mezopotamya’da, Asuristan’da, Kildanistan’da görmek olanaklıdır. Karadeniz kıyılarındaki Tabal ve Mauski’yi birden çok sefer sonra fethederek kuzeyde Hazar Denizi’ne kadar fetihlerini sürdürmüşler ve Mısır Deltası’na kadar gitmişlerdir. Etrafa öyle korku salmışlar ki, Firavun’un bütün ordularını birliklerinden sadece birinin püskürtülebileceği durumda olduğuna şahit olunmuştur. Ama fethettikleri yerleri yakıp yıkmıyorlardı. Doğal olarak zengin olan topraklarını daha da verimli hale getirmek için kullandıkları sulama sistemleri, tarım çalışmalarının mükemmeliyeti, yüksek mimarisi, işlemeleri, kumaşçılığını, sanat eserlerininin zerafeti, deşifre olmuş çivi yazısıyla gerçekleştirdikleri bilim ve edebiyatları tüm dünya tarafından bilinmektedir. Bunların yanında, topraklarında yeşeren Hıristiyan inancının önemi ve Havariliğin yayılması da anımsanmalıdır. Ayrıca, İran, Arabistan, Hindistan, Çin, Tataristan ve Kafkasya misyonerleri için önemli bir basamak oluşturmuştur. Kurdukları yüksek okullar ve üniversitelerle Antiyox, Urhoy, Nsibin ve Qtisfon (Antakya, Urfa, Nusaybin ve Ktesifon) entelektüel faaliyetlerin merkezi olma özelliğini sürdürmüşlerdir. Bugün sadece korkunç olaylara tanık olduğumuz Asur-Kildaniler’in ülkesinde, manastır yaşamına ait göz kamaştırıcı dinsel, dilsel ve edebi yapıtlar bulunmuştur. 20 yüzyıl boyunca devam eden zulüm şimdi de devam etmektedir.

Doğu Hıristiyanlığı’nın acılı geçmişini, Alman-Türk işbirliğince gerçekleştirilen acımasız yıkımı, bize aktararak Asur-Kildanileri Kilisesi’nden bir piskoposun bahtsız  anlatımını sadece özetlemekle yetineceğiz. Aynı tarihlerde havarilik Mğuše/Mecusiler tarafından başlatılmış, Doğu Pagan toplulukları hıristiyanlığa yönelmiş ve yeni hıristiyanlık, kanlı insan kıyımıyla ün yapmış Aziz Tuma tarafından oluşturulmuştur.

“Piskopos Awgin Yacqub Manna (Evgin Yakup Menne), ulusunun 2000 yıldan beri nasıl ezildiğini ve acımasız şekilde katliamlara maruz kaldığını ve hiç eksilmediğini, bunların Part kralları, Trayanus ve dönek Jülyen gibi Roma imparatorları tarafından gerçekleştirildiğini yazmaktadır.“

Metni olduğu gibi aktarıyoruz: “Ulus 4. yüzyıldan 7. yüzyıla kadar Sasaniler tarafından kılıçtan geçirilmiş, sadece 200 bin civarındaki Asur-Kildanileri, 4. yüzyılın ortalarına doğru Persli Şapur’un hakimiyeti altında şehit edilmiştir. Asuristan’daki Beth-Slux (Bet-Sluh, Kerkük) kentinde 20 bin yaşayanla birlikte 155 bin kişi dinini açıkça haykıran, Hıristiyan Pers yönetimince zincire vurulmuş ve hep birlikte ‘Biz ateşe tapmıyacağız; bizi öldürün, biz Hıristiyanız!‘ diye haykırmışlardır. Ayrıca, üç gün boyunca 25 bin inancına bağlı Katolik koyun gibi kesilmiş, cesetleri üst üste yığılarak bir tepe oluşturmuş ve hepsi de kan ve ateşle iki kez vaftiz edilerek gökyüzüne uçmuştur. Bu nedenledir ki, şehitler kilisesi olan Kildani/Asur Kilisesi, Pantikust Yortusu sonraki ilk Çarşamba, inanç savunucularının zaferlerini kutlamakta ve bu kutlamalarda 5. yüzyılın başında piskopos olan Aziz Marutha (Maruta) tarafından bestelenen ilahileri sabah ve akşam söylemektedirler. 7. yüzyılda Pers kralları yenilip yerlerine Arap Muhammedileri geçtiğinde Asur-Kildaniler’in acı ve zulüm dolu yaşantılarında hiç bir şey değişmedi. Çünkü halifeler de Muhammed gibi, ellerinde kılıç ile zaptettikleri topraklarda ulusları ölüm ya da İslamiyet seçiminde zorlamışlardır. Zaman zaman insanlığı ağır basan halifeler dönemi de olmuştur; işte o zaman kilise rahat bir nefes almıştır. Bunlar istisna olup, halifelerin çoğu gerçek birer barbardı. Öyle anlar olmuştur ki; katliam ve zulüm dışında acımasız yasalar da dikte ettirmişlerdir. Örneğin bir Hıristiyanın ata binme hakkı yoktur; bir Hıristiyan yolun kenarından değil, hayvanlarla birlikte yolun ortasından yürümeli; pazara gitmek için evinden çıkan bir Hıristiyanın boynunda belli ağırlıkta tahta bir çanı olmalıdır; bir Hıristiyanın Müslümana karşı şahitliği kabul edilemez…. ve bunun gibi daha niceleri…“

Ama ölümden daha acı olan şey ise; Hıristiyanların ölülerini defnetmek için Müslüman kadılardan izin belgesi alıp, defin işlerini yapmaları idi. Hıristiyanların uğradığı bu mezalimle ilgili bize ulaşan belgelere gözatalım:

“Böyle doğan ve yanan biri, kötü ruh olarak cehenneme gider; (erkek çocuk sözcüğü hiçbir zaman Hıristiyanlara verilmiyor ama bunun yanında doğan sözcüğü hayvanlar için kullanılıyordu) kadavrasının atmosferi bozması ve sadık insanlara (Müslümanlar) veba bulaştırmasından korkulduğu için ölülerini bir köpek gibi toprağın altına saklamalarına müsaade ettik vs. vs. Halbuki Hıristiyanlar ellerindeki bütün maddi olanakları harcayıp defn formalitelerini tamamlayıp, bu insanı küçük düşürücü izni alıyor. Her şeye rağmen bu Hıristiyanları çok mutlu ediyordu.

8. yüzyıla doğru Arap hakimiyetinin yerini hiçbir acıma ve hoşgörüsü bulunmayan Cengiz Han ve halefleri önderliğinde Moğol ve Tatar hakimiyeti aldı. Gerçekten bunlar diğerlerinden daha vahşi ve kanlı olup; tüm kentleri kılıçtan geçirip, en kalabalık kentleri yokedip, en kutsal yapıları yıkıp, tamamen her yeri yakıp yıktılar. Buğdëd (Bağdat) ve Mawşël (Musul) arasında Dëqlad (Dicle) kıyısında kurulmuş Tagrit (Tekrit) kentinin tüm halkını kılıçtan geçirenler Arbil (Erbil) kentinin tüm halkını katledenler Tatarlar’dır. Göçebelerin hakimiyeti altında yüzlerce Kildani manastırı yıkılmış, okul ve üniversitelerimiz yokolmuş, kiliselerimiz yokolmuş, sayısız gelişmiş piskoposluğumuz ortadan kaldırılmıştır. İran’ın güneyinde Arabistan’da Hint Okyanusu ve Umman Denizi’nde bulunan adalarda yaşayan inananlar için ne korkunç şey! Bugün orada hiçbir Kildani Hıristiyanı kalmamıştır. Hepsi ya kılıçtan geçirilmiş ya da zorla Müsluman yapılmışlardır. Civar kentlerdekileri hesaba katmaksızın sadece Bağdat’ta 50. 000 Kildani yaşamakta idi. 200 yıl öncesine kadar bize kalan sadece 30 ailedir. “[4]

İnsanlığın doğum yeri olan Asuristan’ı, Mezopotamya’yı, Kildanistan’ı ziyaret ettiğinizde; yalnızca birkaç kırıntı dışında, etrafa dağılmış, yıkılmış ve toprak altında kalmış büyük kentlerin ve acı boyunduruğun altında yeşeren güçlü ve eski bir ulusun kalıntılarını bulursunuz. Tatar ırkından Türkler oluştu, Avrupa’nın güçlü uygarlığının tüm çabalarına rağmen her zaman vahşi kalan ve yönetmeyi bilmeyen bu acımasız ırk, kan dökmek ve yakıp yıkmak için yaratılmışa benziyordu. Bu kavmin hakimiyeti boyunca Doğu Hıristiyanları’nın maruz kaldığı acıları tarif etmek olanaksızdır. Çünkü kanlı tarihleri zaten bilinmektedir.

Türkler, adaleti tesis etmek, güvenliği sağlamak için hiçbir şey yapmıyor. Sadece vergi toplayıp, halkın sırtından geçinmeyi biliyorlardı. Bu nedenledir ki; Türkiye’yi oluşturan değişik unsurlar birbirleri tarafından yokedilmiştir. Daha 70 yıl öncesi Botan Beyi’ne bağlı ünlü Bedirxan Kürtleri Van yöresindeki dağlarda yaşayan Asur-Kildanileri’ne karşı katliamlar yapmışlar. 100 binden fazla insan yaşamını yitirmiş, binlerce kadın ve kız çocukları kaçırılmış, zorla Müslüman yapılmış. Hıristiyanlara ait yapılar yıkılmış ve yağma edilmiştir. Sultan Abdülhamid’in barbarca yaptığı katliamlar bize uzak değildir. Yarım milyona yakın Ermeni kılıçtan geçirilmiş ya da sefalet içinde ölmüş ve bunların yanında binlerce Asur-Kildani hesaba katılmamaktadır; tüm Hıristiyanlara ait mallar yağma edilmiş, kadın ve kızlarının vahşice ırzına geçilmiştir.

Türkler’in Hıristiyanlara eziyeti sadece öldürerek olmamıştır. Barış döneminde bile Hıristiyanlar’ın durumu acınacak haldeydi. Birçok Kildani kenti yılda 3 kez yağma edilmekteydi. Şu anda Bitlis, Diyarbakır ve Musul’da hala binlerce Kildani vardır; Müslümanlar onların tahıllarını 100 frank aşağı alıyor ve satıyorlardı. Yüzlerce Hıristiyan’ın satıldığı hatta bir kişinin dört kişiye; bir bacağı Ali’ye diğer bacağı Muhammed’e bir kolu Hasan’a, diğer kolu Hüseyin’e olmak üzere satıldığı olmuştur. Kölelik başka sahiplere evlilik ya da ölüm yoluyla başka sahiplere geçebiliyordu vs. vs. Köle sahipleri, normal vergi dışında birde beğendikleri ve aldıkları Hıristiyan köle için ayrı bir vergi ödemek zorunda olduklarından, bu vergiyi ödemek için köleler gece gündüz çalıştırılıyordu.[5]

3

Son Katliamlar

Alman ve Türk işbirliğinin yarattığı zulümden kaçan Van piskoposu tarafından kaleme alınan felaketlerin ayrıntılı anlatımı:

“Barbarların şu anda yaptıkları, Tatarların, eski Türklerin, Kızıl Sultan’ın yaptıklarını gölgede bırakacak görünmektedir. II. Guillaum (Kayzer II. Wilhelm)’ın müttefikleri ve dostları Abdülhamid dönemini mutsuz geçirmişlerdir.“ Yeni bağlantılar piskopos Awgin Yacqub Manna (Evgin Yakup Menne)’nın resmi raporunda mevcuttur.

“Kızıl Sultan Abdülhamid düştü ama onun yerine, yalnızca Hıristiyan kanı içmeyi düşünen, hiçbir insani vasfı olmayan Jön Türkler geçti. Jön Türkler’in bu kadar yükselmelerinin nedeni, kutsal savaşlarıyla Müslüman soyundan gelenlerin cahilce bağnazlığını kullanmalarıdır.“ Gerçekten, bu savaşın başından itibaren Türkler İranlılar’la anlaşmış ve barbarca hareketler o zaman başlamıştır. 1915 yılının ilk günlerinde Rus birliklerinin çekilişinden hemen sonra, katliamlar İran ve Türkiye’de başlamış; Salamas ve Urmiye kentlerinde Asur-Kildaniler’e ait tüm mallar yağma edilmiş, evleri yakılmış, köyleri yakılıp, yıkılmış, kadınlar ve 8 yaşından büyük kız çocukları kaçırılarak ırzına geçilmiş ve 80. 000’nin üzerinde insandan yaklaşık 12. 000’i ya katledilmiş ya da sefaletten ölmüştür. Salamas kentinde 50 yaşlarında Israyel Bişaba (İsrayel Bisaba) adlı Kildani-Katolik rahip Türkler tarafından önce kafa derisi yüzülmüş daha sonra Müslüman olmayı reddettiği için boğularak öldürülmüştür. Urmiye’nin diğer bir köyü Atlakandi’de Hıristiyan Kildani ruhban Mušel (Muşel), Hıristiyanlığı inkar etmediği için hançer darbesiyle öldürülmüştür. Diğer altı cinayetten ikisi canlı canlı yakılarak gerçekleştirilmiştir. Bunun yanında 50 kişi ile birlikte Kildani-Nasturi piskoposu, İslamiyeti öğretmediği için koyun gibi kesilmiştir. Urmiye’deki Lazarist Misyonu’ndan 61 Kildani, Türkler tarafından seçilmiş ve 3000 sığınmacının bulunduğu kalabalığın ortasında korkunç işkenceden sonra katledilmişlerdir!

İlk katliamlar sırasında Başkale ve Saray’da bütün Asur-Kildanileri, Van’da ise Ermeniler Türkler tarafından katlediliyor; erkekler öldürüldükten sonra kadınların ırzına geçiliyor, malları talan ediliyor, evleri ve köyleri yakılıyor, küçük çocuklar ve kadınlar toplatılıp ac ve çıplak bir şekilde dağlara çıkartılıyor ve onlara hitaben alaylı bir şekilde ‘haydi kuzenleriniz Ruslar’ın yanına gidin‘ diye bağırıyorlardı. Ne yazık ki hepsi açlıktan ve soğuktan öldüler.

Tüm bu acımasızlıklar, Rus-İran sınırına başkumandan olarak atanan Enver Paşa’nın son kayınbiraderi, aslen Arnavut Hıristiyanı olan, Van eski valisi Tahir Paşa’nın oğlu ünlü barbar Cevdet Bey tarafından yönetiliyordu. Van bölgesinde Ermenileri çarmıha gerdiren, giysilerinin içine canlı kediler koydurtan ve bağırsakların deşilmesi için kedileri kudurtan Cevdet Bey’dir. Cevdet Bey, Müslüman dostlarına yazdığı mektupta: ‘Saray ve Başkale yöresindeki Hıristiyanları temizledim, bundan sonra Van ve yöresini temizlemeye geliyorum‘ diye yazar.

Eniştesi Enver Paşa’nın nüfuzunu kullanarak Van’a genel vali olarak atanır; Türk ordusunda bulunan Hıristiyan askerleri önce silahsızlandırır, sonra da öldürtür. Kentin ileri gelenleri onu yatıştırmak için ziyaret etmek isterler. Ama çabaları boşunadır. Hıristiyanları katletmeye, kadınlarını ve çocuklarını Arabistan’ın en ücra köşesine sürmeye karar verdiğini söyler. Belki tarihte canavar olarak anılacağını, hatta öldürüleceğini, bunun önemsiz olduğunu, ‘Ruslar sizi kurtarmak için artık gelemezler ve bana direnecek silahınız da yok artık‘ der.

Gerçekten 15 Nisan 1915’de toplu bir katliamın yaşanacağı sinyalini verir; kinini, Kürt destekli binden fazla Türk askerinin sevk edildiği kentin civarında, insanları öldürerek, mallarını talan ederek ve evlerini yakarak kusar. Hıristiyanlar ümitsizce direnir; ama güçleri fazla yetmez. Yanan evlerin dumanları göklere çıkar, top atışları her yerden duyulur olur, kadın, çoluk çocuk bütün Hıristiyanlar vahşetten kurtulmak için yüzlercesi kente akın eder. Bir yaşındaki çocukları katlederek, kadın ve genç kızları kendi kötü emellerine alet ederek barbar Türkler tüm barbarlıklarını sergilemişlerdir. Birçok köy talan edilmiş, 16 Hıristiyan köyü tamamen yakılıp, yıkılmıştır.

Van civarındaki Asur-Kildanileri’ne ait 16 köy aynı acımasızlığa maruz kalmıştır. 37 aileden oluşan Xarašiqwe (Haraşikve) köyünde 103 kişi yok olmuştur. 32 hanelik Xinno (Hinno)’da 51 kişi, 22 hanelik Ermans’da halkın yarısı katledilmiştir. Sële (Sıle)’de 50 hane, Xarafsoriqwe (Harafsorikve)’de 20 hane tamamen ortadan kaldırılmıştır. 30 hanelik Rašan (Raşan) ve Axdaja (Ahdaca)’da sadece 2 erkek ve kaçan kadınlar kurtulmuştur. Van’ın Gawar (Gabar) ilçesinde sayıları 20’yi bulan Asur-Kildani köylerinde kadın ve çocuklar dışında bütün erkekler katledilmiştir. Köyler ve civarlarında işini tamamlayan Türkler, yoğun Hıristiyan halkın bulunduğu Van kentini kuşatırlar; Hıristiyanlar oturdukları semtlerin etrafını kazarak 20 Nisan günü büyük bir direnme gösterirler.

Cevdet Bey buna çok öfkelenir, Müslüman mahallelerindeki bütün Hıristiyan evlerini yaktırır ve daha sonra halka şöyle seslenir: ‘Kim ki Hıristiyanlara yardım eder, ya da yataklık eder evinin yakılacağını, ailesinin öldürüleceğini ve aile reisinin de asılacağını duyurur.‘ Savaş kesintisiz, gece ve gündüz bir ay sürer. 30. 000 top güllesi Hıristiyan mahallelerine ateşlenir. Milyonlarca mermiyi de hesap etmeye gerek yoktur. Çabaları boşunadır; yenilmez Hıristiyanlar, Türklere büyük kayıp verdirirler. Ayın sonuna doğru, Kafkasya’dan gönüllü Ermeniler’in eşliğinde Rus birlikleri zamanında imdada yetişirler. Türkler kaçar ve kent kurtulur. Maalesef bu sevinç fazla uzun sürmez, çünkü Rus birlikleri Van’da 2 ay kaldıktan sonra sınırlarını yeniden belirlemek için çekilirler. Paniğe kapılan Hıristiyanlar yurtlarını terkederler. Bir tanığın anlatımıyla; erkek, kadın, çoluk çocuk nereye gittiklerini bilmeden, ucu bucağı görünmeyen yollarda; yürümekten şişmiş ayaklarla, ağır yükleriyle ilerlemeye çalışan zavallı yaşlılar, ağlayan çocuklar, çocuğunu yitirmiş annelerin ağıtları ve geride kalanların Kürtler tarafından öldürülmesi. 10 günlük korkunç kaçıştan sonra Hıristiyanlar Rusya’ya varır ve çoğunluğu da burada hastalık ve sefaletten kırılır. Van kenti ise tamamen yakılıp yıkılmıştır. Van civarındaki köylerin dışında, Katolik ve Nasturi Asur-Kildanileri 120. 000 kişilik bir topluluk oluşturmaktadır. Hıristiyanlar birkaç yılda bir hoşgörü bedeli adı altında ödeme yaptıkları ve bu ödeme yapan aileler içinden seçilen küçük bir prense (Kildanice Malik) sahip oldu, altı kavime bölünmüşlerdir. Prenslik kalıtımsal olup kavimlerdeki ulusal bağımsızlık ateşi, 15 Mayıs’da başlayıp 15 Eylül 1915’e kadar süren mücadelede Türk ve Kürt aşiretlerine karşı büyük bir direnme mücadelesi göstermiştir. Güçlü Türk ordusu ve Kürt aşiretleri önünde geri çekilme taktiği ile savaşarak, binlerce insanın kaçmasını sağlamışlar ve hatta savaşta toprak bile kazanmışlardır.

Maalesef bu halkların herşeyi yağma edilmiş, köyleri yakılmış, 4. 000’e yakını sefaletten ya da hastalıktan kırılmıştır. Açlıktan ölen ve silahla öldürülenler arasında 26 tane papaz, Nasturi Patrikliği’ne bağlı piskopos Abraham (son nefesini dağlarda vermiştir ve gömülme şerefine nail olmuştur), içlerinden biri piskopos olan 71 Katolik ruhban vardır ve bunların hepsi, dağılmış bütün halkla birlikte, kötü yaşam koşullarıyla mücadele etmiştir.

Türkler, Rus birlikleri Van’a girdiğinde, Van’ın güneydoğusundaki Bitlis yöresine çekilmişler ve Cevdet Bey’in komutasında, kasap olarak adlandırılan özel birlik kurarak acımasızlığın her türlüsünü burada sergilemişlerdir. Tüm erkekleri öldürdükten sonra, kadın ve kızları büyük bir alana toplayıp, Müslümanlara istedikleri kadarını seçebileceklerini, birbirlerine hediye edebileceklerini ve hatta köle olarak satabileceklerini söylemişlerdir. Birçok güzel alımlı genç kızlar ve kadınlar 5 frank karşılığı vahşilere satılmıştır.

Bitlis yöresinde Hıristiyanların sayısı; Yakubi Katolik (Süryani Katolik), Asur-Kildanileri ve Ermeni olmak üzere 150. 000 civarındaydı. Birkaç yüz Ermeni, 2000 Kildani Katolik ve bize Rusya’da refaket eden birkaç düzine Yakubi dışındakiler ya katledildiler ya da esir işlevi gördüler. Kildani Katolik ruhbanlar sınıfından sadece 3 rahip kurtularak Rusya’ya ulaşmayı başarmış. Fransız Akademi Ödülü sahibi, derin bilge Piskopos Adday Šer,[6] silahlı çatışma sırasında sözü geçen bir Kürt’ün evinden kaçarak dağlarda sefillik içinde 1,5 yıl mağara mağara saklanarak yaşamını sürdürmüş, yardımcısı Monsönyör Tuma ise öldürülmüştür.

Anadolu’nun tüm bölgelerinde tekrarlanan bu acımasız katliamlar, 150 bin civarında Asur-Kildani Katolik ve Yakubi Hıristiyanın (bu sayıya Ermeniler dahil değildir) yaşadığı Xarput (Harput) ve Amed/Omed (Diyarbakır) yöresindeki Hıristiyan yerleşim birimleri yakılıp yıkılmıştır. Kaçan Hıristiyan askerlerinin verdiği bilgiye göre; Omid (Diyarbakır) Kildani Katolik başpiskoposu Slayman Sabbağ[7] üzerine petrol dökülerek yakılmıştır.

Gzira/Gziro (Cizre) Kildani Katolik başpiskoposu Yacqub Abraham[8] ve diğer bir piskopos[9] katledilmiştir. Mardin Kildani Katolik piskoposu Israyel Udo[10] muhtemelen aynı şekilde katledilmiştir. Zira yakın bölgelerdeki bir Kildani köyünden 32 kişiyle kaçan Eli adlı ruhban, geçen yıl yazdığı yazıda: ‘Hıristiyanların bulunduğu tüm bölgelerde korkunç katliamlar olmaktadır‘ diye belirtmiştir. Sonuç olarak bu bölgelerdeki Asur-Kildaniler’in bir kısmı öldürülmüş diğer kısmı da esir işlemi görmüştür.

12. 000 Yakubi dışında, sayıları 150. 000’i bulan Asur-Kildani topluluğu Bağdat ve Musul bölgesinde yaşamaktaydı ve bunların Kildani Katolik Patriği ve dört piskoposu Türkler’in elinde bulunuyordu. Bunlar hala öldürülmediyse de; mallarının talan edildiği, erkeklerin orduyla işbirliğine zorlandığı, kadınlar ve çocukların sefalet içinde ölüme terkedildiği söylenmektedir. İşte barbar topluluklar tarafından acı çektirilen zavallı Asur-Kildani ulusunun özeti.“

Devam eden zulmün 20. yüzyıl sonrası, insafsız Türkler’in elindeki kötü durumu! Soylu ve büyük bir ulusun sayısının azalmasının işte nedeni; hala birçok Asur adının korunduğu bölge olan Bağdat ve Musul bölgelerinde, durmadan yapılan baskı ve zulüm sonucu binlerce çocuğun Müslüman yapılmasının nedeni budur.

Türkler’in katliamlarından kaçarak, Asur-Kildani piskoposu olarak, acımasızca katledilen ve zulme maruz kalan bir ulusa, cömert ve insani tüm kalplerin hissiyle yardım çağrısında bulunmak için Avrupa’ya geldim. Türkler’in kötü idaresinden bizi kurtarmak, acılarımıza son vermek, kötü bahtımıza dur demek için insanlara sesleniyorum. Atalarının yurtlarından sürülen Asur-Kildaniler’in özgürlük ve uygarlık için tekrar hizmet etmesi için çağrıda bulunuyorum.[11]

4

Urmiye (İran) Bölgesindeki Katliamlar

Van piskoposu tarafından yazılan “İran Olayları Üzerine“ yazı, tüyler ürpertici felaketlere maruz kalan, kanlı insan kıyımının kurbanlarına, inananların desteğini istemek için Salamas piskoposu Piyer Aziz,12 Urmiye piskoposu Tuma Udo,13 havarilik heyetinden L. L. Grandeurs Monsönyör Jacques Emile Sontag14 tarafından Fransa’ya gönderilen Lazarist misyoner sayın Habel Zayya’ya güvenmemizi bizden isteyen raporun tekbir satırını bile değiştirmeden ele almak gerekmektedir. Aziz Vincent de Paul rahiplerince kaleme alınan Urmiye karışıklığının bazı belirgin anlatımlarını aslına uygun olarak ele alacağım.

1 Ocak – 30 Mayıs 1915 arası Ruslar’ın çekilmesiyle, Türkler’in öcalma hareketine maruz kalan mutsuz halkın çektiği işkenceleri ve sıkıntıları yansıtan ve kısa bir zaman önce yayımlanan M. Puyaubereau’nun ‘Tarikat Görevlilerinin Yıllıkları‘ ile de bağlantı kuracağız. Aziz Lazar Misyonerleri’nin eklenmesi istenen el yazması notlarıyla da tamamlanan nadir karekteristik pasajlardan alıntı yapacağız.

2 Ocak – İlk saatlerden itibaren Ruslar’ın yeni bir harekatı kentte kendini gösterir… Semtimizde oturan Hıristiyanlar şaşkınlık içinde rahiplerin gidip gitmediklerini öğrenmek için kiliseye geldiler! Monsönyör Jacques Emile Sontag kararı öğrenmek için geldiğinde, ne pahasına olursa olsun rahipler yerlerinde kalmakta kararlı olduklarını göstermişler ve sorun şöyle halledilmişti; misyonerler ve rahipler mümkün olduğunca yerlerinde kalacak ve Hıristiyanlar’ın yaşamlarını ne pahasına olursa olsun koruyacaklar ve bu uğurda öleceklerdi… Gümrük müdürü rahiplerin gidip gitmeyeceklerini öğrenir; olumsuz yanıtları üzerine, bu iyi insan onlara derinden yıkılmış bir şekilde “ama siz ölüme gidiyorsunuz“ der. “Fransız misyonu, yanıltmak amaçlı olmayıp durumu değiştirerek aktarmaktır“ der Pascal. Neleri kazandıklarını anlatan bu yürekli misyonerlerin şahitliğinde bazı değerler saklıdır. Bu nedenle ölmeye hazır bu değerli insanlara inanmak gerekmektedir.

3 Ocak – Olanlar oldu! Rus birlikleri kenti terkettiler… İşte Urmiye Kürtlere kaldı… İranlı birçok Müslüman aile Kürtler’in gelmesinden korktuğundan Rus birliklerini yaya olarak takip ettiler ve Kürtler’in zulmüne maruz kalmaktansa yolda soğuk ve açlıktan ölmeyi tercih ettiler.

4 Ocak – Günün tüm ışıkları sığınmacıların üzerindeydi. Kaçan bir Kildani rahibin üzerindeki giysiler yırtık pırtık, birçok kadın ve çocuğun ayakları soğuktan buz kesmiş durumda idi. Birçoğu bize ülkede yaşıyan Müslümanlar’ın yolları kestiğini, kaçanların ayakkabılarına kadar çıkarttıklarını, karşı koyanların ise öldürüldüklerini söylediler.

6 Ocak – Köylerdeki acımasızlıkların duyulması insanın tüylerini ürpertiyordu. İranlı Müslümanlar’ın desteğindeki Kürtler hiç kimseye hoşgörülü davranmıyor; gençleri öldürüyor, kızları ve kadınları kaçırıyor, çocukları ise kesiyorlardı! Kürtler Urmiye’de yapacakları iğrenç olayların işaretini birgün önce vermişlerdi. Bununla birlikte olayı farkeden rahiplerin küçük kilisesine sığınan aileler korkuyla kaçmışlardı.

Gecenin karanlığı insanı korkutuyordu; nöbetçilerimiz bulunmadığından rahipler nöbet tutuyordu. Saat akşamın 9’uydu giriş kapısına vuruldu. Bir Müslüman bulunduğumuz yere girmek istiyordu; tehditler savuruyor, küfürler yağdırıyordu. Saat 11’de bahçenin uzak köşesinden ümitsiz bir haykırış duyuldu; bu, Kürtler’in elinden evini aldığı bize sığınan papaz yardımcısı, Kildani rahip Jozef Adday’ın ailesinin sesiydi. Bağırışlar bize sığınanları uyandırdı ve panik içinde daha önce yetimlerin doldurduğu kiliseye doğru koşuştular. Birkez daha Kürtler kapımıza dayanmıştı ve korku içindeydik.

Misyonerlerimizden M. Dınha ne olup bittiğini öğrenmek için rahibin evine kadar gitme cesaretini gösterdi. Oraya vardığında tutuklanarak bir Müslüman’ın evine götürülmüş ve orda kötü işleme maruz kalmıştı. Serbest bırakılması için 500 frank karşılığı 100 toman ödendikten sonra serbest kalmıştı; sakalı kesilmiş, dipcik ile omuzuna vurulmuş ve zavallı kurban cellatlarına “hemen beni öldürün“ diye haykırmış onlar ise “sana çok işkence yapmak istiyoruz“ diye yanıt vermişlerdi.

Alman askerleri kılığına girerek, cellatların anti-katolik hıncı kurbanlarına, diğer Belçika ruhbanlar sınıfı üyelerine veya Dergen ruhbanları sınıfı üyelerine, Türklere layık müttefiklerce işkence yapıldığına Belçika’dakiler inanmayacak mı?

8 Ocak – Misyonerlerin kaldığı yer hınca hınç doluydu. Sınıflar, yemekhaneler, özel odalar ve koridorlar tamamen doluydu. 2000’den fazla sığınmacı vardı.

Kildaniler için üzücü bir Noel (İsa’nın Doğuş Bayramı) kutlaması olan ve eski takvimde 25 Aralık 1914’e tekabül eden günün arifesinde, öğleden sonra, gece için nöbetçi sözü vermek ve Monsönyör Jacques Emile Sontag’a kaygılarını gidermek için bir Türk subayı geldi. 8 Ocak tarihli günlükte “Bu sözler Türk askerlerinin de payını aldığı gece yağmalarına engel olamadı“ diye yazar.

9 Ocak – Kürtler’in elinden kurtulanları korkunç bir son beklemekteydi. Bir adam ve oğlu üçgün boyunca Urmiye Gölü’nde kalır, sonunda soğuktan çektikleri acıya uzun süre dayanamazlar ve ölürler. Katolik rahiplerimizden birçoğu yaşamını yitirir; birçok aile kaybolur, birçok Kildani dinlerini değiştirmek için baskılara maruz kalır, ne yazık ki korku bir çoğunu etkiler ve dinlerini değişitirirler.

10 Ocak – Bir rahip ailesinden orda kalanlar betimlenmesi olanaksız bir durumda bize sığındı; rahip, ailesinden altı kişiyle birlikte katledilmişti. Amerikan Protestan Misyonunda sığınmacılarla dolmuştu. Onlar bizden sayıca fazla ve ölü sayısı korkunçtu. Aziz Mari’de Kürtler bir evi yakmış ve çoğunu da talan etmişlerdi. Xosrowa (Hosrova, Urmiye’nin kuzeyindeki Dilman Salamas’a 85 km yakınında)’dan ve Tebriz’den hiçbir haber alınmıyordu! O taraftaki giz bizi kaygılandırıyordu.

11 Ocak – Aziz Mari’de oturan hizmetçimiz birçok anne-babayla birlikte katledilmişti. Cesetleri yol kenarında ve tarlalarda bulundu. Kurtların cesetleri yemek için dağlardan inmesinden korkulmaya başlandı. Ve bana iletilen günlüğe eklenmiş elle yazılmış bir not, misyonun daha önceki anlattığı acı ayrıntıları teyid eder nitelikteydi.

Birçok insanın açlıktan öldüğü 1879-1880 yıllarında gömülmeyen cesetler, kokusunu alan kurtlarca parçalanmış; kurtlar daha sonra canlılara saldırır olmuş ve yazın insanların yaşadıkları yerlere kadar girerek küçük çocukları bile kaçırmışlardır. Cesetlerin gömülmeden açıkta kalması, bu olayların yeniden yaşanabileceği endişesini doğurmuştu.

13 Ocak – Bir Kildani rahip şehit olur. Müslüman olması istenir, fakat kendisi yaşamını feda etme tercihini yapar. Misyon Yıllığı’nda yayımlanan günlük el yazması notlar daha açık olup, bu kahramanca ölüm olayına anonim olarak değinmektedir. Bu şehitlik olayı kentin kuzeydoğusunda 20 km uzaklıktaki Urmiye Gölü kıyısında kurulu Atlakandi köyü papazı Mušel (Muşel)’e aittir. Bu papaz Xosrowa’daki Lazarist Semineri Okulu’nun eski bir öğrencisiydi15

14 Ocak – Monsönyör Dınha bu sabah iki asker ve bir uşakla birlikte gitti. Misyoner saklanan Hıristiyanları bulmak için komşu köylere gitmek istemiş ve ertesi gün sağ salim dönmüştü.

17 Ocak – Bize köylerin durumunun içler acısı olduğunu, birçok yerleşim biriminin ise yakılıp, yıkıldığını söyledi. Bundan daha kötüsüyse, Müslümanlar’ın elinde bulunan kadın ve genç kızların sayısıydı. Kurtulmaları hemen hemen olanaksızdı. Ayrıca şu ana kadar 6 tane Kildani Katolik ruhbanın katledildiği tarafımızca bilinmekteydi.

19 Ocak – Talan devam ediyor… karşı koyan gençler ölümle tehdit ediliyordu. İranlı yetkililerden güvenliğimizin sağlanmasını beklemek boş hayaldı. Çünkü verilen sözler yerine getirilmiyordu; gündüz bile sokağa çıkan Hıristiyanların yol ortasında elbiseleri çıkartılıyordu.

22 Ocak – Kaygı verici şeyler yeniden oluşmaya başladı; Müslümanlar ölüm tehditleri savuruyorlardı.

26 Ocak – Son günlerde ortada dolaşan söylenti ise bir grup Müslüman bağnazın, İran yönetiminden kaçan Hıristiyanların öldürülmesi için izin istedikleri idi.

1 Şubat – Bütün köylerden sadece 3 tanesine bugüne kadar dokunulmamıştı. Müslümanlar Hıristiyanlara karşı aşırı derecede kışkırtılmıştı. Bunlar acımasız büyük bir kitleydi. On gün sükunet içinde geçti, fakat daha sonra komşu ziyaretleri bahane edilerek tutuklamalar ve infazlar başladı.

12 Şubat – Türk yetkililerine misyonerlerin savaş aleti ve silah sakladıklarına dair asılsız haber iletildi. Bu yalan haber üzerine ertesi sabah, saat 10’na doğru Türk Konsolosluk sekreteri, bir subay ve 20 asker arama için Misyona geldiler. Sonuçta birşey çıkmadı; ama askerler bu durumdan, Lazarist bir rahibe tutuklayarak yararlanmak istiyorlardı.

Askerler ziyaretçi odasında bulunan 150 kişiyi itip, kakmaya başladılar; daha sonra 20’lik gruplar halinde orda bulunanları hapishaneye götürdüler. Bundan sonra misyonumuz gözaltında tutulmaya başlandı. Götürülenler arasında yürüyemeyen yaşlı olanlara, askerlerce dipçik darbeleri ile yürümeleri sağlanıyordu. Bu kitlesel tutuklama olayının altında yatan “Hıristiyanların Türklere karşı Ruslarla birlikte savaşmak istemeleri ve bunun sonucu silah saklamaları“ bahanesiydi. Daha sonra 90’ı serbest bırakıldı.

Diğerleri Rus Misyonu’nda (şimdi Osmanlı Konsolosluğu oldu) gözaltına alındılar. Misyonerlerin hapisten çıkarma yetkileri ve güçleri yoktu. Kildani piskopos Tuma Udo – Urmiye Kildani başpiskoposu – ve bir protestan misyoner bunu denedi ama başarılı olamadılar. İyi niyetli Türkler’in verdikleri sözlerle yapılan farklı uygulamalar gerçeğin ortaya çıkmasında geç kalmadı.

21 Şubat – Hiç şüphe yok ki, bu, Türkler’de başgösteren Fransa’ya duyulan kindi. Bugün Misyon Türk askerlerinin eşliğinde bir grup Kürt tarafından yeniden istila edildi. Hıristiyanlar’ın mallarını sakladığı depoya girdiler. Önce yağmalama tamamlandı, daha sonra da öldürme devam etti ve başvuru çabalarına rağmen ailelerin hapislik konusundaki korkularındaki haklılıkları hemen ortaya çıktı.

23 Şubat – Yetkililerin dün için bırakılacağımız güvencesi vermelerine rağmen gece 4 kişi asıldı, birkaç kişi de kurşuna dizildi. Saat 7 ve 9 arası infaz yerine, seyir için birçok Müslüman’ın geldiğini gördük; zavallı kurbanlardan 8’i hala hayattaydı ama İranlılar taş ve hançer darbeleri ile onları öldürdüler. Bazıları dörder dörder bağlanarak Yahudi Mezarlığı yakınlarında infaz edildiler.

Elyazması notlarda adı geçen şehitlerin adlarını “ölüm saatinde kurbanlara karşı son günah çıkarma işini yapan“ Katolik Kildani papazı ve Nasturi başpiskopos kurşuna dizilmiştir. Bu Urmiye kentinin doğusunda 12 km uzaklıkta kurulu Awhar köyü papazı Hormuz (Hürmüz)’dur.16

Aynı gün iki Türk subayının17 (15 Ocak’ta Kürtlere müdahale eden Reşit ve Naci Bey olabilir) engellemelerine rağmen yağmalar özellikle, 14 hamalın omuzlarına yükledikleri “ağır ve değerli İran halısının“ yağmalanmasıyla devam etmiştir. Her tür cinayet, hırsızlık ve korku, bu denli sıkıntının yazıldığı günlüğün bilançosunu oluşturuyordu.

26 Şubat – Ölülerin gömülme izni Amerikan Misyonu şefine verildi. 42 ceset yerde yatıyordu, insanlar için değer arzeden şeylerin hiçe sayıldığı bir andı; bazılarının gözleri oyulmuş, bazılarının dudakları, kulakları ve burunları kesilmişti! İnsanların düşüp bir taraflarını kırmak için etrafa açılmış hendekler vardı.18 Asılan dört kişiden birisi, Mixayel (Mihayel) adıyla vaftiz olup Hıristiyan olan ve şimdide inancını inkar etmekle kurtulacağı yerde şehit olmayı tercih eden bir Kürt’tü.19

Aynı gün, bugüne kadar dokunulmamış 3 köyden biri olan Gulpašan’dan katliamlar yapıldığı haberi geldi. Bu daha önce Ermenistan’daki20 olaylarda karşımıza çıkan “Alman Metoduyla“ gerçekleştiren bir infazdı. Müslümanlar çalışkan ve uslu öğrenciler gibi verilen her ödevi yapıyorlardı. Kurnazlık ve hile yoluyla, tüm insanları köy meydanına toplayarak bunlardan 120 kişiyi öldürdüler. Kadınları, genç kızları ve çocukları küçük bir odaya kapattılar; kalemlerin yazamıyacağı iğrençliklerini orada kustular. Bugün iki aydan beri yaşadığımız günlerden en korkunç gündü. Ölümün görüntüsü Türkler’in üzerimize saldığı korkunun yanında hiç sayılırdı. Ruslar’ın yaklaştığı haberinin etrafa saçtığı umut ve beklenmedik olayı betimlemek olanaksızdı; bu bütün günlüklerde böyle belirtilmiştir.

10 Mart – Kendisi İstanbul’da Aziz Benoit’da öğrenim görmüş, korkunç olaylar öncesi Türkiye’nin Urmiye Konsolosu olan Raci Bey, olayları yerinde incelemek ve 27 Şubatta Fransa’ya karşı minnetini belirtmek, kendinden sonraki görevlilerin can sıkıcı hareketlerinden dolayı eseflerini belirtmek için gelir. Geçici konsolos Nuri Bey, Raci Bey’i Fransız Misyonu’nda bulunan Mellat-Başi Hapishanesi’ne attırır. Raci Bey birçok girişim sonrası 2000 toman (1000 frank) karşılığı rüşvetle güçlükle kurtulur.21

15 Mart – Fransız Misyonu’na karşı Türkler’in bu öfkesi hergün biraz daha dayanılmaz oluyordu… Nuri Bey’in davranışlarına iki etken hakimdi; birincisi Fransa’ya, diğeri ise Hıristiyanlar’a karşı duyulan nefretti.

19 Mart – Herkes korku içinde, Van’daki yenilginin üzerine Türkler 15 askeri kurşuna dizdi. Kurşuna dizilenler Hıristiyandı ve öc maksatlı bir olaydı. Çünkü Ruslar Ermeniler’den yardım görmüştü. “Kurtuluşu uzun süre beklemek cesareti yok eder“ 8 Nisan tarihli not: “Ne zaman selamete ereceğiz? Üç aydan beri yaşantımız o kadar çekilmez oldu ki cesaretimizi de yok etti.“

Fransa’nın Tebriz’deki konsolosluğunun 25 Nisan tarihli mektubu o tarihte bir anlam ifade etmiyordu. Mektupta “İran’daki yabancıların endişe etmemeleri için Fransa, İngiltere ve Amerika konsolosları hükümetler nezdinde harekete geçmiştir“ denilmekteydi. Ruslar ve Osmanlılar arasındaki savaştan kaynaklanan belirsizlik insanları huzursuz ediyordu.

5 Mayıs – Savaşın akibeti ile ilgili hiçbir haber alınamıyordu: Ortada gezinen söylentiler yeniden Hıristiyanlar arasında korku salmaya başladı. Türkler Kildaniler’in kendi taraflarında savaşmalarını istiyorlardı! Asla Hıristiyanlar Müslümanlar ile birlikte savaşmayacaklardır ve bu ret ediş, Hıristiyanlar’ın başına neler neler getirmiştir.

Gerginlik 24 Mayıs’a kadar sürdü, bu tarihte insanlar umutluydu: “Güçlü Bakire Meryem Ana bize mutlu günü gösterecek“ diye günlükte yazılıydı. Beklenen şey olmuştu! Sabahleyin Kazak Rusları’na ait bir müfreze Urmiye’ye girdi. İşte bu kurtuluştu.

5

1914-1915 İran Olayları İle İlgili

Lazarist Misyoner M. Habel/Hobël Zayya’nın Raporu

“Avrupa’da Büyük Savaş öncesi komşularımız Müslümanlar’la çok iyi komşuluk ve dostluk ilişkileri içindeydik; ama ne zamanki Türkler ve Ruslar arasında savaş çıktı ve mücahitler (Müslümanlar’ın dini şefleri) cihad (kutsal savaş)22 ilan etti; İranlılar ikiye bölündü…. Müslüman ve Hıristiyanlar olmak üzere. Müslümanlar bir neden olmaksızın Alman tarafını tuttular, ama nedeni Almanlar’ın Türkler’e ve Müslümanlar’a yardım etmesi olabilir. İranlılar Şii, Türkler ise Sünni idi; normal zamanlarda birbirlerinden ölesiye nefret ediyorlardı, ama Hıristiyanlar’a karşı birleştiler. Kildani ve Ermeniler’den oluşan Hıristiyan azınlık ise müttefiklerin yanında yer aldı ve Kürt saldırılarından kendilerini korumak için Kildaniler’in oluşturduğu birçok Kildani gönüllü asker Rus ordusuna katıldı. Bu gönüllüler çok iyi silah kullanmaları, ülkelerini karış karış tanımaları ve daha birçok buna benzer başarıları sayesinde büyük hizmetler vermişlerdir.

Birden her Müslüman, Hıristiyan komşusuna karşı azılı bir düşman kesiliverdi; hatta kendilerini eğittiğimiz Müslüman çocuklar bile tehlikeli bir düşman oluverdiler. 1914’ün Eylülünde Urmiye ve çevresinde yağma ve cinayetler kendini göstermeye başladı. 1 Ekimde Türk ve Kürtler’den oluşan ordu, Türk-İran sınırının23 batısındaki dağlardan indiler ve Urmiye kentinin 30 km doğusundaki Tergawar’da bulunan Ruslar ile Türk ve Kürtler’den oluşan birlikler arasında çarpışmalar başladı. Türk ve Kürtler’in saldırıları üzerine Ruslar Mawana, Qowrana (Kovrana), Balulan, Šibane (Şibane) gibi, Tergawar civarındaki tüm Hıristiyan köylerini bırakarak çekilmeye başladılar ve bunun üzerine tüm Hıristiyan halk Fransız ve Amerikan Misyonu’nun bulunduğu kentlere akın ettiler.

Türk ve Kürt birlikleri köyleri yaktıktan sonra Urmiye’ye indiler ve Awhar ve Alwatše (Elvetşe) gibi geçtikleri yol üzerinde bulunan bütün Hıristiyan köylerini yaktılar ve karşı gelenleri öldürdüler. Awhar’da bir kadın önce tecavüze uğrayıp sonra öldürülmüştür. Alwatše (Elvetşe)’de bir kalasa bağlanan yaşlı biri canlı canlı yakılmıştır. Bu tarihten itibaren Türk ve Kürtleri Urmiye’nin kuzeybatısındaki Yahudi Dağı’nda görüyoruz.

Türk ve Kürtler’in oluşturduğu ordu ve Kazak birlikleri arasında savaşlar başladı. Bu durum geceleri daha da kritik bir hale soktu, çünkü Kürtler Çarbaş’a kadar inmişti ve Kazaklara sağlanacak yardım Salamas’tan geçeceği için bunu olanaksız kılıyordu. Hıristiyanlar arasında panik, Müslümanlar’da ise sevinç hakimdi. Kadın ve çocuklardan oluşan büyük bir topluluk yanlarına aldıkları yemek ve giyecek torbaları ile dağınık ve anlatılmaz bir şekilde kentlere ulaşmak çabasındaydılar. Komşumuz Müslümanlar bu olayı büyük bir mutlulukla seyrediyor, katliamlara başlamak için Ruslar’ın çekilmesini bekliyorlardı. Tam bu sırada 12 Ekim gecesi Ruslar’ın yardımı geldi; Türk ve Kürt askerleri kaçtı ve biz de evlerimize döndük.

4 Kasımda Rusya ve Türkiye arasında savaş ilan edildiğini öğrendik. Aralığın sonuna doğru, Julfa (Culfa) ve Erivan’dan geçen tren yolunu ele geçirmek için büyük bir Türk ordusu Kars bölgesine sevkedilmiş; bunun diğer amacı ise Urmiye, Xoy ve Tebriz’deki Rus ordusunu izole etmekti. Ruslar’ın Tiflis telgrafıyla ordunun Julfa’ya çağrılmasının nedeni budur. 1 Ocak 1915’de bu hareketin haberi Hıristiyanlar arasında yayılmaya başladı. Ve gerçekten Rus harekatı için Cumartesi gecesinden 3 Ocak Pazar günü için karar alınmıştı. Sabaha karşı 4’e doğru hareket başladı. Köylerde yaşayan Hıristiyanlar’ın büyük bir kesiminin bu çekilişten haberi yoktu ve tamamen Kürtler’in insafına kalmışlardı. Diğer kesim, yani haberi alan kesim Rus ordusunu takip ediyordu. 10 bini bulan Rus ordusunun geçtiği yerlerdeki, köylerdeki Hıristiyanlar Rusya’ya kaçtılar. Kaybedecek hiçbir şeyleri olmayan bu insanlar gerçekten korkunç bir sefalet içindeydi. Bazılarının sırtında ekmek torbası, bazılarının yorgan, kadınlar ise bir de çocuklarını taşımak zorundaydılar. Bu acıyı onlarla yaşadım; hala çocukların ağlamaları ve iniltileri kulaklarımdan gitmedi. Kalpleri yaralıydı, ben onlar için ne yapabilirdim? Yaşlı ve zavallı bir kadın kendisini kurtarmam için bana yalvarıyordu; bir hendeğe düşmüş gecenin karanlığında çaresizlik içinde çırpınıyordu. Onu atıma aldım ve son nefesini verdiği komşu köye kadar götürdüm. Urmiye, Güney İtalya ile aynı enlemde olduğundan aynı iklime sahip olması gerekiyordu, ama 1400 metrelik yükseklik soğuğun etkin olmasını sağlıyordu. Isı – 23 dereceydi; geçen kışa rağmen daha soğuktu.

İlk iki günde 20’den fazla insan öldü. Urmiye ve Salamas arasında soğuktan ölmüş bir çocuk gördüm. Doğum zamanı gelmiş kadınlar vardı. Gezimizin Salamas’ta biteceğine inanmıştık, ama Salamas’taki Hıristiyanlar’ın iki yolun kesiştiği yerde bulunan Xoy’ya kaçtıklarını öğrendik. Biz sayıca 10 bin, Müslümanlar ise 15 bin kişiydiler. Hıristiyanlar Ruslar’ın tam vaktinde uyarılarıyla gerekli tedbirleri alarak mallarını ve canlarını kurtarabilmişlerdi. Salamas ve Xoy arasındaki bir yer normal zamanlarda çok çamurlu olur, kışın ise geçilmez bir hal alırdı. Burada, arabaları çamura saplanmış birçok yaşlı ve çocuk hayatını kaybetmişti. Ruslar’ın buralara geçmek için Hıristiyanlar’a büyük yardımları dokunduğunu belirtmek gerekir. Rus askerler zavallı annelerin yükünü hafifletmek için çocukları bir arabaya bindirdiler ama ne yazık ki mola yerine geldiğinde, anneler ölmüştü ya da anneleri çok uzaklarda olan çocukların hıçkırıkları ve ağlamaları her yerden duyuluyrdu. Çocuklar arabaya tıka basa doldurulduklarından bir çoğu havasızlıktan can vermişti. Annelerin yol kenarında bekleyip çocuk yüklü arabaya baktıklarını, eğer çocuklarının yaşadığını görürlerse yollarına devam ettiklerini, çocuğunun öldüğünü gören annenin ise ağıtlarına tanık olduk. Çaresizlik içinde bir annenin çocuğunu ırmağa attığını ve ırmak akıntısının çocuğu yuttuğunu gördük. Hatta Xoy’da Nasturi mezhebine bağlı yaşlı papaz Jozef de Naze’nin kızını sırtında taşıdığına tanık olduk. Gümrüğe gelindiğinde, gümrük müdürü Belçikalı M. Diret sayıları 4 bini bulan bu kalabalığa büyük bir konukseverlik göstermiştir. Bu korkunç yolculuk, kar ve çamur içinde 10 günden fazla sürdü. Rusya’ya varıldığında, bir çoğunun ayakları donmuş durumda olup tedavi görülmediği için kangrene çevirmişti ve sonu ölümdü.

Burada, İran’daki Lazarist misyoner M. Gewargis Dekro’nun Rus iyilikseverlerden topladığı paralarla, bu insanlara yardım ettiğini hatta bu insanlar için kapı kapı ekmek dilendiğini belirtmem lazım. Tiflis ve Erivan’a gelindiğinde toplu ölüm olayları yaşanmaya başlandı; günde 30’dan fazla insan bu dayanılmaz kaçışın acılarına dayanamıyordu. Kendimiz Tiflis’te emin br yerde olmamıza rağmen aklımız, kendilerinden hiç haber alamadığımız, Urmiye’de barbarların elinde bulunan insanlardaydı. Burada o insanlardan söz etmeden geçemiyeceğiz; Rus çekilmesinden 2 saat sonra Müslümanlar Urmiye’ye giden yolları kesmişlerdi. Kaçan Hıristiyanları vuruyor, soyuyor ve öldürüyorlardı. Yollarda ve hatta kentlerde çırılçıplak kadın ve genç kızları görmek mümkündü. Genç bir Müslüman tarafsız bir gözle, bir mollanın (Müslüman dinadamı), biri sırtında diğeri kolunda iki çocuğu taşıyan genç bir Hıristiyan kadının önce ilk çocuğunu hançerlediğini, ikinciyi ise vahşice yere fırlattığını, kadını ise tamamen soyduğunu anlatmıştı.

Kürtler’in gelmesinden iki gün önce, İranlı Müslümanlar tarafından tüm kötülükler yapılmıştı. Dokunulmamış sadece Goytapa Kildani köyü kalmıştı. 4 Ocakta Kürtler geldi ve bu mücadele Hıristiyanlar ve Kürtler arasında devam etti. Her iki tarafta da çok ölü vardı. Aynı günün akşamı yoksullarla ilgilenen Dr. David refakatinde Amerikalı Dr. Packard savaş alanına geldi. Kürt liderlerini tanıyan Dr. Packard bir çok cinayetin önüne geçti. Görüşmelerden sonra, daha sonra köyleri yağmalayacak Kürtler’e, Hıristiyanlar’ın ellerinde bulundurdukları silahları teslim etmeleri konusunda anlaşmaya varıldı. Akşamın saat 10’unda sayıları 600’ü bulan aileler, 5 ay sonra çıkmak zorunda kalacakları Amerikan Misyonu’na yerleştiler. Bu köyde 100 ölü, 20 de kaçırılmış kız vardı. Aynı köyde bir de rahip öldürülmüştü; bunun da birçok kilise mensubu gibi kafası kesilmişti. Bahari’de papazlarımızdan biri kuru sığır gübresine gömülmüş ve diri diri yakılmıştı. Diza-Tekiya’da aynı olaylar olmuştu. Ardıçay’da bir ortodoks papaz çarmıha gerilmişti.

Atlakandi’de papaz Mušel (Muşel) camiye götürülmüş, orada dinini değiştirip Müslüman olduğunu söylemesi istenmiş, bunu ret etmiş; hatta ibadet yapması için verilen sürede bile başı dik olarak merhamet dilenmemiştir. Dizlerinin üzerine çökmüş duasını yaparken, arkadan İranlı Müslümanlar’ca hançerlenmiştir. Aynı olay Supurganlı Eliya  adlı papazın başına gelmiştir. Taza-Kandlı (Taze-Kentli) Israyel’de gelince, hançerlendiğini biliyoruz, ama dinini inkar etmesinin istenip istenmediğini bilmiyoruz. Awharlı papaz Hormuz (Hürmüz) daha sonra değineceğimiz koşullarda  Juyf (Cuyf) dağlarında kurşuna dizilmiştir. Bunlar gerçekten şehitlik mertebesine ulaşmışlardır. Bunun yanında iki zayıf karakterli papaz dinlerini inkar ederek hayatlarını kurtarmışlardır. Sadece Katolikler arasında değil, Supurganlı Dr. Şamun örneğinde olduğu gibi Protestanlar arasında da şehitlik mertebesine erenler vardır.

5 Ocak 1915 günü Türkler ve Kürtler kente girdi ve sabaha karşı Kürtler, yağma için Hıristiyan mahallelerine saldırmaya başladılar. Birkaç askerle birlikte Naci ve Reşit Bey adlı iki Türk subayı meydanda bir düzine eşkiyayı öldürdüğünde savaş başlamıştı. Buda bize, Fransa ile Türkler’in savaşta olmalarına rağmen birçok Türk’ün Fransızlar’a sempati duyduğunu göstermektedir. Güvendiğimiz insanlardan biri olan M. Dınha aşağıda anlatacağımız yağma vesilesiyle onlardan birine şunları söyleme cesaretini göstermiştir: ‘Boşuna bize acı çektirip, işkence yapıyorsunuz. Gerçekten Fransa hala sizin gerçek dostunuzdur.‘ ”Belki haklısınız” diye yanıt almıştır. Bir şahıs ise Xosrowo’daki yıkılmış kilisenin duvarına ‘Fransa ve Fransızları seviyorum‘ diye yazmıştır. İmza bir Türk doktoru. Bununla birlikte birçoğu bizden nefret ediyordu. 8 rahibimizi, 3 meslektaşını ve Monsönyör Jacques Emile Sontag’ı tutuklayıp Türkiye’ye gönderilmeleri isteniyordu. İranlı yetkililer buna karşı çıkıyorlardı. Biri veya ikisi dışında yüksek rütbeli İranlı yetkililer, Hıristiyanlar’ın katledilmesinden yanaydılar. Daha sonra, Rus yetkililerince cezalandırılmak istendiklerinde, Fransızlar’ın sürülmesine engel olduklarını teyit etmek için Monsönyöre başvurmuşlardır. Bu durumda Ruslar bayağı güç duruma düşmüşlerdi.

12 Kürt’ün infazından sonra, tehlikenin atlatıldığına inanmıştık. Bundan bir süre sonra, 12 Şubat çarşamba günü 30 askerle birlikte biri askeri giyimli olan Bedir Bey ve diğeri sivil giyimli Sami Bey adlı iki Türk subayı, 3000 sığınmacının birbirleriyle yapışık halde bulundukları rahibelerin evine geldiler. Rahibelerin kaldıkları yerle ilgili detayları öğrendiler. Korkacak bir durumun olmadığını söyleyerek 150 kişiyi tutukladılar ve Türk Konsolosluğuna gönderdiler. Aralarında 6 papaz ve Fransız Misyonu’nda sığınmacı olarak bulunan bir Nasturi piskopos da vardı. 61 kişi dışında 13’ü geri döndü. Bütün girişimler sonuçsuz kalmış; tamamen bir odaya sıkıştırılmış, kötü işleme maruz kalmışlardı. İhtiyaçları için bile dışarı çıkmalarına izin verilmemiş, abdestleri için lastik ayakkabılarını kullanmaya mecbur olmuşlardır. Ayın 22’sinde iki Kürt nöbetçi geldi. Geceleyin silah sesleri duyulduğunda ortalığı velveleye vermemeleri için hizmetçilerimizi uyardılar; bunların Kürtler’in arasındaki çatışmalar olduğunu söylediler.

Gerçekten, kentin 2 km kuzeybatısındaki Juyf (Cuyf)  dağları yönünde ayın 23’ünde saat yarıma doğru çatı katta bulunan hizmetçimiz silah sesleri duymuştu. Bu, Kürtler arasında bir çatışmaya değil Türk Konsolosluğunda tutulan kişilerin infazına benziyordu. Beşer, altışar ya da onar gruplar halinde bağlayarak, kendilerini Van’a götürmek istediklerini söylemişler; ama ölüm alanına geldiklerinde, oturmalarını ve biraz yemek yemeleri söylenmiş (yemek için hiçbir şey alınmadığı not edilmişti). Yere otururlar ve o anda tüfekler ateşlenir. 51 kişi ölümle buluşur, önemli kişiler ise asılmıştı.

İşlem tamamdı; cellatlar ölüp ölmediklerini kontrol etmeye başladılar. Bazılarına kurşun değmemiş, bazılarının durumu ciddi, bazılarının durumu ise ağır değildi. Cellatlar kurbanlardan yara almayanların kaçmalarını engellemek için hemen işe koyuldular. Olay sabahın 4.30’unda olmuştu. Biz ise bu acı olayı gece öğrendik. Kurbanlar arasında Hıristiyanlar’ın günah çıkarma işlerini yapan, bu zavallı insanlara cesaret aşılayan, kendisinden hep iyi insan olarak bahsettiğimiz, yaşlı Katolik papazı Hürmüz vardı. Kurşuna dizilenlerin yanında dört kişi de asılmıştı. Bunlar 12 şubatta kaldığımız yerden götürülenlerdi. Dört kişiden biri Kürt’tü. Yeni Katolik olmuş, Mixayel adını almıştı. Hıristiyanlığı inkar etmesi durumunda affedileceği sözü verilmiş ve bunu ret etmesi üzerine infaz edilmişti.

Kurşuna dizilenlere gelince; özellikle Mawana, Awar, Sangar ve Bahar köylüleriydiler. Vahim olayı öğrenir öğrenmez Amerikan Misyonu’na (tarafsız olarak daha özgür durumdaydı) olayın vehametini öğrenmek için olay yerine gidilmesi ricasında bulunduk; İranlı vali ve Türk Konsolosluğu başvurulara yanıt vermediler. İranlı Müslümanlar, canlı kalan ve hala nefes alıp veren bu zavallıların burunlarını ve kulaklarını keserek tüm vahşiliklerini sergiliyorlardı.

14 Şubattan 20 Şubata kadar Türkler Hıristiyanlar’ın tüm dükkanlarını sistematik olarak yağmaladılar. 22 Şubatta bizi Kürt lider Said Xan Bey (Sait Han) ziyaret etti. Mahzenimize indi (bunu ayın 13’ünde de yapmıştı) ve 14 hammala, halıların çıkarılması için toplattırdı. İlk gelişinde 8 halıyı götürmüştü.

23 Şubat günü, İranlı ve Türkler’den oluşan bir grup Gulpašan (Gülpaşan)’a – kentin 12 km doğusunda kurulu büyük bir Kildani köyü – geldi; köy bir Kürt’ün koruması altında, insanların başka köylere kaçmasını engellemeyle görevliydi. Görünüşte köylüler bu olaydan ürkmüştü, ama ziyaretçiler kendilerinden atları ve kendileri için yemek isteyince rahatladılar. Köylüler gerekeni yaptılar. Daha sonra 2000 toman (10. 000 frank) istediler. Birkaç kişinin para bulması için kente gitmesine izin verdiler; 1000 toman kentten temin edildi, 100 de köyden toplandı ve kalan 900 toman için süre istendi. Bunun üzerine soyguncular kadınları ve kızları bir odaya, erkekleri ise birkaç nöbetçi refaketinde başka bir odaya kapattılar. Gece olmuş, bütün kadın ve kızlar tecavüze uğramış ve aralarından seçilen 20’si ise götürülmüştü. Erkekler toplatılıp köyün dışına çıkarıldı ve orada kurşuna dizildiler. Ölü sayısı 60’ı buluyordu. Korunması sayesinde herhangi bir olayın yaşanmadığı Kildani ve Ermeniler’den oluşan Eryawa (Eriava) köyü de o gece nasibini almıştı.

Urmiye’de bu korkunç olaylar olurken İran-Türk sınırında da buna benzer katliamlar oluyordu. 70 Kildani genci Türk askerleri tarafından Urmiye’ye telgraf için demir tel taşıtma için getirilmişti. Tellerin her birinin ağırlığı 70 kg’dan daha fazla idi. Kente vardıklarında zaten bu insanlar yorgunluktan, uykusuzluktan ve açlıktan bitip düşmüşlerdi. Daha sonra bunlar kentin 18 km kuzeybatısında bulunan ve infaz edilecekleri yer olan İsmail Ağa Kalesi’ne gönderildiler. Ancak içlerinden biri dağlardan geçerken kaçıp, Amerikan Kilisesi’ne ulaşmayı başarmış; 8 ay sonra Amerikalı misyonerler olay yerine giderek, kurbanlara ait iskelet resimlerini çekmiş ve onları toprağa gömmüşlerdir. Her sabah yeni katliamların haberini alıyorduk. Salamas’ta (Urmiye’nin 75 km kuzeyinde 71 köyü kapsayan bölge) çoğunluğu Ermeni olan 712 kişinin katledildiğini öğrendik. Rus Konsolosu M. Vedenski cesetlerin durumunu bizzat gördüğünü ifade etmiştir; gözleri oyulmuş, bazılarının kulakları kesilmiş, diğerlerinin ise kafaları kesilmeden önce kafa derileri yüzülmüş durumdaydı.

Ölenlerin içinde eski ilahiyat öğrencisi, ruhbanlarımızdan Israyel Bişawa (Bisava) de vardı. Çoğu boğulmuştu. 12’si canlı canlı toprağa gömülmüş, geri kalanlar ise balta ile doğranıp bir kuyuya atılmıştı. Kurbanlar arasında Xosrowa (Hosrova) Misyonu’nda görevli hizmetlilerden M.  Miraziz’in olması bizi çok üzmüştü. Şimdi tarih sırasına göre önemli olayları sıralıyalım:

5 Mart – En son Ruslar’ın Urmiye’ye girişinden bahsettik. Bilhassa Salamas’da, Ruslar’ın yolu üzerinde bulunan köylerdeki Müslümanlar kentlere kaçıyordu; çünkü işledikleri cinayetlerin hesabının sorulmasından korkuyorlardı.

7 Mart – Almanlar, Avusturyalılar, İtalyanlar ve Türkler’in katılacağı (İtalya’nın Orta Avrupa imparatorlukları ile beraber olduğu inancı hakimdi) bir birlik oluşturmak için kentin ileri gelenlerine çağrıda bulunuldu; amacı İran’ı birliğe taraf yaparak, Ruslara karşı Salamas’a doğru yürüyen Türk ordusunda görev yapan İranlılar’a baskı yapmaktı. Bu arada Türk konsolosu Raci Bey, Mecit Sultane ile güneye kaçtı. En kötüsü 15 köyü içine alan zengin Urmiye düzlüğünden yaşamın olmasına rağmen faydalanılmaması idi.

Raci Bey’in iki misyonda hapis bulunan Hıristiyanlar’ın kurtulmasını sağlamasını ümit ediyorduk ama bunun tersi oldu; Ruslar’a ve Hıristiyanlar’a karşı kışkırtma başlattı. Sahip olduğumuz basımevinde Müslümanlar’ı kutsal savaşa (cihat)24 çağıran bir afiş bastırılmasını istedi. Yiğit basımcımız Aleksandır (İskender) tehditlere karşı inancına ters düşen böyle bir şeyi gerçekleştiremiyeceğini söyledi.

10 Mart öğleden sonra İranlı otoritelerin ve Katolikler’in Šamaša Babu-Malik diye çağırdıkları şahıs, Türkler tarafından tutuklandı. Hemen 2000 toman (10. 000 frank) ödenmediği taktirde asılacağı tehdidinde bulunuldu. Bütün paramızı sığınmacıların beslenmesi için harcadığımızdan bu büyük toplamı nasıl bulacağımızı bilemiyorduk. Sığınmacılar arasından 3000 toman toplamayı başardık ve 1700 tomanı Amerikan Misyonuna ödünç verdik, böylece Šamaša Babu Malik (Diyakon Bebu Melik) serbest bırakıldı. Bir daha tutuklanacağı korkusuyla çocukları ile birlikte Amerikan Misyonu’na sığındı.

12 Martta öğleye doğru Lazarist misyoner M. Renault daha önce bahsedilen Hıristiyanlar’ın kurşuna dizildiği yer Juyf Dağı’na gitti. Cesetler köpekler tarafından parçalanmıştı. Orda vereceği para karşılığında canının bağışlanacağını söyleyen Kürtler’ce tutuklandı. Bir miktar ödeyebileceği sözü verdi ve valinin muhafızları Misyona haber götürme konusunda müzakerelerde bulunduğu sırada serbest bırakıldı. Ondan sonra bu ilginç dost hastalandı ve ayın 27’sinde ruhunu Tanrı’ya teslim etti.

Fransız Misyonu’nda bulunan zavallı insanlardan bir cümleyle değineceğiz: İnsanların hınca hınç bir odada bulunması, havasızlık, kötü beslenme ve korkunun aynı anda bulunması, tifüs ve tifoyid gibi insan için çok tehlikeli hastalıkların oluşmasına neden olur. Genişliği 6 m uzunluğu 20 m olan yatılı öğrenci koğuşumuz tamamen doluydu. Koğuşa girerken burnunuzu tıkamak zorundaydınız. Bir yatak bir aile tarafından oturmak yoluyla kullanılıyordu. Sınıflarımızda, odalarımızda ve koridorlarımızda aynı şey söz konusuydu. Monsönyör Jacques Emile Sontag yemek masasının üstünde yatıyordu. Sıcak mevsimde olsaydık avluya çıkılabilirdik, ama kış çok çetin geçiyordu. Yukarıda bahsettiğimiz hastalıklardan günde 15-20 kişi ölüyordu. İnsanlar ölülerini mezarlığa götüremiyorlardı; çünkü Müslümanlar orda onları öldürüyorlardı.

İşte bu nedenle Misyonun avlusu mezarlığa dönmüştü. 300’den fazla ölü vardı ve kefen bulunamadığından perdelere sarılıyor, ölü sayısı 40 ya da 50 olunca bir çukura gömülüyorlardı. Amerikan Misyonu da aynı durumdaydı. 14 binden fazla sığınmacı bulunduğundan durum daha da vahimdir, ama burda mezarlık yakın olduğundan ölüler gömülebiliyorlardı. İki misyonda ölü sayısı 4500’den fazlaydı. “Ah! Hayatta kalanlar, ölülerin kendileri gibi acı çekmedikleri için mutlu sayıldıklarını söylüyorlardı.” Burada Dr. Paul Malik ve evindeki rahibelerimizin çektikleri sıkıntıları nasıl unuturuz. Rahibeler yaralıları avuttular ve durmaksızın onların iyileşmesi için çalıştılar. Dr. Malik, rahibelerin yardımıyla yaralıları ameliyat etmiş, hiçbir şey beklemeksizin tüm zamanını onlara harcamıştı. Birgün Monsönyör Jacques Emile Sontag ona “Allah aşkına doktor biraz da kendinize dikkat edin! Eğer size bir şey olursa bu zavallılara kim bakar!“ demişti.

16 Nisan – General Halil Bey komutasındaki İstanbul’dan gönderilen 10 binlik Türk ordusu Urmiye’ye geldi. Ordu yorgun görünüyordu. İki hafta dinlenmeden sonra orduya 12 bin Kürt ve İranlı katıldı. Ordu Ruslar’la savaşmak üzere habersiz olarak Salamas üzerine yürüdü. İlk şok Salamas ovasında yaşandı. Sayıları 2000’i bulan Ruslar fazla direnme gösteremedi ve Salamas’ın 5 km kuzeyindeki Dilman’daki Mowanjukli (Movancık)’ye doğru çekildi. Xoy’a vardıklarında yardım gecikmişti. Savunmaya geçtiler ve Halil Bey ordusuna büyük kayıplar verdirdiler. General savaş alanında 3500 ceset bırakarak kaçtı.

Eğer Türkler bu savaşı kazanmış olsaydı; Müslüman yapacakları çocuklar dışında bütün Hıristiyanlar’ı Urmiye’de katledeceklerdi. Daha 9 Mayıs günü öldürecekleri kişilerin listesini hazırlamışlardı. İşte Monsönyör Jacques Emile Sontag’ın günlüğü:

9 Mayıs – Hıristiyanlar’ın ad listesine bugün başlandı ve 10 gün sürmesi bekleniyor. Nizamiye (polis) liste tutulmasına yardımcı oluyor ve kayıt şefi ise Fransız konsolosu M. Nicolas tarafından kurtarılan Misyonumuzun eski öğrencisi Tebrizli bir mücahittir. Salamas’ta 712 kişinin katledilmesi öncesi de bir liste hazırlanmıştı.

15 Mayıs – Türkler, Kürtler ve İranlı mücahitler güneye doğru kaçmaya başladılar. Türkler 30 civarında hasta ve yaralıyı geride bırakmışlardı.

6 Mayıs’ta Urmiye valisi Hıristiyanlar’a Rusları karşılamaya gitmeleri duyurusunu yaptı. O gün pazardı ve öğleden önce her şey normal görünüyordu. Öğleden sonra Müslümanlar Ruslar’ın gelmediğini görünce Hıristiyanlar’ın üzerine saldırdılar ve yaklaşık 200 kişiyi öldürdüler. Nihayet 25 Mayısta Ruslar 500 kişilik bir ordu ve 4 topla kente girdiler: O an büyük bir andı. Ruslar’ı sadece Müslümanlar karşıladı; çünkü Hıristiyanlar cesaret edemediler.

Ertesi gün, 15 askeri bırakarak Ruslar, Urmiye’nin 40 km kuzeybatısındaki Bradost’a gitti. Hıristiyanlar Müslümanlar’ın insafında kalmamak için 4000 kişilik bir kitle halinde koşullar ne olursa olsun Ruslar’ı takip ettiler. O gün 20’den fazla kadın ve çocuk Nazlu Irmağı’nı geçerken boğuldu. Herşeyi anlatmak için ciltler dolusu yazılar gerekmektedir. Çünkü her köyün, her şahsın kendine özgü hikayesi vardır. Kentin 30 km kuzeydoğusundaki Ada köyünde olduğu gibi, 4 Ocaktan 7 Ocak 1915’e kadar bütün köy, komşu köylerdeki İranlı Müslümanlar tarafından yağmalandı.

Ayın 8’inde Beyzade Kürtleri, Balawe Gadjine sünnileri, diğerleri ve sayıları 3000’i bulan Türkler bir kaymakamla bu köyü istila ettiler ve tarif edilmez cinayetler işlediler. Bu köy 170 haneydi; 6 ve 7 yaşındaki kız çocukları dahil bütün kadın ve kızlara tecavüz ettiler. Bir yetkili bu zavallı çocuklardan 42’sinin bir terasa sığındıklarını, orada bütün kötülüklere maruz kaldıklarını ve çoğunun bu vahşilerin elinde öldüğünü bildirmişti. Amerikalı Dr. Packard bir kaçını gördüğünü ve vücutlarında doku zedelenmeleri olduğunu beyan etmişti. Takip edilen bir kadın kendini 7 m yüksekliğinde bir çatıdan atmış ve bir daha ayağa kalkamamıştı.

En güzel 18 genç kız seçilmiş, kiliseye götürülüp çırılçıplak yapıldıktan sonra haçın önünden sırayla geçirilmişlerdi. Daniyel ve karısı, Abraham’ın oğlu Ruwel, Jozef’ın oğlu Yuxanna (Yuhanna), Šamcun (Şamun), Mušel (Muşel), Maryam (Meryem), Eliya ve diğerlerine ne demeli; hepsi tarif edilemez acılar içinde son nefeslerini vermişler. Yalnızca içlerinden Muqdusi Zayya Müslüman olmuş, sünneti için kendinden 30 toman para alınmıştı. İki çocuk sahibi bir kadın kaçarken bir seyide rastlar, seyit iki çocuğu boğduktan sonra annenin ırzına geçer. Böyle olayların binlercesi yaşanmıştır.

Bütün dünyayı ezmek için Alman “kültürünün“ alevlediği büyük Avrupa savaşında, Neron’un ortaya koyduğu zulmün yanında hiç kalan bu vahşete binlerce masum insan maruz kalmış ve imparatorluk sarayı duvarına sihirli bir elin ‘Saydı, Tarttı, Böldü‘ yazacağı zamana kadar (inşallah bu uzak değildir) bu bahtsız insanlar acı çekecektir.

Savaş nedeniyle acı çeken bütün bu insanlar arasında, sayısı azalan, bugüne kadar onun için herşeyi yapan Fransa ve uygar halklarca henüz bilinmeyen ve bu zulme maruz kalmış bir halk var: Bu kendisinde sadece yaşam gücü kalmış Kildani halkıdır. Sayıları 40. 000’i bulan bu ulus İran’ın bir köşesinde atılmış ve diğer uluslardan daha fazla acı çekmiştir.

8 günden beri Paris’teyim, krep takan soylu kadınları görüyorum, kesinlikle bu şerefli varlık içindir! Ah vatanım Urmiye, krep takan tüm kadınlara bakıyorum, ama ne kadar farklı bir motif! Siz Fransız kadınları; kanlarıyla Fransa toprağını geri alan kahraman savaşçıları için, tüm dünyanın hayran kaldığı Verdun aslanları için, Marne yiğitleri için yastasınız, bu gelişimiz evrenin etrafında döndüğü uygar dünyanın temeli olan Paris’i koruyan binlerce kahramanın yasıdır.

Ama Urmiye neden yasta? Kuyulara atılan, canlı canlı gömülen, taşa tutulan, hançerlenen, kurşuna dizilen, altılık ve beşerlik gruplar halinde bağlanan, Müslümanlar’ca hakarete uğrayan 8-10 yaşlarında küçük kızlarını gören annelerin, bir çoğu zalimlerin elinde genç yaşta ölümle tanışan, hayvan parası bile etmeyen bir bedel karşılığı satılan kızların yasıdır! Daha ne söylenebilir? 40. 000’den 10. 000’ni kaybetmiş; geri kalanların evleri yakılmış, malları talan edilmiş, sefaletle tanışmış, ‘en mutlusu ölendir, çünkü acı çekmiyor‘ dedirtendir. 5000 değil 40. 000’den bahsediyorum, inanılmaz bir sefalet içinde; Salamas’ta, Urmiye’de, Türkiye’de dağlara sığınan bir halk. Ruslar onlara ayda 2 ruble para veriyordu. Bu değersiz parayla ne alınabilir? Misyonumuzda sığınmacı olarak kaldıkları 6 ay boyunca sahip olduğumuz ne varsa hepsini bu uğurda harcadık. Katliamlardan ya da hastalıktan anne-babasını kaybetmiş bir sürü çocuk sefalet içindeydi; iyi yürekli insanların yardımıyla bir kısmının beslenmesini sağladık.

Urmiye’de Belçika’ya yardım elinin uzatıldığını ve Sırplar’ın ihtiyaçlarının karşılanması için Fransa’nın kendini kabul ettirdiğini duymuştum. Bulunduğumuz bu kötü koşullarda Fransız yardımının ardı arkası kesilmiyordu. Ulusum üzerinde Fransız etkisini birkaç sözcükle söylemeksizin geçemiyorum. Küçük Kildani halkı diğer bütün Doğu Hıristiyan halkları gibi Fransa için özel bir sempati duymaktadır. Aksi bir durum söz konusu olamaz! 80 yıldan beri hem misyonerlerinin desteği hem de parasal yardımıyla bize destek olan ve eğitimiyle bize ışık tutan Fransa’dır. Ona karşı sevgimizi, bizi Katolik olarak adlandırmayan Müslüman komşularımız çok iyi bilmektedir. Ama Frenk adıyla övünüyoruz.  Gerçek Fransız olmasak ta fransızlığı yüreğimizin derinliğine ve iliklerimize kadar hissediyoruz. Ve de “Yaşasın Fransa“ diye haykırıyoruz. Kildani misyonerleri bu gerçeği her zaman haykırmaktadırlar. Türkler ve Almanlar için bundan daha can sıkıcı şey olamaz.

6

Bırakılan Eserler

Urmiye Lazarist Misyonu’ndaki misyonerlerin ve Van piskoposunun acı hikayeleri, Alman hıncıyla kışkırtılan Türk bağnazlığının Doğu Hıristiyanları’na karşı uyguladıkları zulmü içermektedir. Bu kiliselerin önceki durumunu belirtmek burda önem kazanmaktadır. Abdülhamid’in soykırımından önce, gerçeği yansıtan istatistikler doğrultusunda kısa bir anımsatma yapmak doğru olacaktır. O halde buna yıkım işinden başlanılmalıdır; kan dökücü Guillaume de Hohenzollern’e müttefik olan saygıdeğer mirasçılar, Jön Türkler, infazları engelleyecek Avrupalı konsolosların güçsüzlüklerinden faydalanarak ve Kutsal Savaş bahaneleriyle yöntemleri için büyük bir uygulama alanı bulmuşlardır. 1894 yılında, Kudüs Azize Anna Rum Katolik Semineri Ruhban Okulu eski yöneticisi R. P. P. Mišel, (Orient et Rome) başlıklı bir kitapta Doğu ve Roma Kiliseleri Birliği’nin durumunu anlatmıştır. Büyük patron Berlin’in ilkelerini uygulayarak Asya’ya taşınan “Alman Savaşı“ ndan en fazla acı çeken kiliselerin; Ermeni, Kildani, Süryani ve Maruni kiliseleri olduğu yazılmıştır.

“Kildani Kilisesi kesin olarak Nasturiler için patriklik oluşturulması tarihi olan 1681 yılında kurulmuştur. Patriklik verildikten sonra Papa XI. Innocen merkezini Diyarbakır’da oluşturmuştur. Daha sonra patrikhane Musul’a taşınmış ve Kildani topluluğunun dinsel lideri, Babil Patriği ünvanını almıştır. Kildani Kilisesi, beş başpiskoposluk; Mawşël/Ninwe (Musul, Ninova), Bağdat (Babil), Amed/Omed (Diyarbakır), Sëcërt (Siirt) ve Beth-Slux (Kerkük), 6 piskoposluk, Mërde (Mardin),  Caqra (‘Akra), Amadiye, Gzira/Gziro (Cizre), Zaxo, Salamas ve Sena olmak üzere yüz civarında ruhbanın kutsal görevi yerine getirdiği bir topluluktu.25

Bu yüzyılın (XIX) başlangıcında Kildani Kilisesi daha müreffeh bir durumdaydı. 1830 yılında en az 130. 000 inananı vardı. Ama bu bahtsız halkın bağrında yaşanan felaketler, yıkımlar, hastalıklar ve iç savaşlar sonucu bu sayı 18 ya da 20 bine inmiştir.“ 26

Abdülhamid’in idaresi altında yapılan katliamların neden olduğu ölüm ve kayıplar hesap edildiğinde, Kildani dinsel liderlerinin, İran’a dağılmış durumda bulunan 40. 000’e yakın bir topluluğa sahip olduğunu görüyoruz.27 10. 000 civarında kişinin yokolduğu tahmin edilmektedir. Yaşaması mucize olan, oraya buraya dağılmış bu topluluğun sefaletine yardım eli uzatmak ne kadar güç ise, zararın bilançosunu çıkarmakta o kadar güçtür.

Alman ve Türk hakimiyetinin yarattığı korkunç felaketleri ve bu felaketlerin kurbanları olan Hıristiyanlar’ın dramlarını, bu bahtsız insanlara yardım eli uzatan misyonerlerin anlattıklarını yürek daralmadan okumak mümkün değildir. Acı çeken sadece Kildaniler değildir. Daha önce P. Mišel’in verdiği bilgiler karşılaştırıldığında Süryani kurbanlar ile ilgili döküm yapmak gerekmektedir. 1894’deki bir yazıda, Süryani Kilisesinin hiyerarşik yapısı şöyle belirtilmektedir: Süryani Katolikler için Antakya Patrikliği’nin otoritesi altında 6 piskoposluk ve 4 başpiskoposluktan oluşan 10 piskoposluk mevcuttur.28 Başpiskoposluklar Halab (Halep), Buğdëd/Bobël (Bağdat), Darmësuq (Şam), Mawşal/Ninwe (Musul). Piskoposluklar: Bayrud (Beyrut), Amid/Omid (Diyarbakır), Gzira/Gziro (Cizre), Mërde (Mardin), Suriye’nin Tripoli ve Mısır’ın İskenderiye’sidir. Bu listeye Katolik misyonlarının başpiskoposluk verdikleri Emes (Humus)’u da eklemek gerekmektedir. Basit açıklamalar piskoposluk merkezlerinin nasıl tayin edildiğini yeteri derecede göstermektedir.

Ayin usulüne dayanan, Ortodoksluk, Katoliklik, Nasturilik ayırt edilmeksizin Türkler, tüm Hıristiyanlara ve onlara yol gösterenlere vurmuştur. “Kürdistan, Mısır, Mezopotamya ve Suriye’ye“ dağılmış 30. 000 kişilik Süryani topluluğunun hangi ölçülerde sayılarının azalmış olmasının sırrı, belki daha sonraki araştırmalarda saklıdır.

Doğu Kiliseleri Birliğinin en eskisi ve de karşısında aynı ayin usulünden bir kilisenin bulunmadığı29 “Maruni Kilisesi“ ne Suriye’deki sorun nedeniyle sadece pasajlarla değineceğiz. Süryaniler’in başpiskoposluk kentleri: Halep, Beyrut, Şam, Tir ve Sidon. Piskoposluk kentleri ise Baalbek, Jabayıl (Gebail), Batrun, Tripoli’dir. Bunlar diğer halklardan daha az eziyet görmüşlerdir. Süryani Kilisesi gerçekten Ermeni Kilisesinden daha az acı çekmiştir.30 İstanbul’da kurulu bulunan Katolik Ermeni Patriği hakimiyeti altında 18 başpiskoposluk veya piskoposluk mevcuttur. Acaba hangisi şimdi yaşamakta? Bir zamanlar bu kilisenin hiyerarşik tanımı içinde döküm yapılmış olup, buna göre; İstanbul, Halep, Diyarbakır, İsfahan (İran), Mardin (Mezopotamya)’de beş başpiskoposluk, Adana, Tarsus, Ankara, Bursa, Kayseri, Kapadokya, Erzurum, Maraş, Muş, Sivas (Sebaste), Tokat, Trabzon, Harput, Malatya (Melitene) ve Mısır’ın İskenderiye’sinde 13 tane piskoposluk mevcutmuş.31

Bu merkezlerden kaç tanesinin dini lideri öldürülmüş ya da kaçmıştır? Zararın tespiti için meydana çıkış süresini bilmek kiliselerin eski durumunu bilmek gerekmektedir. Çelişik veya eksik bilgilere dayanan haberler olayı saptırmaktadır. Bana göre, Musul’daki Fransız misyonerlerinden birine ait haberlere başvurmam hiçbir işe yaramadı, zira savaştan 4 yıl önce Fransa’ya gelen Aziz Dominik misyonundan R. P. D. Berre, Misyonların durumunu 1910 yılında Sosyal Reform adı altında açıkladığı bir konferansta gözler önüne sermişti. Din kardeşlerinin kendisi hakkında bildikleri tek şey kaybolduğudur. Akibeti konusunda herhangi bir bilgiye sahip değildirler. Bu bir örnektir ve buna benzer olaylar çoğaltılabilir. Peki anayurttaki yıkımların tespiti nasıl yapılacak? Elden geldiğince onarımın tespiti için zamanı tayin etmek lazımdır. Şimdi ant içtikleri zaferler için acele eden ve bu konuda ümitlerini hiç yitirmeyen ezilen halklar layık oldukları yerde bunu nasıl yapacaklarını söyliyelim.

7

Onarım ve Teminat

Türkler’in boyunduruğu altında ezilen bu kiliselerin dini liderlerinin Fransa’nın reklamını nasıl yaptıklarına tanık oldum. Geçen yılki katliamlardan sağ olarak kurtulan Piskopos Awgin Yacqub Manna (Evgin Yakup Menne) “Türk idaresinin elinden ulusunun kurtulması, acılarına son verilmesi için güçlü müttefiklerin desteğini istemiştir.”32

Urmiye’deki Lazarist Misyonu, halkı adına 80 yıldan fazla süreden beri ilmiyle bize ışık tutan, parasal33 yardımlarıyla bize destek olan Fransa’dan yardım talebinde bulunmuştur. “İliklerine ve yüreklerinin derinliklerine kadar“ Fransız halkına duyulan aşk teyid edilmiştir. İstanbul Büyük Elçiliğimizin açılışından itibaren, Fransızlar’ın, etkimiz altındaki Doğu Hıristiyanları’yla ilgili kaygılarını tarihin yazması zor olmayacaktır.

İran konusuna gelince; İsfahan sarayında büyük Fransız kralını şerefiyle temsil eden ve ticari görevi konusunda XIV. Louis’e34 1709 yılında hesap veren bu büyük elçinin biraz şatavatlı anlatımından alıntı yapmak uygun olacaktır. Ama eskide kalmış ve uzak anıların yerine tamamen güncel ve bize daha yakın sonuçlara başvurmak en iyi yöntemdir. Süryani ve Kildani uluslarına garanti sağlayacak ve hepsini zengin ve mutlu edecek yöntem,  1915 yılındaki konferansda Dr. H. de Brun tarafından öne sürülen özgür bir genişlemedir. “Brüt olarak“ Suriye’nin kaynakları tespit edildikten sonra geçmişteki engellere rağmen “temiz, faal, zeki bir idare altında bunun gerçekleştirilebileceğidir.“35

“Bir zamanlar Roma’nın ambarı durumunda bulunan,“ meyve bakımından zengin Hawran, üç sahil düzlüğü ve Lübnan, Anti-Lübnan Dağlarının zenginliklerinin dökümü yapılmıştır.  Yeraltı zenginlikleri; kurşun, bakır, karbon, mermer, asfalt, Yahudistan’daki kaya tuzu, Ürdün’deki petrol, Hanin ve Tiberiya’daki maden kaynakları, hayvancılık, olağanüstü ticari mübadele olanakları. Beyrutlu profesör, yaşadığı ve gördüğü ve yapay olarak, ülkenin çöküşü tezinin açıkça Türk idaresinin işi olduğuna tanıklık etmek için gelmiş bulunmaktadır.36 Eğer Suriye boşalır, Amerika’ya göç ortaya çıkarsa ve 160. 000 km2’lik bir alanda 3, 5 milyon topluluk kalırsa, bu durumda 20 milyondan fazla insan bu topraklardan faydalanacak ve beslenecektir.

Bu da Osmanlının kötü idaresi altında Suriye’nin yokolması demektir. Ülke yönetiminden vazgeçen Suriye, Fransa’dan canlılığın, gücün ve “inanılmaz inan birikiminin“ harekete geçirilerek kendisine yardım edilmesi talebinde bulunmuştur.37 Gelecek güvencesini, uzun yıllar süren zulmün ve acıların bedelini, yüzyıllar boyu maruz kalınan yıkımların onarımını, bu ezilen halklara temin edecek çareyi Dr. de Brun açıkça şöyle formüle etmiştir: “Bugün Osmanlının tasfiyesinin kabaca ortaya çıkması ve tüm geçmişiyle bizi kendisine bağlayan,38 bize güvenen Suriye; kendisini Türk baskısından kurtaracak hareketi sabırsızlıkla beklemektedir. Suriye’nin bu isteğini geri mi çevireceğiz? Bizim için yanıt kuşkusuz hayır olmalıdır?“

Doğu’daki sorumluluk ve haklarımızla ilgili uygulamaya muhalif olan dini, siyasi, askeri ve mali konulardaki itirazları tek tek gözönüne alarak olaya usta bir şekilde yaklaşılmalıdır. Bütün kanıtlar ele alınmalı ve öz anlatımla konuyu açıklamalayız. Bu öncelikle Süryani sorununun çözümüne bağlı olacaktır. Suriye ve Filistin’in işgal edilmesi, insani ve mali fedekarlıklarımızı sıfıra indirecektir.39

Suriye‚ Kudüs, Halep, Şam, Beyrut gibi zenginlik içinde yüzen kentlere sahip, ölüleri ünlü ve azizlik mertebesine ermiş, bugün tasarrufu seven zanaatkar çiftçi ve işçileri, pratik bankerleri ile zeki ve temiz tüccarların ortaya çıktığı eski Fenike’nin faal ve soylu geçmişine sahip bir ülkedir.

Bu aynı zamanda bize, bir zamanlar işgal ettiğimiz bu toprakları 30 yıldan beri elinde bulunduran Avusturya, Almanya ve İtalya ticaretine karşı avantajlı şekilde mücadele olanağı ve 500. 000 sığınmacıyı bize bağlama avantajı sağlıyacaktır. Etki alanımızda bulunan Suriye’nin din, coğrafya ve denizcilik avantajlarını belirttikten sonra, dinimizi de biraz ekleyerek adımızdan nefret edilmesi yüzünden, müttefikleriyle Suriye’de dökülen kanla ikinci defa kutsanan, uzun süreden beri bütünüyle Fransız ruhuna sahip, Süryani’nin beklentisine yanıt vermek ve kazanılmış haklarımızı tamamen kullanmak istiyorsak, savaşacağımız düşmanımızın ve gerçek rakiplerimizin kimler olduğu bilinmeli ve bunların kim olduğunu Dr. de Brun işaret etmektedir.

“Sarsılmaz bir inançla bize bağlı olan Süryaniler’e karşı görevimizi yerine getirmeliyiz“ diye haykırdı. Konuşmacı ortaya koyduğu bu sevginin kanıtlarını sık sık dile getirdi. “Suriye seferine giden askerlerimizin yattığı kutsal 1860 Fransız Mezarlığı’nın anısı insanın kanını titretmektedir.” Kudüs Hıristiyanlık Krallığını yıkan, Arap fatihinin mezarına büyük bir şatavatla hacı olduktan sonra, ruhu tamamen Müslüman olan, Türkleri büyük bir ustalıkla ikna etmek için Suriye’ye gelen II. Guillaume’yi (Alman Kayzer II. Wilhelm), Beyrut’taki soğuk karşılama “Süryaniler’in Fransa ile beraber hareket“ ettiklerinin en belirgin ispatıdır. Bu güzel anıyı yazmadan geçmeyelim.

Abdülhamid birşeyler yapılmasını ve şatavatlı bir gösteri düzenlenmesi emrini verir. Gerçekten kortej çok şatavatlı idi; altın süslemeli devlet memurları, göz kamıştıran süslemeleri ile koruma subayları, askerler, harem ağaları, herşey tamamdı; ama eksik olan tören alanındaki sessizlikti. Buz gibi ölüm sessizliği! Balkonlarda görülen birkaç meraklı, birkaç açılan perde ama ne heyecan vardı ne de canlılık! Sessiz kentin üstünde, para karşılığı düzenlenmiş yapay bir resmi tören, kayzere karşı sanki bir düşmanlık atmosferi oluşturmuştu. İşte haklılığını teyid etmemiz gereken, açık yürekli, cesur, cömert ve sadık Lübnan, işte oralarda nasıl sevildiğimiz! Ne yazık ki bize olan sevgilerini bugün pahalıya ödemektedirler. Almanya’nın emriyle hakir görülmüş, hapishanelere atılmış, alçaklığın her türlüsüne maruz kalmış, Anadolu’nun değişik bölgelerine sürülmüş dostlarımız. İşte Guillaum’un affedilmez bir suç işlediğinin, bir halkı nasıl kışkırttığının delili! Bahane yasalarla dükkanlar ve depolar yağmalanmış, besin erzakları talan edilmiş, rekoltelere el konulmuştur. Halk, Alman subaylarca komuta edilen başıbozuk askerlerin keyfiyeti altında alınan vergiler altında ezilmiştir. Hiçbirşey değişmemiş, değişmiyecektir. Ama ezilen halk bize daha çok bağlanacaktır.

“Şeref, dürüstlük, incelik“ ve minnettarlıkla bizi seven ve yalnız bırakmamamız gereken bu halk, bir Fransızın düşünce temelini oluşturan bu kavramların peşinden gitmektedir. Ulusal çıkarlarda olduğu gibi resmi olarak söz, bizi buna mecbur etmektedir. Sözkonusu olan bu soylu ve haklı davanın yılmaz savunuculuğuna sahip çıkıp çıkılmamasıdır.

Masrafların bölünüp azaltılmasını kabul eden ya da tümünü hak olarak isteyip kabul ederse Fransa, stratejik, diplomatik ve ekonomik tüm avantajlarıyla birlikte geçmiş kuşakların ona sunduğu mirası kabul edecektir. Nihayet kararımızı bekleyen Fransızlar için kurtuluş belgesini hazırlamak ve tüm güçleriyle durmaksızın çalışılacağına, dinleyicilerin hep birlikte ant içmesinden sonra son olarak şunlar eklenmiştir: “Fransa ne yapması gerekiyorsa onu yapacaktır. Fransa ne boş inançlarla ne de alınan kararın ön yargısıyla hareket etmiyecektir. Fransa, yaşamı, erdemi, zenginliği, acısı, zaferiyle, M. Leny’nin dediği gibi diğer ülkelerden hakkı daha fazla olan Suriye ve Filistin’i hak olarak istemektedir.“

“Bunun tersini talep etmek, galip Fransa’ya küçültücü bir şekilde iktidardan vazgeç demek, geçmişimizin tüm ihtişamını önemsememek ve geleceğimizle ilgili gelişmeleri tehlikeye atmak demektir.“

8

Suriye’deki Fransa

M. Georges Leygues’in hala ondan bahsederken övündüğü ve konferansındaki demeciyle ya da daha çok Beyrutlu profesörün belgeyle onayladığı, açıkça dile getirilen bu akit, Dr. de Brun’un savunmasında zekice anımsatılan daha önceki beyanların resmi yorumu olarak ifade edilmiştir. Gerçekten bu, Suriye ve Filistin konusundaki Fransız hareketinden sonra siyasi, ekonomik ve özellikle eğitim hareketine de girmiştir. “Düşüncem, kimsenin Fransa’nın bize sağladığı haklara açık şekilde itiraz etmemesi ve Londra Büyükelçimiz M. Gambon ve Sir Edward Grey arasındaki uzlaşma sonrası bu hakların, Dışişleri bakanı olduğu dönemde M. Poincare tarafından Yüksek Senato’da büyük bir ciddiyetle teyid edilmiş olmasıdır. 21 Kasım 1912’deki olaylı bir konuşmada, M. Poincare bu konu üzerinde bizim ve İngiliz Hükümetinin arasında bir aykırılık olmadığını beyan etmekten memnunluk duyduğunu ifade etmiştir. Bu bölgelerde İngiliz hükümetinin siyasi hiç bir istek ve talebinin olmadığını da eklemiştir. Bize gelince, geleneklerimizden hiçbir ödün vermeyerek, kazandığımız sevgiden vazgeçmiyerek, Fransız adına karşı yapılan saldırılara karşı koyarak, yurtseverliğimizi tüm enerjimizle sürdürmeye devam edeceğiz.“

1912’de Fransa’nın parolası değişmemişti, ancak iki yıl sonra 11 Mart 1914’de Suriye sorunu ile ilgili 1860’tan beri Dr. de Brun’un dediği gibi, Fransa’nın en görkemli resmi belgesi olabilecek, anılmaya değer o oturumda; Fransız politikası konusunda M. Georges Leygues Millet Meclisinde ortak oy kullanma fikrini ortaya atmıştır.

Türkiye’den boşuna yaşama özgürlüğü isteğinde bulunan Önasya’daki ezilen ulusların haklarını güvence altına almak ve Suriye’nin statüsünü net olarak belirlemek hususunda, Almanya dışında tüm ülkeler, Doğu Sorunu’nun doğurabileceği savaşlara neden olacağı kaygısıyla kesinlikle ihtiyatlı davranmaktadırlar. “M. Georges Leyguer’in ifade ettiği gibi biz Önasya’nın bölünmesini ne istedik ne de öyle bir istekte bulunduk. Türk İmparatorluğunun bölünmesini erteleyebilirsek, Avrupa’nın daha sonra uğraşmak zorunda kalacağı zorlukların olmaması için de bir şans doğmuş olacak, ama olacaktan kaçamayız.

Osmanlı İmparatorluğunun kaderi, Almanya’nın eline geçtiğinde belli olmuştu. Türkiye’nin ölüm belgesi Berlin’e gönderilmişti…. Çabalarımıza rağmen Suriye sorunu devam etmekte ve biz bundan bir ders çıkarmaya mecburuz. Bu Fransa için hayati bir sorundur.“ Eski bakan, bize umut bağlayan uluslara karşı hak iddialarımızın nasıl bir görev ve bu yüzyıllar boyu süren etkimizden feragat etmenin de nasıl çaresizlik olduğunu göstermekte güçlük çekmiştir. Gerçekten sorun, hem Suriye hem de Hıristiyanlar için hayati önem taşıyordu.

“M. Leygues, Suriye’de hiçbir kenti artık kolay idare edilemeyecektir; çünkü amacımız, onları Türk boyunduruğundan kurtardıktan sonra, kendi ayakları üzerinde durabilecekleri ortamı temin etmek olacaktır, demiştir. Orda yaşayan halk bizden yana olandır: Yani yürekleri ve ruhları bizle olan. Burda orduların fethi ve zulüm yoktur; kredilerle ekonomik yapılanma, kentlerin imarı, haberleşme ağı, mesleki eğitim ve öğretim olacaktır. İşte; gücümüzü aşsa da, beceremiyecek olsak da başlattığımız hareketin ne olduğu? Ulusların çabaları ve harcanan paralar sayesinde Fransa’nın bu hareketinin açıkça taraf bulmasına, Dr. de Brun’un 1915’de okuduğu programın dinleyiciler tarafından alkış tufanıyla karşılanması, programın onandığını gösteren işarettir. Bunun Fransa tarafından onanması Süryaniler için refah ve mutluluk demektir.

Eski bakan, bu resmi beyanatların, Doğu Fransa uluslarının ümitleri ve bahtsızlıkları üzerine yapılan çalışmaların gerçek sonucu olduğunu da eklemiştir. “Eğer bana Suriye’de inşa edilmesi gereken siyasi rejimin ne olması gerektiğini sorarsanız: Asimilasyon ve ilhaktan uzak rejim olmalıdır derim; çünkü daha önce verilen hakları ve muafiyetleri küçültmek ve daraltmak yerine genişleten, bayrağımızın gölgesinde yaşıyacak ulusların isteklerine yanıt verecek, yönetimde en geniş anlamda birlik oluşturacak, ülke değerlerine uygun, herkesin inanç ve töresine saygı gösterecek, barış içinde özgürlüğü, adaleti ve refahı maksimum düzeyde temin edecek rejim olmalıdır.“

Uzun deneyimler sonucu, iyiliklerle tanıştıran etkinliğimizi hatırlayan uluslardan hangisi kuşkuya düşer ve bu deklerasyonun önemini yadsıyabilir? Eski Türk İmparatorluğu’ndaki diğer uluslardan daha fazla, Doğu Fransa adını onore eden Suriye, bayrağımızı sevecek, diğer Fransızlar’la uyum içinde olacaktır. Bütün bu uluslar uzun yıllar acı çekmiştir ve kurtuluşlarının bedeli kandır. Mutlu ve bahtiyar olacakları gün yakındır.

9

Ekler

1706, 1707, 1708 ve 1709 yıllarında majestelerinin özel elçisi sıfatıyla sayın Michel’in İran’a yaptığı yolculuğun anıları…  Birçok ilginç örneği teşkil eden büyük elçi Fabre’nin hayalperest maceraları, misyonu çerçevesinde bu ilginç uygulamaların kötü etkinliklerini düzeltmek için gönderilen Lille’li sayın Michel’in40 kaleme aldığı yazılar. İran yolculuğu üzerine sayın Michel’in anıları: »Basılı olarak İran anılarını görmek olanaklı değildir. Burda ne başımdan geçen maceraları ne de gördüğüm yerlerin durumunu yazacağım. Ama bunun yanında İran’daki hem siyasi, hem ticari hem de dini yapı konusunda kaleme aldığım bütün olguların ve Fransız Sarayına dönüşümdeki görevimle ilgili verdiğim hesabın ayrıntılarını aktaracağım.

“Kralın işleri için İstanbul Büyükelçisinin bulunduğu  saraya gitmemi emreden Prens Racoery tarafından buraya gönderildiğimde, majestelerinin İran’a olağanüstü elçi olarak M. Fabre’i atadığını öğrendim.41 Saraya geldiğimde; en uzak ülkelerde Katolik mezhebinin gelişmesi ve büyük savaşlarda harcanan korkunç paraların bu büyük hükümdarın yanında hiç kaldığını gördüm.

M. Fabre önce İran’a geçmeyi düşündüğü Halep’e gitti; kendisinin ilginç davranışları Türkler üzerinde endişe uyandırmıştı. Bu nedenle İran elçisini kendisi ile gelmesi konusunda ikna etmesi için İstanbul’da 7 ya da 8 ay beklemek zorunda kaldı. Burada M. Fabre’ın geçtiği yerlerde neden olduğu skandalları da belirtmeliyim. Hatta anılarımın ilerleyen sayfalarında göreceğiniz gibi; onuruna kaybetmiş bir kadını, Fransa’ya getirmek gibi, Fransız ulusuna yapılan bir haksızlığa da neden olmuştur.»42

Sayın Michel ayrıca, M. Fabre ve Marie Petit’in İran Büyükelçiliğindeki ilginç olaylarını da kaleme almıştır.

»M. Fabre, ölümünden sonra, oğlunun kendi yerine geçmesini öğütler. Ama H. Fabre’nin öldüğü yerden birkaç mil uzakta bulunan Cizvit rahip R. P. Mosnier Fransız Misyonunun işlerini üstlenir ve Babil piskoposu Aziz Olon’lu M. Pidou gibi bir halefin olduğunu bildirir.43

Erivan Hanı’nın desteğiyle, herkesi hatta misyonerleri bile engellemeye çalışan Fabre’nin dul karısının entrikalarından Ferriol Markisi’nin haberi vardır.

»Fransız sarayına ulaşacak yanıt için geçecek süre içinde M. Fabre’nin ve Kralın hediyelerinin kaybolmasından korkulduğundan, ve kendisi 70’in üstünde olan Babil piskoposunun M. Fabre’nin halefliğini kabul etmemesi yüzünden benim İran’a gitmem istenmişti.

Bir çevirmen, bir yeniçeri ve iki uşakla birlikte İstanbul’dan ayrıldım ve 30 günde Erzurum yakınlarına ulaştık.»

Hareketli ve tehlikeli bu yolculuktaki olaylar bir yana, büyükelçinin kitabındaki en ilginç olay; Kapuçin Fransız misyonerlerden bir başrahiple, Tebriz ve Narşevan’da P. Mosnier ile sınırı geçmekte kendisine yardımcı olacak P. Ricard ile Erzurum’da karşılaşmaları olmuştur.

Bayan Petit ile ilgili merakını Tebriz’de giderdikten sonra, Fransız heyeti Sofi’ye ulaşmak için yola koyulur.

“Gitmek için herşey hazır olduğunda, Tebriz’den ayrıldım ve İran kralının kaldığı Terran (sic) yolu üzerinde bulunan Karbin’e doğru yola koyuldum. Mevsim kıştı; yerde üç adam boyunda kar ve korkunçda bir soğuk vardı.“

Sayın Michel Erivan’a gelip, Marie Petit’i İran’dan çıkarmayı başardığında, tarih 8 Temmuz 1707’ydi. Şimdi de Erivan’a bir saat uzaklıktaki Kanakiyer Ermeni köyünde yazın sıcağına karşı dayanmak zorundaydı.

15 Temmuzda oradaydım diye yazar, Ermeni rahipler haç ve bayraklar ellerinde, cübbelerini giyinmiş olarak beni karşılamaya gelmişlerdi ve çan sesleriyle köye girdim. Kendilerini memnun etmek için önce kiliseye gittim. Kilisede bana İncil’i öptürttüler. Onlara teşekkür ettim ve imparator efendinin Hıristiyanlığın en büyüğü ve Katolik inancının tek yardımcısı olduğunu, kendi hatalarıyla İranlılar’ın esiri olduklarını ve beni dinledikleri takdirde kendilerine daha mutlu bir yaşam sağlıyacağımı söyledim. Bana kendilerinin İranlılar’ın esiri olduğunun doğru teşhis olduğunu ve kendileri için birşeyler yapmak istediğim takdirde patriklerine başvurmamı söylediler.

Büyükelçi, Haugeli Peder Basil, yalın-ayaklı Karme tarafından 15 ve 17 Ekim 1707 tarihlerinde Zulfa ve İsfahan’da ele geçen mektupları da notlarına eklemiştir. Sofi’nin sarayına onurla kabul edileceği haberini alır. “Amacımız, dinin hayırlısını elde etmek olduğundan, ilahi takdirin, bütün niyetlerimizi kutsayacağı ve bu yolda yardımcımız olacağı inancındayız. Kasım ayı içindeyiz ve burada kralı beklemekteyiz.“

25 Kasımda, P. Villotte, Zulfa’dan P. Mosnier ve P. Langlade’nin misyonerlerin başarısını ve tutumlarını kendisine anlatan bir mektup yazmıştır. Bu mektupta elçinin çok zor koşullarda yolculuk ettiğine tanıklık eden bir misyoner anlatımı da mevcuttur. Sayın Michel 13 Mayıs 1708’de “tüm Fransız ve diğer misyonerleri ziyaret“ ettiği İsfahan’a bir mil uzaklıktaki Tokşi’ye ancak ulaşır. 7 Haziranda huzura kabul edilir ve Sofi’ye gönderilen hediyeler listesini içeren uzun bir konuşma yapar, Aziz Charles P. Basil tarafından Farsça’ya çevrilen Pierre Victor Michel’in katkılarıyla gerçekleşen Fransa kralı ve İran kralı arasındaki antlaşma bu anılarda belirtilmiştir. Antlaşma 29 maddeden oluşmaktadır.

22 Eylül, anavekil Bach’ın kendisine Ragam’ı verdiğini de sayın Michel eklemiştir.44 Bu anlatımlar, İran’daki kapitülasyonların misyoner özgürlüğünü ve güvenliğini 17. yüzyıldan itibaren nasıl güvence altına alındığını göstermektedir.

XVII. Yüzyılın Sonunda İran Misyonu

İran yolculuğu üzerine sayın Michel’in kitabına ek olarak, Piskopos Awgin Yacqub Manna (Evgin Yakup Menne)’nın yardımıyla Michel’in “Anı“ el yazması kitapçığındaki örnekler kadar ender olan bir kitapçığın varlığından haberdar oldum. Çok uzun bir başlığı olan bu küçük kitapçık 68 sayfadan oluşmaktaydı: Siyasi ve birçok kayda değer olayları, Hıristiyanlığın değişik kolları ve kendine özgü mezhepleri, Doğu’nun büyük bölümünde dinin durumunun yaşandığı İran anlatısı, Monsönyör Angers piskoposuna vakfedilmiş ve M. de la Forest de Bourgon tarafından yayımlanmıştır. Kendisine vakfedilen Monsönyör Poncet de la Rivier’in piskopos olmadan önce Aziz François de Sales gibi Chablais’de gençliği sıralarında misyoner olduğu (Nantes fermanıyla 1685’de azledildiği) ve Angers doğumlu Babil Piskoposluğu yardımcısının onun piskoposu olduğu, özellikle giriş bölümünde yazarın, “İran heyeti“ ile ilgili alıntılar yaptığı, Angers Semineri Ruhban Okulu’ndan çıkarılan ve kendini Tarih ve Coğrafya’ya veren M. de la Forest de Bourgon’un Ermeni Tarihi’ni yazdığını da öğreniyoruz.

Ama bu kitapçık, 28 Ocak 1701 tarihli Surath (Doğu Süryanice, Kildanice)’ın bir mektubu ve marjinal notlar eklenerek yayımlanmıştır. “Mektupta sözü edilen kentler Babil Piskoposluğu ruhbanlık yargısına bağlı olduğundan“ bu merkezlerdeki piskoposların tarih sırasına göre özgeçmişleri eklenmesi uygun görülmüştür. Yazarın marjinal eklemeleri, parantez aralarına koyarak aldığım pasajlar, bu kronolojik özete aittir. Uzun bir giriş içinde misyonerin mektubunun yokolmaması için yayımcı iki komposizyonu sona koymuştur

İmzasız bir mektup 6 yıl boyunca İran’ı gezen bir misyonere aittir. Kopya edilmesi çok zor olan bu mektup “Ermeniler, Süryaniler (Yakubiler) ve Nasturiler gibi Doğu’nun en eski üç mezhebi“ konusunda verilen bilgiler nedeniyle çözümlenmelidir. Yazar, Musul’a bir günlük yoldaki Eleos’da (Nahum peygamberin ülkesi) bulunan Nasturi patriği için çok serttir. (Musul, eski Ninova der M. de la Forest ve her yerde Musul’u böyle anar) “Kürt beylerinin desteği ile ayakta duruyor ve yaşamını sürdürüyordu.“ Diyarbakır Nasturi başpiskoposunun 2000 kişiyle birlikte Katolik olduğunu söyler. Ewtixes (Eutyches) sapkın mezhebinin öğretisini veren “Yakubi Süryaniler hakkında batıl inanışları ve temel hatalarını betimlemiş ve “Yalın-ayaklı Karme, Peder Eliya ve Cizvit Peder Bouchar’ın yardımıyla Babil Piskoposunun elleri arasında, mezhepten dönmeler görüldüğü ve piskoposlardan birinin sorguya çekildiğini de bildirmiştir. Antakya Patriği olarak bilinen ve Roma’ya kabul edilen Mar Tombros Patriği’nin (Süryani inancı) din değiştirdiğini açıklamıştır.

Ermeniler konusunda, Aziz Tade (Thadee) tarafından kutsanan Kral  Abiyas (Abias)’ın Urhoy (Urfa)’da vaftizini ve mezhebini değiştirmesine değinmiş ve aydınlatıcı Aziz Grigor’un harika hikayesini anlatmıştır.

Mor Yuhanun Macmëdono (Vaftizci Aziz Yuhanna, Yahya) Hıristiyanlığının veya Sabi mezhebinin bilinçsizlikten doğduğunu, onlar için Mesih’in Yahya, İsa Mesih’in ise onun naibi olduğu, inançlarının ise yalnızca kendilerini Müslümanlar’dan ayırmak için yaptıkları şarap içip, domuz eti yemekten ibaretti, der.

Yezidi veya Gesidi bağnazları iyi ve kötü olmak üzere iki ilke üzerinde duruyor “ İranlılar onları Oherag Koš“ yani ‘mum söndüren‘ olarak çağırıyorlardı. Çünkü toplantılarında tüm ışıkları söndürüyor ve kargaşa yaratıyorlardı.

Misyoner, başkentleri beylerinin oturduğu Medya (Medie) olan Kürtler’den ise “Bunlar Medler’in torunları olup, onların tüm acımasızlıklarını taşıyorlardı“ diye bahseder. Tüm komşularının nefret ettiği ve Türkçe’de Kürt anlamına gelen Kürt diye çağrılıyorlardı. Asya’nın en tehlikeli ve acımasız hırsızları olup, soymak istediklerini öldürerek işe başlıyorlardı.45 Bundan sonra misyoner, Nemrut Dağı ve Musul’a yaptığı 15 günlük yolculuğunda Kutsal Kitab’a ait anılarını yazmıştır. Ve bu konuda yazar yazının kenarına şunu eklemiştir: “Angevin soylusu, M. de la Boulaye le Goux yolculukları kitabında ondan alıntılar almıştır.“ Misyonerden alıntılara devam edelim:

“Geçen yıl Julfa piskoposu tarafından gönderilen 2 Ermeni piskopos ile Büyük Moğol ve İran kralının nezdindeki Doğu İmparatoru’nun olağanüstü elçisi ve Papa elçisi M. Ancyre Piskoposu önünde yaptığım konuşmanın metnini ruhban okuluna gönderdim. Annatatöre (notlar yazan) göre bu metin 1702 yılında Paris’te basılmış olup, kitabın o kadar önemli olmadığı, ama Türk ve İran rejimi altında inançlarını korumak uğruna Ermeniler’in metanetleri konusunda misyonerlerin görüşlerini içermesi bakımından önem taşımaktadır.

Doğunun tüm kiliselerinden en fazla bedel ödüyen Ermeni Kilisesi’dir, diyebilirim; çünkü Müslüman halkla içiçe yaşamaktadırlar. İran’da öyle acımasız yasaya maruz kalmışlardır ki, Tanrının mucizesi olmasaydı metanetleri şimdiye kadar bin kez yokolmuştu. Bu yasalardan ilki, dinini değiştiren kişiye; anne ve babasının ölümünden sonra kalan malları elde etme hakkı tanıyordu.“

Misyoner şahit olduğu acaip örnekleri şöyle anlatmaktadır:

“İran’da Ermeniler’i köle durumuna düşüren ikinci zorba yasa ise, Sofi’nin hoşuna gitmesi halinde Ermeni kız ve kadınlarının elde edilmesi hakkıydı.“

İran’da kaldığı 6 yıllık süre içinde, kentlerde Sofi’nin kendinden olmayan insanlara karşı tutumunu da göstermeye çalışmıştır. Sonuçta çektikleri acıların yanında “Frenkler“ olarak adlandırılan Roma ulusu sayesinde özgürlüğe kavuşacaklarını önceden haber veren Aziz patrikleri Büyük Narse’nin kehanetlerinin sayesinde, Ermeni ulusuna destek olan sebatkar umutları“ üzerinde de durur.

1639’da Sofi’nin hakimiyetine giren Gürcistan halkları ve Georgiens sözcüğü üzerinde durur; bunu bilinçsiz inanç olarak anlatır. Misyoner yazısını Ancyre başpiskoposunun ölümünün yolaçtığı işlerin yoğunluğuna bağlayarak son verir ve gelecek için diğer ayrıntıları gönderme sözü vererek mektubunu keser.

Bu ilk yazının editörünün, ilk küçük kitapçıkla yetinmeye çalıştığı izlenimi vermektedir. Saliq/Selewkiya ve Babil kentleri üzerine bilimsel yazısında herhangi bir ekleme ve çıkıntı yapılmamıştır.

Babil Fransız Piskoposunun Kronolojik Özeti

Bu ünvan altında bilinen Babil veya Saliq/Selewkiya’nın eski piskoposlarından burada bahsetmek istemiyorum. Bunlardan ilki bilimadamlarına göre, Aziz Pavlos tarafından oluşturulmuş ve halefi olmak için öncelikle Doğu’da Konstantinopel Patrikliği, Kudüs Piskoposluğu ve diğer ünvan ve imtiyazlara sahip olmak gerekiyordu.46

Bu özette, Papa VIII. Urbain’in vekaletini, Fransız ulusunun vermesinden itibaren yalnızca bu kiliseyi yöneten ve yönetmiş yüksek dereceli dinadamları söz sahibi olmuştur. Önceki yazıtta bahsedilen tüm kentler İran’daki47 yüksek dinadamları, Babil Patriklik niteliği taşıyan Babil eski piskoposlarının dinsel buyruğu altındaydılar ve vakıf gelirinin M. M. E. Ricouard adlı soylu bir Fransız kadına verilmesi sonucu, bu ünlü merkezler koyu Hıristiyan majestelerinin atadığı yüksek dinadamlarınca rezerve edildiğinden, 1638 yılında bu hakimiyet Babil Latin piskoposlarının eline geçti. Babil’in ilk Fransız piskoposu yalın-ayaklı ruhban R.P. Bernard de Saint-Therese idi. Bu yüksek dinadamı, Papa VIII. Urbain’nın buyruğunu Roma’da aldıktan sonra, Fransa’ya döner ve Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğu’ndaki olağanüstü elçisi M. de La Haye Ventelette’i İstanbul’a götüren48 gemiyle, 10 Temmuz 1639 tarihinde Marsilya’dan ayrılır ve büyük bir konuşma yaptığı Ermenistan’ı gezdikten sonra İran İmparatorluğu’nun başkenti olan İsfahan’a yerleşir.49 Daha sonra Fransa’ya döner ve yabancı Misyonları Ruhban Okulu’nu kurar, 1664 yılında Babil Piskoposluğu’nda kendisine halef olarak Benediktin misyonuna bağlı Messine de Chemin’e yardımcı bir ruhban olma talebinde bulunur.

Bu yüksek dinadamı İran’a dönmez; Hamadan’da cennetlik olarak ölen ve Mareri’nin Kayseri piskoposu olarak adlandırdığı M. L’Abbe Piquet’nin (Lyon’da doğmuş ve Halep’e konsolos olmuştur) halefi olur.

Polonya Ermeniler Birliği için 20 yıldan daha fazla bir süre başarıyla çalışan, Roma’da çok büyük bir ün kazanan ve Monsenyör Piquet ile aynı çizgide bulunan Messire Louis-Marie Pidou, Aziz Olon şimdi Babil piskoposudur.50

Geçen Ekim ayında Versailles’a gelen bir ruhban, İran kralından aldığı yanıtları, Monsenyör Aziz Olon sayesinde yayınlamıştır. 1707 yılında Monsenyör de Saint-Olon 40 yılın verdiği yorgunluk nedeniyle halefi olması için Saint-Martin de Tours’un büyük yardımcısı ve Sorbonne Üniversitesi’nde doktor olan M. Galiczon’u Roma’ya önerir. Papa ona Romanya ya da Trakya’de, Agathople piskoposluğu ünvanı verir. 1708 yılında kutsanır ve Babil’e gitmek üzere Paris’ten ayrılır. 3 Kasım 1708 tarihli La Gazetta de France şöyle yazar “28 Ekim Saint-Martin’de Tours Kilisesi yardımcısı, Sorbonne Üniversitesi’nde doktor olan rahip Galliczon,51 Babil yardımcı ruhbanlığına ve Agathopolis piskoposluğuna atanmıştır.“ (No. 44, s. 528) Majesteleri ve Papa’nın atadığı bu yeni ve üstün dinadamından size gururla bahsetmekteyim.

Eski adı Babel/Bobël (Babil) olan, bugünkü adıyla Buğdëd (Bağdat)’ın aynı yer olup olmamasının, coğrafyacılar arasında bir sorun olduğunu belirtmek zorundayım. Bazıları hala eski adı kullanmaktadırlar. Otoritesi kabul edilen Dr. Mr. Bochart, Bağdat’ın bulunduğu yerin eski Saliq/Selewkiye olduğu savını ileri sürmüştür. Çünkü bu iki kente Dicle kıyısında kurulmuş olup, Babil olarak bilinen bu kentin 54 km uzaklıkta, Nikanor tarafından Babil kalıntıları Saliq/Selewkiye’de bulunmuştur. İkisinin üçüncüyü kutsayacağı, Doğu Misyonu’nun üç piskoposunu görme merakı ve çok sayıda kutsanacak kişi olması birçok kişinin ilgisini çekmiş. Noailles kardinali, Monsenyör Cardinale d’Estrees’nin de hazır bulunduğu bu yüksek dinadamları onuruna bir akşam yemeği verdi. Yemek sonrası, Doğu Misyonlarının durumu hakkında konuşmalar yapıldı. Conon piskoposu etkili bir konuşma yaparak orada bulunanların hepsinin memnuniyetini kazanmış ve bu büyük dinadamı hesap vermek için Roma’ya gideceğini söylemiştir.

1709 yılında Aralık ayı içinde Mercure Galant bize aşağıdaki detayları vermektedir

“Size sık sık bahsettiğim, kraliyet tarafından İran’a gönderilen M. Michel, bu büyük yolculuktan dönmüş, Versailles Sarayı’nda büyük bir şerefle kralı selamlamış ve kral yaptığı hizmetlerden dolayı çok memnun kalmıştır. Heyet, çok değerli kumaşlar ve insanı hayrete düşüren değerli eşyalar sunmuştur. Heyet hayvan koleksiyonu yapılan İran’dan kediler de getirmiştir. Fransa’dakilere benziyorlardı, ama tüyleri 10 katı daha uzundu. Sofi’nin hediyesi ise üç ayak uzunluğunda ve bir ayak eninde bir torba ve mükemmel bir halı olmuştur. Heyetin İran’da yaptığı antlaşma ve kapütülasyon, tam özgürlükle Katolikği bu uçsuz bucaksız imparatorluk içinde sürdürebilecek misyonerler ve özellikle Fransız ulusu için büyük avantajlar sağlamıştır. M. Michel’in İran’daki tutumu ve görevi sırasındaki bilgeliği ve ihtiyatı konusunda sergilediği davranış herkesin takdirini kazanmıştır. Ortadoğu’da Cizvitler’in sahip olduğu misyonların vekili Peder Fleuria, Paris’deki Cizvit pederlerin kilisesinde küçük perhizin son pazar günü, her yıl yapılan Ortadoğu misyonları büyük törenini 24 Kasım pazar günü gerçekleştirdi. Majestelerinin desteğiyle Louis le Grand Koleji’nde52 okuyan Ermeniler ve Maduralı bir Hintli geleneksel giysileriyle törene iştirak ettiler ve Monsönyör Agathapolis piskoposu Papa’yı temsilen katıldı. Kendini misyonlardaki uğraşa adıyan canlar için, yemekten sonra Peder Canapville çok güzel bir vaaz verdi… Genç Ermeniler’den üçü ülkelerine dönmek için, daha sonra ayrılmak zorunda kaldılar.“

Lübnan Marunileri Hakkında Cremieux’ün Söylevi

“Moniteur Universel’de yayımlanan 3 Haziran 1847 tarihli Millet Meclisi’ndeki oturumun özeti, 70 yıl sonra gerekli görülmüştür. Maruniler ve Dürziler ile ilgili iki başvuru konusunda raportör M. Paul Daru dilekçelerin53 Dışişleri Bakanlığı’na gönderilmesi kararına varmıştır.

Guizot yeni araştırmalar için süre talep etmiş, ama M.M. de Quatrebarbes ve de Malville’nin baskılarıyla raportörün kararı benimsenmemiştir. Muhalefet yapan bu taraf Türkiye’nin korkulacak bir şey olmadığı tezini savunuyorlardı. Bir konuşmada: “Fikrimi iki sözcükle özetliyorum; Suriye’den döndüğümde, yani 8 yıl önce bunu belirttim: en doğru şeyi yapacağımıza inanıyorum, bu, Osmanlı idaresine Hıristiyan halkların kendisi için tehlike oluşturmadığına ve Hıristiyan halkları da Osmanlının bir canavar olmadığına ikna etmektir.“ Merkez Parti’nin tasarısı kabul edilir ve bir bütün olarak konuşması gereken M. Cremieux müdahele eder. 4 Temmuz 1847 Moniteur’den aktarıyorum: “Onu inkar ediyorum, şerefli raportör tarafından sunulan düşünceler çok iyi takdim edildi ve aldıkları karar duygusal nitelikteyse…. (farklı hareketler) kesildi.“

M. d’Haubersart

M. Cremieux … M. d’Haubersart’ın ifade ettiği düşünceye yanıt vereceğim; konuşmama başlamadan önce anlayamadığınız sözlerimin kesilmemesini rica ediyorum (gülüşmeler olur). Şunu demek istiyorum: Düşüncelerin ifadesi usulünü onaylayanlarla hemfikirim, ama temel düşüncesini onaylayanlarla çok uzağım. Nedeni çok basit; bu mecliste, bir partinin onayını alan konuşmalar üzerinde bir an düşünmek isterseniz, kolayca acınacak bir sonucu görürsünüz. Şu sözcükleri duydum: ‘Lübnan’daki Hıristiyan halk için Korumamız bir korku yaratacaktır.‘ İşte duyduğum şey; tamam, benim de gördüğüm bu ülkelerdeki Korumamız yalnızca Lübnan’daki Hıristiyan halkları Fransa’ya bağlamak değil, aynı zamanda Doğu ile sahip olduğumuz çok güçlü bağlarla bu halkları Korumamız olmalıdır. İnanınız ki, eski anlaşmalardan doğan bu Koruma, Fransa’nın 1840’dan beri Doğu’da sürdürdüğü üstünlüğü de pekiştirecektir. Evet şu anda bile Doğu’nun her bölgesinde Fransa’nın Korumasına başvurulmaktadır. Doğu’da gezide bulunduğum sırada; bu Korumadan nasıl saygıyla bahsedildiğini, Hiristiyanlar’ın durmaksızın Fransa’ya, yardım edilmesi için talepte bulunduğunu gördüm. Çünkü Fransa yüksek sesle konuşmaktadır. Fransa’nın Koruması, yüzyıllar boyu etkinliğiyle varolmuş ve Lübnan’daki Hıristiyanlar’ın tek Koruması olmuştur, diyebilirim. 1840’taki olaylar, Fransız etkinliğine en kötü darbeyi vurmuştur.

Onu canlandırmak olanaklıdır, ama içtenlikle istemekle olur. Evet beyler, Avrupa Birliği’ne girmek için 29 Ekimde Bakanlık, tamamı Fransa’ya karşı olan en iğrenç onayını vermiştir. Ve bu andan itibaren Lübnan’daki Korumamız için, ölü bir duruma gelmiştir diyebiliriz. Nasıl? Lübnan’da ne olup bittiğine aktif olarak taraf olmalıyız! 1840’tan sonra, 1841 yılında bazılarının bizi daha iyi bir gelecek vaadiyle oyaladığını anladım; ama 1842, 1844, 1845, 1846 olaylarından sonra, burada şunları duydunuz! Lübnan Dağı’nın her noktasına ulaşan yıkımı, felaketi ve Lübnan’daki Hıristiyanlar’ı yok eden cinayetleri; evet beyler sizleri, Fransız ve Hıristiyan halklarını uyandıran bu korkunç cinayetlerdir! Aktif olarak müdahale etmeyelim diyenleri onaylamanız ise acıdır … Söylemek istediğim, çok büyük acımasızlıklara maruz kalan, sefil durumda bulunan bir halkın karşısında her yerde söylediğim gibi Fransa’nın bu halka, tüm gücü ve isteği ile yardım etmesidir. Evet beyler, konu Lübnan’daki Hıristiyanlardır! Yüzyıllardan beri kardeşlerimiz olan, sadece din kardeşiniz olmayıp, aynı zamanda savaşta ve savaş alanlarında kardeşleriniz olanlar. Her halükarda bunu görmeniz olanaklıdır; Aziz Louis, Napolyon örneğinde olduğu gibi.

Lübnan Hıristiyanları’na yardımınız, “Endişe düşürmeden müdahalenizde Türkiye’yi ikna etmek; Hıristiyanlar’a ise, Türkiye’yi endişeye düşürmemelerine dikkat ederek yapacağınız müdahalede, Hıristiyanları ikna etmek, yoluyla olur. Beyler inanın ki; Doğu’da Fransız nüfuzuna karşı vurulan son darbedir. Ve bu ülkede konuşulan ilk şeyin de bu olduğunu belirtmeliyim.

Suriye’de İbrahim Paşa idaresinden bahsedildi. Baylar, Suriye’nin bu sorunlarla boğuşmadığı bir zamanda; Mehmet Ali adındaki biriyle karşılaştım; o zamanlar Lübnan Hıristiyanları huzur içinde olduğu, ne Maruni ne de Türk hançerinin sırtlarında hissedilmediği zamanlar; Dürziler’in hareketlenmediği dönem. Olayların barbar İbrahim Paşa’dan kaynaklandığı söylendi. Hayır, hayır barbarın bu kadar değerli meyveleri yoktur. Mehmet Ali bunun barbar işi değil, hükümetin işi olduğunu“ söyledi.

Evet beyler Suriye’nin barış ve sükunete nasıl kavuşacağını biliyor musunuz; Dürziler’in Maruniler’e saygı göstermeleri nasıl sağlanacak biliyor musunuz? İşte Mehmet Ali’nin bana yaptığı açıklama:

“Ben ve çocuklarım kendi dinimizden olmayanlar hakkında bazı ilke ve düşüncelere sahibiz; başkalarının inançlarına karışmayız; herkes istediği ibadeti yapmakla özgürdür ve kamu düzenine zarar vermedikçe müdahale etmeyiz, tüm dengeleri gözetiriz.“

Elbette sizin dediğiniz gibi, barbar olmayan ama tersine barbara hükmeden liderin ellerine bırakıldığında, Suriye’yi ona bıraktığınızda, işte o zaman düzensizlik başlar. O halde Fransa’nın koruması artık hiçbirşey ifade etmiyor. Fransa’nın düştüğü ölçüde diğerleri yükseldi ve Türkler diğerlerine bizden daha fazla haklar tanıdılar; korumamızın bir değeri olmazsa, diğer güçlerin koruması ön plana çıkar ve kalıntılarınız üzerinde Doğu’yu onarmaya çalışır.

O halde kurallarımızı ve Aziz Louis’in yapıtını ortadan kaldırın; sizinle aynı dine, aynı Tanrı’ya veya aynı inanca sahip bu Hıristiyan halklara bir darbe de siz vurun; çünkü siz onlardan güçlüsünüz. İstediğiniz takdirde bu insanlar ölmeyecektir; ama, evet siz, 7 yıldan beri benimsenen yolda devam ediyorsunuz. Dürziler ve Türkler geçen yıl yaptıklarını gelecek yıl da tekrarlayacaklardır. Ve Lübnanlı Hıristiyanlar için size çağrıda bulunacağımız zaman şu acı sözleri sarfedeceğiz: Suriye’de yeniden kanların döküldüğü mutsuz kardeşlerimiz için çağrıda bulunuruz çünkü metanet ve gücünüz artık yoktur; eğer gücünüze ve şerefli geleceğinize inancınız varsa kan akmayacak. Söylevde Fransız Korumasının ele alınması kayda değer bir olaydır. 14 Haziran 1847 tarihli Lübnan’dan aldığı kaygı verici mektubu okuduktan sonra, M. de Maleville’nin andını eklemekte yarar görüyorum:

“Dışişleri Bakanı’nı, Doğu Hıristiyanları’nın yazgısı konusunda gerekli dikkati göstermesi konusunda uyarma hakkını kendimde buluyorum; bu bizim yerine getirmemiz gereken bir görevdir. Şerefli tarihimiz bu soylu görevin yerine getirilmesini bizden istemektedir.

Mecliste, 1794 yılında, tüm Avrupa ile korkunç bir savaşa bulaşan Ulusal Konvansiyon’a  Lübnan dağlarındaki Fransız adına gölge düşürmemelerini anımsattım; kiliselerin kapatıldığını, ruhbanların hakaretlere maruz kaldığını öğrenen Fransa Cumhuriyeti’nin İstanbul Büyükelçisi Aubert Dubayet, ruhbanların saygınlığını korumak ve kiliseleri tekrar açtırmak için Lübnan’a gitmiş, anısına vakfedilen soylu ve şerefli olay bize iyi bir ders olmalıdır. Çağımız tutkularının coşkunluğu içinde konvansiyon, Fransa’nın kiliselerini kapatırken, görevine sadık kalan elçisi, üç renkli bayrağı temsilen Lübnan’daki kiliselere saygı gösterilmesi ve açılması için çaba sarfetmiştir.“

(Moniteur Universel, 4 Temmuz 1847, s. 1888)

 

Son Katliamların Ünlü Şehidi

Kendisi öldükten sonra, “Chateaubriant ve Malte-Bruns“ün Revue d’histoire litteraire de la France (Fransız Edebiyat Tarihi Dergisi)’nde yayımlanan, P. Garabed Der Sahaghian’ın makalesinden söz etmek gerekmektedir:

“P. Garabed Der Sahaghian’ın, Pierre-Maurice Masson’a özlemini dile getirdiği, Doğu’daki Chateaubriant üzerine doktora tezini verdiği ve İsviçre’de Fribourg kentinde edebiyat eğitimini tamamladığı zaman gönderdiği bu makale uzun zamandır elimizde bulunmaktadır. Ne yazık ki ikisi de bu iğrenç savaşın kurbanlarıdır. Eğer olaylar ona bazı olanaklar tanısa idi, kuşkusuz görevini tamamlayacak ve dergisine kavuşacaktı.

Bu makaleyi önce tüm layıkıyla bu vahşetin içinde yaşamını yitiren bu yürekli ruhbanın anısını selamlamak ve de barbarların cellatları kanalı ile yaptığı vahşeti kınamak için yayımlıyoruz. İşte 15 Temmuz 1916 tarihli ölüm (s. 378) M. Archag Tchobanian (Aršag Čobanyan) imzalı Mercure de France’de gördüğümüz bu korkunç ‘Ortaçağ büyük mistik ozanlarından Bossuet’yi büyük bir tutkuyla okuyan, iğrenç hakaretlere maruz kalıp öldürülen Čobanyan. Bunlardan birkaç güzel şiiri ve birçok derin bilgiyi içeren yapıtları yayımlanan Venedik Maxetarist Katolik Topluluğu üyesi olan Peder Garabed Der Sahaghian’dan bahsedeceğim; yaklaşık 8 yıl önce, Fransız dili ve edebiyatı eğitimi görmek için önce Fribourg Katolik Fakültesi’ne, daha sonra Paris’e gelmiş ve Chateaubriant’ın Paris’ten Kudüs’e Güzergah’ı(L’Itineraire de Paris a Jerusalem)  ve Lamartin’in bir Meleğin Düşüşü (La Chute d’un Ange) yapıtları üzerine çalışmalarını Fribourg dergilerinde yayınlamıştır.

Korkunç felaketler başladığında Trabzon’daki Maxetarist Koleji’nin müdürüydü… Trabzon! Tüm olayların yaşandığı yer olan Trabzon’u biliyorsunuz. Hayal edilemez felaketin uğradığı yer, koruması altındaki çocukların boğulmaları ve kesilmelerini önlemek için büyük çaba harcamıştır. Canilerin önüne geçip şöyle haykırmıştır: “Onlara dokunmanız için cesedimi çiğnemelesiniz! Bu masumlara dokunmanıza müsaade etmiyorum!“ insanı hayrete düşüren işkencelerle öldürülmüştür. Kahramanlığı, işkencelerin tüm alçaklığıyla yücelen bu görev şehidi önünde saygıyla eğiliyoruz.


[1] L. de Contenson´un kitabı op. cit., s. 67.

[2]L´Armenie Martyre, Une Pangermanisme, kitabına bakınız, s. 83-84.

[3]XIV. yüzyılda yanılgıların üzerine gidenler adların deformasyonuna neden oluyordu. Farklı olarak Natolie ve Anatolie diyorlardı. İstanbul´daki ilk büyükelçilerimizden biri sayın Germiny, elçilik dönüşü krala “paralı lejyonlar gelince, görevlilerin teminatları ile birlikte Osmanlının durumunu açıklayan bir rapor sundu.“ Anlatı; 1585 tarihli olup şöyle demektedir: Bugün Küçük Asya´da Natoli olarak adlandırılan Kilikya var. Daha sonra farklı bölgeler üzerinden tahsil edilen vergiler ve aşiretlerin sayısı…  Bütün Suriye 600 bin altın lira vermekte… Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan Mezopotamya her yıl 200 bin altın lira… Gerçekten uzun zamandan beri gördüğümüz kadarıyla Türkler işgal ettikleri ülkeyi baskı altında tutmayı başarmaktadırlar.

[4]Annales de la mission Carme a Bagdad (Bağdat´taki Karmalit Misyonu´nun Yıllıklarına) bakınız.

[5] Kürtler´in uygulamaları ve haraçları üzerine L´Armenie Martyre, Une Pangermanisme (Ermeni Şehidi, Alman Yayılmacılığının Bir Kurbanı), kitabına bakınız, s. 226- Piskopos Awgin Yacqub Manna ve Kildaniler´e verilen bağışlar Lazaristler´in 95 rue de Sevres, Paris,  adresinde toplanacaktır.

[6] Eddey Şer, 1867-1915. [yay.]

[7] Piskopos Süleyman Sebbeğ, (1865-1947) günlerce işkence edildi ama öldürülmedi, verdiği yüklü para ile canını kurtardı. [yay.]

[8] Ya´qub Awraham, 1848-1915. [yay.]

[9] Süryani Katolik piskoposu Mixayel Malke, (1858-1915), Cizre´de öldürüldü. [yay.]

[10] Piskopos İsrayel Üdö, (1859-1948), günlerce işkence edildi ama öldürülmedi, verdiği yüklü para ile canını kurtardı. [yay.]

[11] Piskopos Awgin Yacqub Manna, (1867- 1928) ve Kildanilere verilen bağışlar Lazaristler´in 95 Rue de Sevres, Paris adresinde toplanacaktır.

12 1866-?

13 Tuma Üdö, 1855-1918.

14 Fransız Lazarist misyonu başpiskoposu Jacques Emile Sontag, 1869-1918. [yay.]

15 L´Armenie Martyre, Une Pangermanisme (Ermeni Şehidi, Alman Yayılmacılığının Bir Kurbanı) s. 22 ve s. 46´ya bakınız.

16 Age., s. 46´ya bakınız

17 Age., bu iki kişi, Naci Bey ve Reşid Bey Kürtler´e karşı 5 Ocak günü müdahale edenlerle aynı kişiler olabilir, ek olarak s. 47´ye bakınız.

18 Age., s. 49´a bakınız

19 Age., s. 7

20 Šamaša (diyakon) Babu Malik idi, s. 52´ye bakınız.

21 L´Armenie Martyre, Une Pangermanisme (Ermeni Şehidi, Alman Yayılmacılığının Bir Kurbanı), Kürtler her zaman Hıristiyanların zalimi olmuştur. Yılda birkaç kez epeyce Hıristiyan öldürür ve mallarını gaspederlerdi, s. 20´ye bakınız.

22 Müslümanlar´ın Kutsal Savaş ya da Cihat, Hıristiyanlar´ın malları üzerinde hakları olduğunu açıklamak. Hıristiyanları öldürmek büyük bir görevdi. Bu görevi tamamlama çerçevesinde yaşamını yitiren Müslümanlar, Perilerin ve Hurilerin bulunduğu cennette şehit olarak giderler. Cihat onlara Hıristiyan kızları ve çocukları müslümanlaştırmak ve tecavüz etme hakkı veriyordu.

23 Age., s. 40´a bakınız.

24 Ha keza bu istatiski bilgiler daha önceleri P. Werner, S.J.´in Orbis Terrarum Catholicos´adlı kitaptan temin edilmiştir. Bu kitap daha sonraları 1893´te P. Michel tarafından yine yayınlandı.

25 P. Michel´in kitabı, s. 15. Burada Babil Patrikliği ile hiçbir açıklaması olmayan ve savaştan etkilenmeyen Malabar´ın (Hindistan) Kildaniler (Vatikan´a bağlı olanlar) ile ilgilenmemekteyiz.

26 Age.,  s. 57´ye bakınız.

27 Age., s. 16.

28 Age., s. 16-17.

29 L´Armenie Martyre, Une Pangermanisme (Ermeni Şehidi, Alman Yayılmacılığının Bir Kurbanı), kitabına bakınız, s. 95 ve 121.

30 Michel´in kitabı, s. 19.

31 L´Action Sociale du Missionnare et les Dominicans en Turquie d´Asie, (Asya Türkiyesi´nde Misyonerlerin Toplumsal Çalışmaları) s. 36´ya bakınız.

32 Michel´in kitabı, s. 28´e bakınız.

33 Age., s. 59.

34 1706, 1707, 1708 ve 1709 yıllarında, Ek I´de “olağanüstü bir elçi sıfatıyla“ gezisinde elyazmasını yazmıştır.

35 Bibl. Nationale, ms., fr. 7200, f. 1, Memoire de St. Michel sur son voyage de Perse (Aziz Mihayel/Mişel´in İran Yolculuğu Anısı).

36 France et Syrie (Fransa ve Suriye) adlı kitab, s. 14.

37 Age., s. 37.

38 Dr. de Brun, asılmaya giderken Fransa´ya sevgisini haykıran bu Maruni ruhbanın ölümünü Temps´de aktarmaktadır.

39 1 Ocak 1915 tarihli Revue des Deux-Mondes adlı bir makalede (Les Maronites) M. Rene Ristelheuber tarafından ileri sürülen konu 3 Temmuz 1847 tarihinde Chambre meclisteki söylevde şunlara yer veriyordu: Evet beyler konu olan Lübnanlı Hıristiyanlardır! Onlar sadece din kardeşlerimiz değil, yüzyıllardan beri savaş alanlarında bizle beraber olan kardeşlerimizdir. Her halükarda onları görebilirsiniz. Aziz Louis zamanında, Napolyon´da görebilirsiniz… (Ek III, s. 94.)

40 Diğerleri arasında yeralan yapıt R. Maulde la Claviere, Les Mille et une nuits d´une ambassadrice de Louis XV (XV. Louis´in Bir Büyükelçi Karısının Bir ve Bir Gecesi),  Paris, Hachette, s., d., in-12 s. 252.

41 Ferriol Marquis´dir.

42 Bu başlık altında Grande Revue´de dostunun ölümünden sonra onun görevine devam eden bir büyükelçinin karısının işlerini gösteren bir roman yayınlanmıştır.

43 Age., s. 83, Ek II´ye bakınız.

44 P. Basil tarafından da çevrilen bu yazım şöyle başlamaktadır: İşte bizim ve hepimizin itaat etmek zorunda olduğumuz kumandanımız.Şanı artan Fransa imparatorunun şimdi büyük elçisi olarak, İsfahan kraliyet sarayında; Sulfa, Hamadan, Kongo´da, Tebriz krallığında,  Gangie, Kamakie, Tiflis, Gori, Erivan´da bulunan piskoposlar, doktorlar ve Fransız pederleri bize takdim etti. İhtiyaçları durumunda belirtilen piskopos, doktor ve pederlere yardım etmemiz için bize başvurdu. Fransız imparatorunun sayesinde kendi yurtlarında barış ve mutluluk içinde oturmalarını sağladık. Kendi dinlerinin vecibelerini yerine getirmeyi ve gelenek göreneklerini rahatça hayata geçirmelerini sağladık. Hiçbiri bizim koyduğumuz yararlara karşı gelmedi ve karşı da olmadı. Yine Nahçıvan´da büyükelçi olarak bizden yana olan birçok kilisenin olduğunu söyledi.

45 L´Armenie Martyre, Une Pangermanisme (Ermeni Şehidi, Alman Yayılmacılığının Bir Kurbanı), s. 24´te belirtilen nitelikler, din uğruna şehitliği simgelemektedir.

46 1659´a kadar büyükelçilik yapmış M. Denis de la Haye Marquis sözkonusudur. Büyükelçiliğinin son zamanlarını, yazdığım Revue des Etudes Historiques (Temmuz-Eylül 1916) dergisine bakınız.

47 Yazar burada, Cızvit peder Lempereur kanalıyla peder Bernard´ın yaşamını yansıtmaktadır. Konu olan Dijon´un zavallı piskoposunun iyileşmesidir: Babil piskoposuna sağlıklar dileyerek bitiriyorum. Babil piskoposu, yaşamını yazdığım sayın François Bernard´ın iyi dostlarındandır. Sanırım akrabasıdır. İran´a geldiğimden beri yaptığım ilk iş, sayın Bernard´a yazdığım şu mektuptur: 9 Mayıs 1640 tarihli mektup. Uzun bir mektup olup özetsel olarak: İran´a geldiğim ilk günün 6 saat sonrası Tanrı bana, inançlı, dinine sadık 18 bin insan, 5 veya 6 bin ruhban, 50 başpiskopos ve piskoposla bağlantılı olan bir iyi insanla tanışma fırsatı verdi. Bu kendisine kilisenin görüşme isteğini getirdiğim ve Ermeniler´in Papa´sı olarak bilinen Patrik´ti. Papa´nın mektubunu büyük bir saygıyla kabul etti ve Papa´nın bir zamanlar ona mektup yazdığını mektubunda belirttiğini anlattı. Tanrı ona karşı bana, herkesi şaşırtan bir sevgi bağışlamıştı. Kendisi ile ilişki kurmam için Ermenice´yi öğrenmemi istiyordu. Kendisi ile dili öğrenip temasa geçtiğimde, dini konulardaki ayrılıklarımızı daha iyi aydınlığa kavuşturacağımızdan, bunu bir görev olarak üzerime almıştım… Bu mektup gönderilen kişinin ölümünden sonra yerine ulaşmıştır.

48 Birçok dış gelişmelerde, önemli sırlarda krala hizmet vermiş meclisin olağan soylusu Aziz Olon Marquis´in kardeşidir.

49 Devlet danışmanı sayın Gatien de Galliczon´un oğludur. Galichon adlı (No. 4013) Etat de la Maison de Louis XIII (XIII. Louis´in Sarayı)´na bakınız.

50 Dillerin çocukları ile ilgilidir. Bunlar Doğu´daki büyükelçilerimizin çevirmenleridir. 10 Eylül 1881 tarihli Correspondant´ın, s. 905´e bakınız.

51 Moniteur´de belirtilen Fransa yüksek Meclisi üyesi kont Napoleon Daru´dur.

52 Bourgan ormanı, Babilistan piskoposlarının bir tarihinde sıralama yapmak konusunda umut vermiştir.

53 Relation de Perse (İran Anlatışı) başlığı altında daha önce anonim olarak yayımlanan havarilik misyoner mektubu.

http://mamasyria.blogspot.am/2016/03/suryaniler-ve-kildaniler-aclar-ve.html?m=1

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Hoş Geldiniz

Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri’yle ilgili bilgi alış verişi gerçekleştirme merkezinin internet sitesi.
Bu adresten bize ulaşabilirsiniz:

Son gönderiler

Sosyal Medya

Takvim

September 2025
M T W T F S S
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
2930