Yorgo Andreadis’in anısına…
Berlin. Haziran ayında Freie/Özgür Üniversite’deSüryani/Asuri Soykırımına ilişkin uluslararası bir akademik konferans düzenlenmişti.. Şimdi ise kadim Humbold Üniversitesinde, Uluslararası Pontos Soykırımı Konferansındayız. Bu alanda çalışan farklı milliyetlerden genç akademisyenleri görmek güzel. Bu da bir çeşit modern arkeoloji… Bu konuların yeterince araştırılmamış olması, akademik tutkuyu arttırıyor ki bu da güzel bir şey.
Batı ve Doğu Berlin’in bu iki üniversitesi arasında tatlı bir rekabet olduğunu hissetmemek mümkün değil. AmaHumbold’un Senato bölümünde duvarlarında Einstein, Max Planck ve diğerlerinin resimlerini görünce, Almanya’nın o parlak Weimar dönemini ve onu izleyen yıkım ve barbarlık dönemini hatırlıyorsunuz. Hele Senatoya çıkan mermer basamaklar üzerinde duvardakiMarx’ın ünlü 11. Tezi’ni okumak ayrı bir keyif.
Üniversite önündeki ikinci el kitap standlarından, Bloch’un<=”” b=”” style=”color: rgb(0, 0, 0); font-family: Verdana, Arial, Helvetica; font-size: medium; font-style: normal; font-variant: normal; font-weight: normal; letter-spacing: normal; line-height: normal; orphans: auto; text-align: start; text-indent: 0px; text-transform: none; white-space: normal; widows: 1; word-spacing: 0px; -webkit-text-stroke-width: 0px; background-color: rgb(238, 238, 238);”>adlı kitabını satın alıyorum, yani İzler…Üniversitenin hemen karşısındaki alanda yakılan kitapların anısına yapılan ilginç anıt var. Yer düzeyinden, camın altında görünen boş kitap raflarının yansımasından ibaret, sade ama çok etkileyici bir anıt…
Konferans arası Unten der Linden’den aşağı, tarihi Reichstag binasına doğru yürüyoruz can dostumla, Binanın önündeki Soykırım Anıtına bakıyoruz… Havuzun etrafına döşenmiş taşlarda, kiminde, isimlere rastlıyoruz. Treblinka… Dachau….Auschwitz….vb. vb. Toplama kamplarının isimleri…
Alman devletinin kadim parlamentosunun önünde, tam önünde bu anıt…. Bakalım, soykırımın hangi yılında Ankara’da parlamento önünde Meskene, Der Zor, Megadeh gibi isimlerin yer aldığı, “Bir Daha Asla” anıtını görmek kısmet olacak?
Berlin 2. Dünya Savaşının yıkıntılarının resterasyonu ile meşgul hala… Nazizmin yıkımı inanılmaz… Galiba ancak ciddi bedel ödenince, alnınız yeri öptüğü zaman tarihle yüzleşebiliyor, “bir daha asla” diyebiliyorsunuz. Bizim de tarihle yüzleşebilmek için illa ki yeri öpmemiz mi gerekecek?
Elbette mikro milliyetçilik bağlamında Balkan ve Anadolu coğrafyasında yaşanan zincirleme depremi andıran, birbirini izleyen etnik arındırma, asimilasyon, zorunlu göç uygulamaları, hayatta kalanaları anı ve anılarında hep varolmuştu. Ama herkesin kendi hikayesi, deneyimi,“seyfo”, “büyük suç”, “katastrof” / ”kıyamet” vb. farklı isimlerle anılan kendi acıları, kapanmaz yaraları, travmaları vardı sadece…Ötekilerin, komşuların yaşadıkları daha bir gölgede kalıyordu.
Bu olgunun, bilisel, akademik, hukuki açıdan tanımlanabilmesi için, 2. Dünya Savaşının yıkımının, esas olarak Yahudilere yönelik Holokaust felaketinin, Soahın yaşanması gerekiyordu.
Ermeniler, uzun yıllar çaba harcadı, “kurbanlıklarının” uluslarası camia tarafında “soykırım” olarak tanınması için. Bunun için önceleri Holokaust ile olan benzerliklerin altı çizilmeye çalışıldı. 70’li 80’li yıllarda erken inkarcılık ise Holakausttan olan farklıların altını çizmeye çalışıyor, özellikle “kasıt” olmadığı kanıtlanmaya çalışılıyordu.
Her soykırımın kendine özgü gelişimi ve yanları vardır. Özel bir akademik çalışma alanı olan soykırım araştırmacılığının, daha farklı deneyimleri yeniden değerlendirebilmesi için başka türden soykırımların, Kamboçya, Ruanda soykırımlarının yaşanması gerekiyordu.
Aslında bu bir anlamda da dramatik olduğu ölçüde absurd bir tartışma idi. Sanki soykırım bir paye idi. Ve her baskı altındaki halk, grup, yaşadığı gerçeklik “soykırım” olarak tanımlanmazsa, kendini aşağılanmış olarak hissediyordu.
“Sizin yaşadığınız ne ki, benim yaşadığım yanımda…” Hatta bazen, “siz hak etmiştiniz aslında, ama biz…” söylemine, ya da imasına kadar varabiliyordu davranış yada anlatımlar.
Ama bu düzeyler zamanla aşıldı. Ortak, karşılaştırmalı konferanslar düzenlenebilmeye başladı. Bunda yeni bir akademik alan soykırım araştırmacılığının gelişmesi ve oturmasının da büyük etkisi var.
Artık nerede ise ilçeler düzeyinde /Nişantaşı veya Üsküdar Üniversitesi gibi/ sayısız üniversiteye sahip olan Türkiye Üniversitelerinde ise, hala hiçbir üniversitede bağımsız soykırım araştırmaları bölümü yok. Çok acayip ama, bazı az sayıda genç akademisyenin konu yakınında yaptığı araştırmalar yaptığı bölüm ise Atatürk Fikir ve İnkılapları Enstitüleri…
Resmi tarih bağlamında yapılan araştırmaların düzeyi hala bir eşitleme çabasından ibaret…. Olayı sadece, Kafkas ve Balkanlarda Müslüman nüfusun zorunlu ya da gönüllü göçü ile eşitlemeye indirgemek.
Ama hala olay uluslararası dengelerdeki değişimlerden etkilenebiliyor. Örneğin, Pontos Soykırımı Konferansına özel konuşmacı olarak katılan Yeşiller Partisinin /Sosyal Demokratlar ve Hristiyan Demokratlar ortada bile yoktu/sözcülerinden biri olan Cem Özdemir Alman Parlamentosundan, verdikleri Soykırımın tanınması önerini çekmiş bir siyasetçi olarak sahnedeydi. Ki bu hikaye, 100 yıldır tekrarlanan bir öyküdür. Devlet çıkarları her zaman 1914-22 zincirleme soykırım olgunun en acil, en önemli anlarda örtülmesini getirmiştir. İngiltere, ABD, İsrail, hatta Yunanistan bu oyunun parçası olmuştur her zaman. Geçen yıl soykırım konusunda Cumhurbaşkanı düzeyinde cesur olan Almanya, Merkel düzeyinde, mülteci krizi nedeniyle geri adım attı. “Şimdi zamanı Değil!” Yeşiller de ikna oldu. Peki, Ortadoğu yeni soykırımlar kıskacında iken zamanı değilse, ne zaman?
Özdemir, Çerkes kökenli. Bu bir bakıma tarihle empati kurmasını kolaylaştırıyor. Bugün Çerkes Soykırımı’nı tanıyan tek ülkenin Gürcistan olması ilginç değil mi? Çünki Rusya ile çatışmada… Duma’da Erdoğan ile takıştıktan sonra mı, tartışılacaktı soykırım? Putin, gerçi 100. yılda Çanakkale’yi değil, Erivan’ı seçmişti. Ama Ankara’daki dostunu incitmemek için Obama gibi soykırım yerine “trajedi” demeyi tercih etmiş, daha çok da Rus azınlıkların çektiği sıkıntılardan, Rusofobiden bahsetmişti.
Ankara ile Balayı döneminde Erivan’a gelen oğul Esad, Ankara’nın kalbini kırmamak için, resmi olarak bir anlamda Erivan’ın “Anıtkabir”i olan Soykırım Anıtını ziyaret etmekten imtina etmişti.
Holokaust sağkalanlarının kurduğu İsrail Cumhuriyeti, nice zorluklardan sonra, 100. Yıl üzerine Uluslararası bir konferans düzenlenmesine izin verdi. Zorlukların gerekçesi ise hep aynı…”Malum ülkeyle Hassas ilişkiler ve ortak çıkarlar”!
Konferansın ana sunum konulmasını Bochum Üniversitesinden, Almanya’da soykırım olgusunun ötesinde, Ermenojinin, Ermeni sanat ve edebiyatının ve tarihinin akademik çalışma alanı olarak kabulünün Tessa Hoffman ile birlikte öncülerinden biri olan Prof. Dr.Mihran Dabag yaptı. Prof. Dr. Tessa Hofmann’ın, ‘Yalova-İznik-İzmit 1920-21, Çöken bir Devlette Kıyım ve Etnisiteler Arası Çatışma’, sunumu da dönemi daha iyi kavramamızı sağlayan bir sunumdu. Bu sunumda Çerkes Ethem partizanlarının artakalmış Ermeni köylerindeki kıyımları da, daha önce Çerkes Ethem incelemelerinin gölgede bıraktığı bir konuydu. Zeynep Türkyılmaz’ın ‘Bir Varolma Öyküsü: Pontos’un Kripto-Hristiyanları’başlıklı tebliği de harika bir sunumdu. Bölge insanının doğasını daha iyi algılama bakımından.
Mihran Dabag’ın Kristin Platt ile hazırladığı ve kısa zamanda ikinci baskısı yeni çıkan “Verlust und Vermächtnis”/ Yitirilen ve Miras kalan : Ermeni Soykırımında Sağkalanlar Anımsıyor“ adlı kitabının Türkçe baskısı da mutlaka çıkmalı. Tabag’ın diğer çalışmaları da hala çevrilmeyi bekliyor. Tarih Vakfının bunun için çaba harcayacağına inanıyorum.
Pontos ve Soykırım tarihine yıllarına adayan Prof. Konstantis Fotidiadis ise, Alman ve Avusturya belge ve kaynaklarında, Pontos Rumlarının soykıyımının yansımasına mercek yuttu. Bu arada, Fotidiadis’in Küçük Asya’da Pontos Rumlarına Yönelik Jenosit” adlı yeni çıkmış olan kitabının Attila Tuygan tarafında çevrilmekte olduğunu muştulayalım.
Türk-Yunan ilişkilerinin dalgalı dönemleri Pontos Soykırımının gölgede kalmasına neden olmuştur hep. Elen milliyetçiliği açısından da marjinal ve umutsuz bir vakadır bu. Belki bunda Pontos kimliğinin kolay asimile olamayışının da etkisi vardır. Şimdi bu alanda birbirinden ilginç orijinal kaynaklar çıkıyor ortaya. Bunlar genel olarak soykırım araştırmacılığı disiplini açısından da çok önemli.
Roma’dan gelen 2 genç kademisyen, Thodosios Kyriakidis ve Francesco Pongiluppi, dikkatimizi hala bakir olan İtalyan ve Vatikan kaynaklarına çekti. Kyriakidis’in“Demografik Siyaset olarak Asimilasyon: Boykot ve Pontos’daki Rum Mallarına Elkonulması” sunumu, Karadeniz’in bugüne yansıyan, Eşraf yapısını algılamamızı kolaylaştırıyor. Pongiluppi’nin Pontos Katoliklerinin kaderini ele alan sunumu ise, harika bir tanıklığa, Giovanni Zohrabian’ın iki ciltlik “Karadeniz Trajedisinden Anılar” kitabına dayanıyor. Bu kitap mutlaka tercüme edilmeli.
Yerevan Şarkiyat Enstitüsü’nden Anuş Hovhanisyan’ın“Soykırıma Girizgah: 1914 Yılında Ege Rum Nüfusunun Sürgünü”; “Adımı Bile Anmadan” adlı, kitabı Şen Süer Türkçeye çevrilmekte olan Thea Halo, “Balkanlardan Anadolu’ya. Pogromlardan Soykırıma”; Robert Shenk’in “ Karadeniz’deki Amerikan Bahriye Günlüklerinde 1921 Pontos Kıyım ve Talanı”; Arno Barth’ın ‘Rahatsızlık Yaratan Unsurların Tasfiyesi: Yunan-Türk Nüfus Mübadelesinin Uluslar arası Düzen ile Bağıntısı’; Miltiadis’in ‘Şer Siyaseti Karşısında Uluslararası Hukuk. 1916-23 Pontos Rumları Jenositi’ konularına ilişkin dikkat çekici açılımlar yaptılar. Monika Albrecht’in Pontos Rumlarının Sürgünü Tasfiyesinin Edebiyata ve Sinemaya Yansımasını konu alan tebliği de övgüye şayandı. Bütün katkıları değerleyip özetleyen kapanış konuşması ise Bochum Üniversitesinden Kristin Platt tarafından yapıldı…
http://sesonline.net/php/genel_sayfa_yazar.php?Yazar=Rag%FDp+Zarakolu&KartNo=59130
Leave a Reply