Diyarbakır’da KCK davasının görülmesi için inşa edilen dev mahkeme salonu, penceresiz havasız bir silo gibi.
Son yıllarda, belki de Diyarbakır’a yapılan en büyük yatırım bu mahkeme salonu. Bu bina, Diyarbakır Adliyesi’nin avlusuna, KCK davası bitip gitse bile, daha yıllar yılı, topluca yargılamaların yapılacağının işaretini verir gibi dikiliverdi.
Binalar, anıtlar sadece beton, tuğla, taş yığınları değil. Acaba, bu mahkeme salonunu gören Kürtler ne hissediyor?
Diyarbakır’da KCK davalarının başlamasının arifesinde, çok sembolik bir yerde, Ermenistan’daki Soykırım Anıtı ve Müzesi’ndeydim. Müzeye, grinin en kurşuni halinin Erivan’ı kasvete boğduğu, insanın böğrüne çöken bir havada gittim.
Türkiye’den giden birinin, müzeye girmeden önce bir nevi korku tüneline girer gibi hissetmemesi imkânsız. Acaba karşıma neler çıkacak, ne hissedeceğim, nasıl bir sarsıntı beni bekliyor gibi hislerin gelip geçtiği bir tuhaf iç sıkıntısı işli beklentiler içinde, önce tünele dalmadan yavaş yavaş tepeye tırmanıyor sonra da birden müzeye adımı atıveriyorsunuz.
Sonrasında belgeler belgeler, resimler resimler. Hepsini her şeyi tüm çıplaklığıyla ama müthiş de içe dokunan bir yalınlıkla gösteren bir tarihi resmigeçit.
Dünyanın herhangi bir yerinde soykırım, katliam veya herhangi bir kesif şiddet olayıyla yüzleşmeyi sağlamayı, bu olayı gözler önüne sermeyi amaçlayan bir müzeye görmüş biri, Erivan’daki bu müzenin de çok daha sert, çok daha çarpıcı, adeta tokat gibi inen ayrıntılarla dolu olmasını bekler. Oysa o “korkulu rüya” Soykırım Müzesi, naif bir sadelikle, sessiz ve sakin, adeta mahcup bir tavırla gezeni vahşet, dehşet, hunharlık dolu detaylara boğuyor.
Öylesine oraya, vitrinin içine bırakılıvermiş gibi duran kitapların, belgelerin satırlarından sızan kanlı detaylar sanki gözleyeni rahatsız etmemeye çalışıyor. Yüzyıl başından kalma fotoğraflarda sonsuz bir çocuklukta takılıp kalmış öksüzler, yetimlerin titrek sefaleti, paramparça hayatlarının patlamış cam gibi yüzlerine saplanıp kazıdığı acı…
Holokost, Bosna, Ruanda; benim üzerine okuyabildiğim bütün soykırımlarının hikâyesinin hepsi aynı. Bir gün, yan yana, iç içe yaşayan insanların bir grubu, diğerini hedef alıp onu yok etmeye çalışıyor. Bir tür kanser, soykırım.
Hiçbir soykırımın, anlaşılabilir bir sebebi yok.
“Yukarıdan” gelen emirlere uyulması bana yeterince açıklayıcı bir “sebep” gibi gelmiyor.
Her soykırıma muhakkak katılan “halk” da var, hedef olanları koruyan “halk” da var. Gene de, soykırım emrini verenler dışında, böylesi büyük felaketlere itiraz etmeyen, sessiz kalan herkes de suçlu değil mi?
Soykırım Müzesi’nde, ne soykırım kavramına ilişkin, ne de Ermeni Soykırımı’na dair daha önce görüp bilmediğim, duymadığım hiçbir şey yok. Ama yer altına birkaç adım atarak girilen bu müze ve başında hiç sönmeyen bir ateşin yandığı anıt, insanın içine diken gibi saplanıyor.
Bir de müze, bende müthiş bir yitirmişlik, kayıp duygusu uyandırdı. Bu müzedeki fotoğraflardaki çocukların torunları, benim sevgilim, eşim dostum, komşum, bakkalım, yanımdan geçerken gülümsediğim yolumun kesiştiği “sıradan vatandaşlar”, belki de yaşadığım ülkenin başbakanı olabilirdi.
O zaman zaten burası da başka bir yer olur, neredeyse hiç “farklı” kimse, bir şey kalmayana kadar birbirimizi yediğimiz bir siyasi kültür gelişmezdi.
Hepsi sizden benden çalındı.
Taraf.com.tr
18.10.2010
/oneysezin@hotmail.com/





Leave a Reply