Mıgırdiç Margosyan
tarafından Cum,
06/18/2010 – tarihinde gönderildi.
Kirvem,
Başbakan Erdoğan’ın, bundan bir müddet önce büyük bir hevesle yola çıktıktan sonra her fırsatta sık sık dillendirdiği “Durmak yok yola devam!” sloganı eşliğinde birbirinin peşi sıra gündeme taşıdığı Kürt, Ermeni, Alevi, Roman “açılım”larını, daha sonraları ne hikmetse kenarından kulpundan hafif yollu törpüleyip, böylece hepsini aynı kazanda “aşure” misali kaynatıp, ardından da bu “paket”lerin tümüne birden bu kez de “Milli Birlik Projesi” namıyla yeni bir “kılıf”, yeni bir “zarf”, yepyeni bir “don” biçilmesiyle gelinen noktada, şu ana kadar elle tutulur gözle görülür “bir arpa boyu” yol alınmadıysa; alınamadıysa, demek ki bu “milli don”un paçasından “açılım” yerine “saçılan” o meret, o “mübarek” şey her neyse, sanki giderek kokuştu mu ne?!
Aslında ilk etapta Kürt, Ermeni, Alevi ve Romanların ağzına evvelemirde ve de güya bir parmak bal çalmak için meydanlarda sergilenen, bu bapta atılan “çalım”ların çok daha ötesinde; yani ülkenin tüm “vatandaş”larının yıllar yılı dört gözle bekledikleri halde bir türlü kavuşamadıkları “demokratik” açılımlardan yana hani deyim yerindeyse “üç maymun”ları oynayıp, dolayısıyla bu kulvarda yeterince “hassasiyet” göstermeyenlerin, günün birinde kafalarına estiği için “sözde” başlattıkları bu “açılım”ların dönüp dolaşıp şu sıralar gelip tosladıkları “duvar”a bakılırsa, görünen o ki “açılım” denen bu “martaval”lar daha çok su kaldırır!
Nitekim açılım falan feşmekan derken “tek kürek”le, “dümen”siz, “pusula”sız yola koyulan bu “sandal”ın, bu gidişle hangi limana sığınıp veya küçücük bir koyda sağ salim demirleyip demirleyemeyeceği meçhulken, diğer yandan şimdilik “derin dondurucu”ya terk edilen bu açılımların tam aksine; bir yenisi doğru dürüst, üstelik de adı son çeyrek asırdan beri her anıldığında öncelikle kan, gözyaşı, acı, feryat figanı çağrıştırıp bununla yoğrulan Diyarbakır’da gerçekleşti: TÜYAP Kitap Fuarı…
TÜYAP’ın çağrısına uyarak soluğu bu yıl ilk kez aynı çatı altında alan yayınevlerinin yanı sıra keza yazarların da okuyucularıyla “rûberû” yüz yüze buluşup katıldıkları söyleşilerle düşüncelerini paylaşmaları, gerçekten azımsanmayacak bir “açılım”ın ta kendisiydi.
Bu coğrafyada, bu diyarlarda tarih boyunca gelmiş geçmiş çeşitli kültürlere “beşik”lik etmiş bu kadim şehirde ilk defa açılan bir kitap fuarına katılan yazarlar ve onlarla sohbet eden okurlar arasındaki diyalogların, bundan böyle hangi kulvarlara doğru yelken açacağını zamanla daha iyi görebileceğiz.
Kendi payıma önce hasbelkader bu kenttin “Gavur Mahallesi”nde, nam-ı diğeriyle Hançepek’te doğmuş, ama beri yandan da bu ülkenin içişleri bakanlığı koltuğunda bir zamanlar otururken şimdilerde de bir “vatandaş” olarak hesapça özümün de “vekil”liğini “yüce meclis”te temsil eden çok saygı değer, pek muhterem Meral Şener “Hanımefendi”nin, bir ara kendince en sunturlu “küfür”, en büyük “hakaret” babında yumurtladığı “Ermeni dölü!” damgasıyla “tescilli” biri olarak, İstanbul’a gidip oralardaki Ermeni okullarında bir gıdım da olsa Ermenice öğrenir öğrenmez önce kendi anadilimle, ardından da Türkçeyle kaleme aldığım kitaplarımı fuar müddetince bu yörenin halklarıyla paylaşırken, aynı zamanda da kimi okuyucuların bir bakıma sanki Katolik bir papaz karşısında gizliden gizliye “günah” çıkartırcasına benimle paylaştıkları “Hocam benim de nenem sizlerdendi” minvalindeki “saklı”, kripto “sır”lar karşısında ister istemez duygulanıp, hatta meg parmak daha da ileri gidip söylemek gerekirse birbirlerimizi nemli gözlerle kucaklamamız, acaba tarihin bir cilvesi miydi?..
Evet Kirvem; açılım, fuar, kitap mitap, Ermeni dölü derken ipin ucunu kaçırıp, sonra da Başbakan Erdoğan’ın sıkça dillendirip kendi üslubunca seslendirdiği “Neredeeen nereye!” deyimiyle ben özüm de bu satırları karalarken, galiba farkında olmadan gerçekten de nereden nerelere geldiğimi bilemiyorum; ancak laf lafı açmışken, bu bapta üç kelamım daha olacak ama belki de haftaya!..
http://www.koxuz.org/anasayfa/node/6280
Kripto Ermeniler meselesi (2)
Mıgırdiç Margosyan tarafından Paz, 06/27/2010 – 08:14 tarihinde gönderildi.
Kirvem,
Yukarıdaki başlıktan yola çıkarak “saklı”, kripto Ermeniler hakkında uzun boylu laf etmek gibi bir derdim yok; zaten bu konuda, daha doğrusu bu “mesele”yle ilgilenmek isteyenlerin inceden inceye araştırmalara, tuğla misali kalın kitaplara başvurmalarına gerek yok, hele hele bilgisayar denen oyuncağın tuşlarına dokunup bir de “google” hazretlerinin kapısını çalmak gibi bir “lüks”ünüz varsa, o zaman iki tıktıkla önünüzde sayfalar dolusu bilgi, sizi hazır nazır bekliyor demektir!
Aslında 24 Nisan 1915 tarihinde önce İstanbul’da her kesimden iki yüz otuz dört Ermeni “aydın”ın bir gece ansızın derdest edilmesiyle başlayıp, ardından da giderek “büyük felaket”e dönüşen bu “tehcir” olayı esnasında, özellikle Hamidiye Alayları’nın zulmü sonucunda ölenlerin “çetelesi”ni, “rakam”sal boyutunu tartışıp, bunu da sanki bir marifetmiş gibi süfli bir pazarlığa dönüştürürken; beri yandan işin fecaatini, vicdani muhasebesini göz ardı edenlerin bu köhnemiş, bu katı zihniyetlerini bir tarafa bırakıp, meselenin özüne bakılırsa; acı gerçek şu ki, Anadolu denen bu coğrafyanın kadim halklarından biri olan
Ermenilerin, bari bu diyarlarda esamisi bile okunmuyor…
Yani?..
Yani “İttihat Terakki” kurmaylarının başını çeken Talat-Enver-Cemal “truimvira”sının, bu “muhteşem üçlü”nün tehcir, sürgün, kıtal, kıyım, kafle veya “sözde soykırım”dan yana harcadıkları dahiyane “performans” sonucunda ayrık otu misali bu topraklardan kazıyıp, dolayısıyla “meçhul”e gönderdikleri Ermenilerin hasbelkader geride kalan “kılıç artıkları” da, Türk-Kürt kimlikleri içinde zamanla eriyip asimle olurken, öte taraftan onların içinden günümüze kadar ulaşan “tortu”ları da “saklı”, kripto Ermeniler safında, hatta illa da uygun bir deyimle söylemek gerekirse “iki dinden avare” yaşayıp durdular…
Nitekim ben özüm de yıllar sonra gerek kendi anadilim, gerekse Türkçeyle kaleme aldığım yazılarımla, hani nasıl derler; “koyunun bulunmadığı yerde Abdurrahman çelebi misali” az-çok yazar kimliğimle memleketim Diyarbakır’a her gittiğimde, daha da doğrusu her söyleşinin ardından “Hocam benim de nenem Ermeniymiş” tarzındaki “günah” çıkarmalarıyla o denli haşir neşir oldum ki, bu durum karşısında bizim yörelerin deyimiyle yalnız şaşırmadım, dahası da dilim lal oldu!
İşte geçenlerde Diyarbakır’da ilk kez açılan TÜYAP Kitap Fuarı’nda tanıştığım bu “kripto” Ermenilerden birinin mektubunu, veya bir bakıma onların binlerce örneğinden sadece bir tekini, ibreti alem için aşağıya aktarıp, bu bapta insanların yıllarca içine kapandıkları ruh halini, onların “dram”ını özetle paylaşmak istiyorum:
“…Ben Hani’de doğdum, Türkçeyi ilkokulda öğrendim. Belli bir yaşa kadar her Kürt gibi ben de kim olduğumu bilmeden yaşadım; kim olduğumu anlayacak yaşlarda anneannemin Ermeni kökenli olduğunu öğrendim. Anneannemin bir erkek iki kız çocuğu, kızlardan biri benim annem. Bu ara dedem, insanlık açısından hiç hoş karşılamadığım ve hoş olmayan ikinci bir evlilik gerçekleştiriyor. Sonra 1925 Şeyh Sait hareketi arkasından başlayan sürgünler… Bey olmaları nedeniyle tüm ailemize yakın büyük bölümü, Türkiye’nin çeşitli illerine aileyi parçalayarak sürgün ediyor; annem-babam, amca torunları, babamlar İstanbul’a sürülürken, annemler İzmir’e sürülüyor.
Yıllar sonra uygulanan af ile ailem anavatanına, topraklarına geri dönüyor. Dönüş yolculuğu trenle oluyor. O yolculuk Nusaybin’de son buluyor. Annem ve kardeşleri, bu son yolculukta Nusaybin’de annelerini son kez görüyorlar. Bu, bölgemizdeki Kürt ve Ermeni halkının ortak yaşamından acılı kısa bir kesit.
Size neden yazdım, ne istiyorum?
Tek isteğim, anneannemin mezarını bir kez ziyaret etmek, eğer varsa çocuklarını görmek, erkeklerine kabul ederlerse dayı, kadınlarına da teyze demek istiyorum. Tek amacım bu.
Anneannemin adı Menevşe (onun kızlık ismini bilmiyorum, ailemizde bu isimle biliniyor).
Hani Ermenilerinden olduğu söyleniyor.
Dedemin adı Menduh Bey.
Temur Bey sülalesi olarak biliniriz.
Hanili Hamdi Bey’in torunuyum.”
sayın mıgırdiç margosyan
suat tarafından Paz, 06/27/2010 – 21:57 tarihinde gönderildi.
sayın mıgırdıç margosyan..
“dönme” yada “kripto”lar konusunda.. en son konuşmak istediğim halk ermenilerdir.. ikinci olarak da rumlardır..
neden derseniz..??
yahudi “dönme”ler ya kendi istekleri ile dönmüş.., yani “dönme” gibi davranıyorlar.. yada inanç nedeniyle “dönmüş”tür..
bunuda sebatayizm gereği olarak vurguluyorum..
ama..,
bu topraklarda.. osmanlının sonları da.., dahil.. özellikle cumhuriyet döneminde.., ermeni ve rumlar.. “zor”unlu olarak “dönmüş”lerdir.. başka yaşam koşulları kalmamıştır..
aslında çoğunlukla “dön”dürülmüşlerdir..
özellikle kadınlar-kızlar ve katledilenlerin yetim çocukları..
ermeni katliamı gibi yaşananlar karşısında kullanılmaması şartı ile örnekliyeceğim..
1923 “zor”unlu mübadelesinde.. “sepetlenen” hıristiyan türkler de vardır. ve onlarda bugün yunanistan da “döndürül”müşlerdir..
hoş bunun sorumlusu yine osmanlı ve artığı cumhuriyettir..
çünkü “dön”me işlevi anadoluda başlatılmıştır.. hıristiyan diye..,”zor”la yollamak bunun ta kendisidir..
mantığımın yanlış anlaşılmaması için yaptığım bu açıklamadan sonra sormak istiyorum..
1- hemşin halkı için ermeniden “dönüştürme” diyebilirmiyiz.. bunun tarihsel süreci işlenmemiştir.. bilginiz varsa aktarırmısınız.. çünkü 1915 sonrası yaşananlardan farklı mı?-değil mi? buna ben karar verip haksızlık yapmak istemiyorum..
2- “pakraduni”..
bu tanım asıl olarak..doğu-ermenistanda.. bilinir.. türkiye denilen topraklarda bilinmez.. sanırım diğer adı ile bağrati hanedanı olarak da söylenir.. sonradan bunların anadoluya.., sürüldüğü yada itildiği söylenir..
bunların yahudi olduğu ve ermeni olarak “kripto” yaşadıkları söylenir..
köklerinin babil sürgününe dayandığı iddia edilir..
yine bilginiz varsa aktarırmısınız..
günümüzde yaşayanlarının ve işlevsel olarak da ermeni halkının yararına değil zararına çalıştığı da işlenir..
ermeni soykırımı yıldönümlerinde “türk” bayrağı yakıldığı söylenir ama bu bayrağın yıldızının davud yıldızı şeklinde yapılıp yakıldığı da söylenir..
bilgileriniz varsa aktarmanızı rica edeceğim..
ermeni sorunu beni.. hem bir radikal-demokrat olarak hemde şahsi-vicdani olarak ilgilendiriyor..
baba tarafımın köyü antalya bozova(eski adı ermenice zivind-pazar) içindedir.. ve köy evinin hemen önü eski ermeni mezarlığıdır.. ama bir hayli eskidir.. ermeni mezarlığı olarak bilinir.. ama burada ermeniler ne zamana kadar vardı yanıtlanmaz..
yine antalya içi.. kışla han arkasında bir evde doğdum.. ev dedemin.. ablasının evidir.. eniştesi eski bir kuvvacıdır.. arap kökenlidir!! ve ev bir ermeni evidir.. yani el konulmuştur..
bu benim için bir vicdan muhasebesi temelidir..
ailemin bunda suçu var yok.. bilmiyorum.. ama el konulmuş bir evde doğduğumu bilmem.. ermeni halkına olan bir vicdan borcum olmaktadır..
ve çok eskiden.., bir vesile ile tanıştığım.. marsilya ermenilerinin bana yaklaşımları da bir sevgi-birbirini anlama-anlatabilme güzellemesidir.. buda benim için onurlu bir anıdır..
sevgi ve saygılarımla Suat.




