Ülkemin yüzü ağrı

AraratGüngör Şenkal

Ateş böceği gibi yanıp sönen kandilin ölgün ışığı altında, büyüklerin büyüleyici  gizlilikle anlattığı Murat’ın öykülerini dinleyerek büyüdüm. Duymamam için beni yanlarından uzaklaştırmaya çalışmalarına, gerekçeler uydurarak engel olurdum her defasında.Yılların kovalamacasına ben de katıldım. O zamanlar, bugünkü gibi düşünebilseydim eğer, anlatılanları, bir sözcüğünü bile unutmadan ve atlamadan yazardım. Böylece, önemli ayrıntılar da belleğimden silinip gitmezdi.

Düşünüyorum da bugün, anımsayabildiğim; sorduğumda, ‘Murat anlatır sana,’ demeleriydi. Bir ırmağın, yaşanmışlıkları anlattığı görülmüş, duyulmuş şey miydi, bilmiyorum. Yakın göllerde, ırmaklarda taş sektirmede uz olduğumu bildiklerinden, ‘Murat’ın yüzünde taş sektiren gün yüzü görmez,’ diyerek uyarmaktan da geri durmazlardı. 

Murat’ın kıyısında oturduğum şu anda, anlatılanları anlağımda canlandırmaya çalışıyorum. İnsanı delirten bir sessizliğin ellerini boğazımda duyumsuyorum. Duygu girdabına kapılıyorum. Ya bu sessizliği bozacak ya da çıldıracağım.

Nereden ve nasıl olduysa, elime geçirdiğim bir taşı savuruyorum öykülere. Merakla ve gücümün yettiğince uzağa. Derin uykularına son verilmiş dev gibi kükrüyor Murat’ın suları, kabarıyor; sonra  da, iç içe geçmiş halkalar olarak üzerime koşuyor. Ölümüne büyüyen dalgalar ayak uçlarıma kadar varabiliyor ancak.

Halkalar bedenlere bürünüp, kadın ve çocuklara dönüşüyor. Sayıları gittikçe artıyor. Sonsuzca çoğalacakları düşüncesine kapıldığım bir anda, suyun öfkesi, kabarışı duruyor. Düşle gerçeğin çatışmasından koparmak istiyorum kendimi. Olmuyor!

Sanki ayrıcalığı varmışçasına, anneme benzeyen bir kadın öne çıkıyor. “Kızım,” diyor, “Murat’ın suyuna ilişilmez! Bir söyler, bin işitirsin. Bir güler, bin ağlarsın.  Anlatmadı mı ataların bunu sana?”

Dilim, sinirleri çekilmiş et parçası olmuş, öylece duruyor ağzımda. Konuşamıyor, yutkunamıyorum…

“Murat’ııım!” diye çığlık koparıyor, ayırdına varamadan yanıma kadar sokulan diğer bir kadın.

Siz de kimsiniz, diyorum. Nereden geldiniz?

Yakınıma sokulan ak saçlı, al fistanlı kadın, yüzümü okşamak istercesine ellerini yanaklarıma uzatıyor:

“Korkma yavrum,”  diyor, ben Murat’ın anasıyım, Ağrı Ana.

Biraz olsun rahatlıyorum, insanın içine güven suyu serpen bu sesten. Anneme benzeyen kadın tekrar söze giriyor;

“Korkma, ben senin ninenin annesiyim; Anuş Ana.” diyor.

Korku, yeni buluşlara çıkıyor denetleyemediğim. Yaşamın içindeki öykü, öykünün içindeki yaşama dönüşüyor. Buz gibi bir ürperti, yüreğimin çiçeklerini dondururcasına dolanıyor içimde.

Anuş Ana! Bu adı daha önce hiç duymamıştım. Yaşamda süreklilik vardır derler! Yaşamdaki süreklilik bilgideki süreklilikle koşutluk içerir mi? Anlaşılan, benim yaşamım bilmediğim bilgi kopuklukları üzerine kurulmuş. Bilmediklerim, azgın sarmaşıklar gibi kuşatmış her yanımı.

“Analık hakkı yücedir,” diyor, Anuş Ana. “Murat’ın anası Büyük Ağrı buradayken, bize söz düşmez.

Kendine gösterilen saygıdan yanakları allaşan, yüceltildiğini belli etmemeye çalışsa da mutluluğu mimiklerine yansıyan Ağrı Ana, koyuluyor anlatmaya:

″O gün, Dehol’un ağası, kanlımız, bastı topraklarımızı. Oğullarımı, gelinlerimi ve torunlarımı dizdi sıraya. Kocamın yerini sordu. Söylemedim. Başkasını ele vermek, utançların en büyüğüdür bizde. Dil tutulur, baş koyulur yoluna istenen sevdiğinse!..”

″Erzurum dolaylarında yaşayıp giderken kendi halinde, bastı topraklarımızı Osmanlı çeteleri…” diye giriyor araya, Anuş Ana. “Sonra…”  Öyle derin soluklanıyor ki, bir daha konuşmayacak diye aklım çıkıyor.

“Ne anlatıyordum?” diye soruyor Ağrı Ana: “Dehol’un ağası, benden söz alamayacağını anlayınca, dayadı mavzeri Murat’ımın ağzına. Oğullarımın, gelinlerimin, torunlarımın öldürülmesi yıldırmadı beni; ama, Murat’ıma dayanamadım.”

 Sonra diyor gözleniyormuşçasına çevresine bakınarak, Yıldırdı bizi baskılar; yerimizi, yurdumuzu bırakıp düştük göç yollarına. Vardık geldik Mamuretülaziz’e. Kolye taşları gibi sıralanmış doğa incisi tepeler üzerinde, gök incir yeşili bir koruluğa yerleştik. Tepenin eteklerinde Türkmen köyleri…

Anuş Ana, susuyor o an. Bu suskunluk geçmişle yüzleşmeye bırakıyor beni.  

Susuyor Murat’ım. Boğazında patlayan mavzer yarasından, susuyor. Su istiyor yaralım; berxıkê mın, maralım. Suya ulaşmaya çalışıyorum. Yollar buz ile kar; akar, Murat’ımın canı akar, boğazından kanı akar. Ben ağlarım. Bir ananın ağlamasına dayanmaz dağların yüreği, coşar; ben koşarım.

“Küçük küçük evler yaptık. Başımızı sokacak kadar; derme çatma. Toprak, her yerde topraktır, inan… İnsan her yerde insan. Kilise de yaptık kendimize. Ne de olsa, tapınmaya koşuyor umudunu yitiren insan. Yitirmeyen…”

“Yanıkçukur derler bir yerdir. Bir yudum su içer Murat’ım. Gözlerini yumar. Canını teslim eder: Ölür. Ölmez! Murat’ım ölmez! Gömdüğüm yerden fışkırır, doğar. Murat’ım doğar… Hele bakın şu suya! Bu su, Murat suyudur!”

“Murat suyu akardı yeni köyümüzün hemen altından. Türkmen köylüleri; kuşlar, çiçekler, böcekler geldi hoş geldine. Sonra da… Osmanlı askerleri. Hoş geldine değil elbette, bizi götürmeye…”

“Muraaat,” çığlığıyla yarıldı ümüğü Ağrı Ana’nın.“Ağır ağır yitiriyordum dizlerimin

gücünü. Tutuşan damarlarımdan sinir uçlarıma saçılan kıvılcımlar titretiyordu.”

Nereye,”  diye sordu Bedros Dede. Korkuyla bakıyorduk askerlere; düzgün bacaklı, al yeleli, ak yeleli atlara. Boy boy silahlara, kılıçlara bellerindeki…  Korkacak bir şey yok,’ dedi zabit, ‘Sizi, İshak Paşa’ya götüreceğiz.’  Yaşadığı bütün acıları yüzüne çentiklemiş  Bedros Dede’nin gerildi kaşları, gözleri Tatar oku gibi fırladı yerinden.”

″’Hepinizin kökünü kurutacağım!’  demişti, Dehol’un ağası. Dediğini de yaptı soykanın soyu. En sonu, en sonu Murat’ımı da aldı.”

“Bedros Dede sordu: ‘Hepimizi mi?..  Kararlılığı kara gözünden, çatma kaşından okunan adam, ‘evet dedi; kısa ve öz. ‘İshak Paşa, sizi daha güvenli bir yere yerleştirecek!’”

Konuşmakta zorlanıyordu, Anuş Ana. Düşüncelerini toparlayabilmek için bakışlarıyla, bizim akıl sır erdiremeyeceğimiz tutamaklara tutunuyordu gökyüzünde.

“Söylenecek sözümüz çok, söylemeye hakkımız yoktu. Yola çıktık. Önümüzde  ardımızda askerler; askerler her yanımızda… Dağları tepeleri, bağları bahçeleri aşıp Murat Suyu’na indik. Bizi bekleyen şahtura binmemiz emredildi. Söylenene göre; ırmağı  karşıya geçecektik. Şahtur, yol almaya başladı Murat boyunca.”

Donuk bakışlarla seyrettim uzun zaman, Murat’ımın akışını. Sonra, büktüm boynumu, düştüm yollara.”

“’Çocuğun ateşi çıktı’, dedi, Anahit. ‘Ateeeş!’ diye bağırdı zabit. Yanmaya durdu namlular. Ey insanlar, tanrılar…  Delik deşik olan bedenler, birbiri ardına yığıldı şahtura; düştü Murat’a. Murat yine bulandı kana…”

 “Murat’ımın akan kanından oluşan kırmızı balıklı dereleri, gölleri aşarak döndüm yurduma. Sarılacak dalım yoktu. Yalvardım Tanrıya. Tanrım…”

“’Tanrımdedi, Türkmen köyünden Abbas.Sana sığınırız işlediğimiz günahlardan. İşlemediğimiz günahlardan da bize düşen varsa, onları da bağışla.Sonra, kardeşi Zeynel Ali’ye döndü.Anlatamayacağım korkular çöreklendi içime; yüreğim kanatlanıp uçuverecekmiş gibi. O, alaca kargayı dalından eden, kör yılanı kavından çıkaran silah seslerinden sonra… Yürü gidelim’. İki kardeş yürüdü Murat suyuna. Ölüleri, Murat’ın koynuna sığınmış buldular; acıları aşağı köylere akmış.”  

“Ahım kıyamete kalmıştı kalmasına, ama… Dayanamazdım ben bu acıya. Tanrım, dedim, ya canımı  al, ya  dağ eyle beni  ibret-i âlem için. Yakarışlarımı bitirir bitirmez, acı bir acem yeli ısırdı yanaklarımı. ‘Anaaa,’ diye bir ses dağladı kulaklarımı.”

Mamaaa, mamaaa″, diye sesler geldi Abbas’ın kulağına. Zeynel Ali,’ dedi,’ şu Tanrı’nın işine bak. Sonsuza akıp giden onca umarsızdan geriye, sağ kalmış bir yavrucak.’ Ayağı yalın, yüzü gözü şişlik ve morluk içinde, bitkin bir kız çocuğu yatmaktaydı Murat’ın kıyısında.”

Kaynarcasına bir çalkantı oldu. Bir kadın suları yararak üzerime yürüdü. Titrek dudaklarla:

 “Ani’mi anlatıyor. Nerede Ani’m?”

Anuş Ana’nın yüzüne bakıyorum şaşkın. Anlamama yardımcı olsun istiyorum.

“Bu kadın, diyor, Ani’nin anası Dikranuhi’dir.

“Baktım ki, ne göreyim, Tanrım kabul etmiş dualarımı. Murat’ım dizimin dibinde yatar. diyor Ağrı Ana.

“Bir de ne görsün Zeynel Ali; sağ kalmış bir çocuk daha dizine yakın yatmakta.

Ağrı Ana’nın arkasında, yüzünü belli belirsiz görebildiğim bir kadın karışıyor söze:

O, benim oğlum Onnig’dir. Benim! Siranuş Ana’nın oğlu! Ben anayım; anladın mı yavrum, ana. Canımdan kanımdan yarattığım oğlumu, verir miydim hiç, bir avuç kurşuna. Direndim; yavrumu kıyıya çıkarabilmek için ölüme ilendim.”

“Benim bakmaya kıyamadığım, oğullarımın en küçüğü, Murat’ım, şimdi bir dağ olmuş yanımda durur. Anasının berfini, Küçük Ağrı’m.”

“Taş kesilmişçesine, birbirine bakıp dururlar Abbas ile Zeynel Ali. Yanlarına alarak öksüz balaları, dönerler köye.

Nergis koydular Ani’min adına,dedi Dikranuhi; nergis, kırlarda açan beyaz, sarı renkte güzel bir çiçektir.”

Az önce kendini Siranuş Ana olarak tanıtan kadın, dayanamıyor bu sözlere:

“Onnig’ime ise Abdullah koydular, o da ‘Allahın kulu’ demekmiş.”

“Ben ki, Beyazıt ağasının karısı Büyük Ağrı’yım, bunca çileden sonra ağardı, apak oldu saçlarım. Bugün, bilmezler uzaktan bakanlar; sanırlar ki, ben karlarla kaplıyım.”

“Büyüyünce Nergis ile Abdullah, Abbas ile Zeynel Ali’nin çocuklarıyla evlendirildiler, diyor Anuş Ana.

Sonra, yüzlerinde tarihsel sorumluluğu yerine getirmenin huzuruyla, uzaklaşıp kayboluyorlar birer birer.

Ağlamaklı gözlerle bakıyorum, yalvarışlı sözlerle sesleniyorum: Nereye gidiyorsunuz? Söylesenize, ben kimim? Ya ben kimim?..     

Suların peşi sıra sürüklenip gidiyor düşler.

Derin bir ağrı kalıyor geriye.

Ülkemin yüzü ağrı!

EVRENSEL KÜLTÜR, Aralık 2009, Sayı: 216

Leave a Reply

Your email address will not be published. Required fields are marked *

Hoş Geldiniz

Batı Ermenistan ve Batı Ermenileri’yle ilgili bilgi alış verişi gerçekleştirme merkezinin internet sitesi.
Bu adresten bize ulaşabilirsiniz:

Son gönderiler

Sosyal Medya

Takvim

December 2025
M T W T F S S
1234567
891011121314
15161718192021
22232425262728
293031