ÜMİT KARDAŞ
Tehcir nedeniyle insanlığın vicdanında mahkûm olmak, soykırımla suçlanıyor olmaktan daha haysiyet kırıcıdır.
Rafael Lemkin ve Soykırım
Ruanda Uluslararası Ceza Mahkemesi kararında “suçların suçu “olarak tanımlanan “soykırım” kelimesini ilk ortaya atan kişi Polonyalı Yahudi bir avukat olan Rafael Lemkin’di. Lemkin, 1948’te uluslararası bir suç haline getirilen Birleşmiş Milletler Soykırımı Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi’nin kabul edilmesini öneren ve bu konuda yoğun girişimlerde bulunan bir hukukçuydu. Lemkin, genç bir hukukçuyken insanın insana karşı insanlık dışı mezalimini araştırmaya yönelmişti. 1921 yılında Talat Paşa’nın Berlin’de bir Ermeni genci tarafından öldürülmesi davasıyla ilgilenen Lemkin, dava dosyasından hareketle Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşananlarla ilgili bir dosya oluşturmaya başlamıştı. Profesör hocasıyla davayı tartışması sırasında Talat Paşa’nın eylemleri nedeniyle yargılanmasını gerektirecek hiçbir uluslararası hukuk kuralının bulunmadığını öğrenmesi ve hocasının bu durumu çiftçinin kümesindeki tavukları öldürmesinin hesabının kendisinden sorulamayacağı örneğiyle açıklaması Lemkin’i derinden sarsmıştı. Ermeniler’in 1843-1915 arası Osmanlı yönetimi tarafından uğratıldıkları mezalim (zulümler zinciri) Lemkin’in barbarlık suçu olarak adlandırdığı soykırımı kavramlaştırmasında etkili olmuştur. Lemkin, 1933’te Madrid’de Milletler Cemiyeti’nin düzenlediği uluslararası hukuk konferansında ilk kez “soykırım” kelimesinin öncüsü olan “uluslararası hukuk suçu” kavramını kullanmıştır. 1946 yılında BM Genel Kurulu, Soykırım Deklarasyonu’nda soykırımın bütün grupların var olma hakkını ortadan kaldırdığını, bunun insanlığın vicdanını şok ettiğini belirterek, soykırımı “uluslararası hukuk kapsamına giren bir suç” olarak oybirliğiyle kabul etti. Ancak Lemkin’in arzusu, bunun ötesinde soykırımın suç olarak işlenmesinin önlenmesi ve cezalandırılmasına yönelik bir sözleşmenin yapılmasıydı. Nitekim bu arzusu da 1948 yılında BM Soykırım Suçunu Önleme ve Cezalandırma Sözleşmesi ile gerçekleşecekti.
Lemkin, 1959 yılında 59 yaşındayken yoksul bir halde New York’ta bir otel odasında öldü. İnsanlar yalnız bıraktıkları bu idealist insanlık savunucusunun mezar taşına hiç olmazsa “soykırım sözleşmesinin babası” yazma inceliğini gösterdiler.
Ermeni meselesi
1909 Adana Katliamı’ndan sonra 1913’e kadar süren bir iyi niyet dönemi görülmektedir. İTC militan Taşnak Partisiyle ilişki geliştiriyordu. Demokratik bir partiye dönüşen bu parti 1912’de yenilenen Meclis-i Mebusan’da üç üyeyle temsil ediliyordu. Bu mecliste ayrıca altı bağımsız Ermeni üye bulunuyordu. (1876 Meclis-i Mebusanı’nda da 67 Müslüman, 48 Gayri-Müslim üye bulunuyordu). Ancak I. Balkan Savaşı’ndaki yenilginin ardından 1913 yılı Ocak darbesiyle iktidarı ele geçiren (Babıali Baskını) İTC, Talat Paşa’nın öncülüğünde etnik toplulukları anayurtlarından tehcir etme ve daha önce hiç yaşamadıkları bölgelere dağıtma üzerine kurulu nüfusu homojenleştirme planları hazırladı. Kürtler, Ermeniler ve Araplar gönderilecek yerlerine Boşnaklar, Çerkesler ve diğer Müslüman göçmenler getirilecek, yerlerinden edilen etnik gruplar gittikleri yerde nüfusun yüzde onundan çoğunu oluşturmayacaktı. Ayrıca bu gruplar hızla asimile edileceklerdi. Zaten 1914’te Rumlar batı kıyılarından zorla tehcir edilmişlerdi.
1895’te başlayan ve 1909’da devam eden Hıristiyan katliamları ve etnik temizliği 1915’te doruk noktasına varıyordu. Hıristiyan liderleri provokasyonları görmezden gelmeyi öneriyorlardı. Bazı Müslümanlar da daha büyük katliamların gerekli olduğunu düşünüyorlardı. Enver Paşa için emir komuta dışında örtülü operasyonlar yapacak özel görev kuvvetlerinin varlığı önemliydi. Balkan Savaşından önce kurduğu gizli bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa’yı daha sonra devlet organına dönüştürdü. Bu örgütte istihbarat subayları, casuslar, sabotajcılar, kiralık katiller bulunmaktaydı. Bu örgütün ayrıca Kürt aşiretlerinden oluşan bir milis gücü vardı. Eski suçlulardan oluşan gönüllüler de örgüt içindeydi. Talat Paşa, Teşkilat-ı Mahsusa’nın ana gövdesini oluşturan çeteleri hapishanelerden tahliye ettirdiği eski suçlulardan oluşturmuştu. Anadolu’daki Teşkilat-ı Mahsusa 3. Ordun’un emrine verilmişti. Düzenli ordunun subayları ise bu örgütten hoşlanmıyordu. “Enver Paşa bu serseri gruplara güveniyordu. Kargaşa yaratıp, köyleri yağmaladıklarını biliyordu. Bu grupları bastıramayışı zayıflığından geliyordu. Bu özel teşkilatların tüm üyeleri eşkıyalar, şeyhler, dervişler ve asker kaçaklarıydı. Bu grupların kurulmasına çok karşı çıktık. Ama Enver Paşa’ya ve İTC’nin güçlü adamı Behaeddin Şakir’e karşı koyamadık.” (Aziz Samih “Umumi Harpta Kafkas Cephesi Hatıraları” 1935).
Alman destekli Pan-İslamist politika İmparatorluk sınırlı içinde yaşayan Gayrımüslimler için ölümcül çözüme giden bir yolun açılmasıydı. 1915’te başlayan tehcirlerin koşulları daha önce yapılanlardan çok farklıydı. İki ay içindeki uygulamalar sadece Ermenileri değil, Doğu Anadolu’daki tüm Hıristiyanları kapsıyordu. Söz konusu tehcirler yeniden iskan olunarak düşünülemezdi. Çünkü belirlenen yerler yaşanabilecek koşulları taşımadığı gibi bu yerlere ulaşabilenlerin sayısı da azdı. Birçok kişi doğdukları ve yaşadıkları yerleşim birimleri içinde ya da dışında hemen, diğerleri yaya çıkarıldıkları yollarda öldürülmüştü. Hemen öldürülenlerin çoğu erkekti. Kadınlar ve çocuklar güney çöllerine doğru sürülen kafilelerin en büyük bölümünü oluşturuyordu. Vilayet görevlileri yola çıkarılanlara yiyecek, su ve barınak sağlamak için hiçbir tedbir almamışlardı. Tehcir edilenlerin mallarına el konuyor, malların bir bölümü dahiliye nezaretine gönderilirken, bir bölümü yağmalanarak zimmete geçiriliyordu. İngiliz sosyal tarihçi David Gaunt’un belirttiği gibi bu tehcirlerin amacı özgül bir nüfusu tamamen özgül bir alandan çıkarmaktı. Hızla yapılması istendiğinden gözdağı, şiddet ve zulüm unsuru artıyordu. Yeniden iskan gibi bir amaç taşınmadığından tehcir edilen nüfusun nereye gittiği ya da fiziken yaşayıp yaşayamayacağı yönetimi de orduyu da ilgilendirmiyordu.
Ermenilerin sahip olduğu yüksek derecedeki kültür ve uygarlık onlara yapılan bu mezalimi dünyanın gözünde çok daha korkunç hale getirmişti. Arnold Toynbee bunu şöyle belirtmektedir; “Tehcirin bu boyutlarda uygulanmasının etkilerini insanın tahayyül etmesi çok zor. Ermeniler bütün Amerika kıtasında beyaz adamın önünden çekilen Kızılderililer gibi vahşi değillerdi. Komşuları Kürtler gibi hayvancılıkla geçinen göçebeler de değillerdi. Onlar bizimle aynı hayatı yaşayan insanlar, kuşaklar boyunca şehirde yerleşmiş şehirliler ve yerel refahın başlıca mimarlarıydı. Onlar yerleşik bir halktı, doktor, avukat, öğretmen, işadamı, zanaatçı ve dükkan sahipleriydiler; akıl ve çalışmalarının sağlam anıtlarını dikmişlerdi. Pahalı kiliseler ve kökleşmiş okullar. Kadınları nazik, eğitilmişti, çünkü uygarlıkla yakın kişisel ilişkileri vardı.” ( Arnold Toynbee- “Armenian Atrocities” s. 30-31. )
Sonuç ve öneriler
Mustafa Kemal 1 Ağustos 1926’da Los Angeles Examiner’da yayımlanan söyleşisinde şöyle diyor; “Milyonlarca Hıristiyan uyruğumuzun acımasızca, kitleler halinde evlerinden sürülüp katledilmesinden sorumlu tutulması gereken bu eski Jön Türk Fırkası’nın artıkları Cumhuriyet yönetiminde de rahat durmamışlardır.” Büyükelçi Henry Morgenthau, “Büyükelçi Morgenthau’nun öyküsü” isimli kitabında şöyle yazıyor; “İttihatçı otoriteler tehcir emrini vererek bir ırkın ölüm ilanını çıkartmış oluyorlardı; bunu iyi biliyorlar ve benimle yaptıkları sohbetlerde gerçeği gizlemeye kalkışmıyorlardı.” İngiliz siyasetçi Winston Churchill aşağıdaki saptamada bulunuyordu; “1915’te Türk Hükümeti, Küçük Asya’daki Ermenilerin korkunç genel katliamını ve tehcirini başlatarak sürdürdü. Bu ırkın Küçük Asya’dan temizlenmesi neredeyse tamamlanmıştı. Bu suçun siyasal nedenlerle planlanıp işlendiği her türlü makul şüpheden uzaktır. Bütün bölgeler bir tek idari holokost ile haritadan silinmişti. Bütün bunların insanlarca tanzim edilmesi mümkün değildi.”
Talat Paşa, sorunları şiddet yöntemiyle çözebileceğini sanan her gafil gibi yanılgı içinde son noktayı şöyle koyuyordu; “Artık Ermeni sorunu diye bir şey yok.”
Yukarıda belirtilenler kuşkusuz yaşananların kapsamını, boyutunu, ağırlığını ifade edemez. Bu mezalim ve katliamlar Avrupa ve ABD gazetelerinde düzenli olarak yayımlandığı gibi Osmanlı İmparatorluğu’nun müttefikleri olan Almanya ve Avusturya dahil İngiltere ve ABD’nin resmi belgeleriyle, Osmanlı Divan-ı Harbi’nin tutanaklarıyla, diplomat ve misyonerlerin anlatımıyla, komisyon raporlarıyla, hayatta kalanların anlatımıyla ortaya çıkmıştır. İster Ermenilerden bazı unsurların hak talepleriyle ayaklanmaları, ister dış güçlerle harekete geçirilmeleri olsun hiçbir gerekçe bu insanlık trajedisini meşrulaştıramaz. Yaşananları hukuki ve teknik bir kavram olan soykırım üzerinden tartışmak yanıltıcıdır. Yaşananlar teknik bir kavrama sığamaz ve bunun içinden ifade edilemez. Ne hazindir ki tek bir kelime “soykırım” hakikatten daha önemli hale getirilmektedir. Mezalim ve katliam insaniyetle bağdaşmaz. İnsanlığın vicdanında mahkûm olmak, soykırımla suçlanıyor olmaktan daha haysiyet kırıcıdır. Türkler, Kürtler, Çerkesler bu mezalimin sorumluları olarak, Ermeniler, Süryaniler ve diğer Hıristiyan gruplar ise mağdur olarak travma geçirmişlerdir. Hakikatleri gizleme ve inkar üzerine kurulan bir düzen devleti ve toplumu hastalandırır ve çürütür. Türkiye’nin siyasetçilerinin, akademisyenlerinin, gazetecilerinin, tarihçilerinin ve dinadamlarının toplumun hakikatlerle tanışmasını ve yaşananları hatırlamasını sağlayacak yönde gayret göstermeleri gerekmektedir. Hakikatle karşılaşıp, hatırlamak özgürleşmek demektir. Yaşanan acıların müsebbibi olanları atalarımız olarak kabul edip savunmak bize onur getirmez. İTC’nin ileri gelenlerinin ve bunlara bağlı kadroların, çetelerin ve çapulcuların eylemlerini sahiplenmek ve savunmak insani ve ahlaki bir tavır değildir. Türkiye, yaşatılan mezalim ve katliamları kabul ettiğini ve bundan dolayı toplum ve devlet olarak en yüksek insani değerler olan hakikat, adalet ve insaniyeti savunduğunu, geçmişte bunu yapanların zihniyet ve eylemlerini mahkum ettiğini bütün dünyaya duyurmalıdır. Bu yapıldıktan sonra Diaspora’da yaşayan tüm Ermenilere yurttaşlık daveti yapılmalı ve kendilerine TC yurttaşlığı verilmelidir. Yurttaş olanların maddi kayıpları telafi edilmelidir. Ermenistan sınırı hiçbir koşul öne sürülmeden açılmalıdır. Türkiye, Ermenilerin acılarını azaltırken kendi korku, kompleks ve kaygılarından da kurtularak özgürleşecektir. Bu şekilde davranmak vicdanın, ahlakın ve aklın gereğidir. Her yıl aynı duruma düşmekten, tekraren aynı aczi göstermekten, samimiyetsiz davranışlar sergilemekten bıkmayan siyasi kadroların Türkiye toplumunu başka toplumlar ve yönetimler karşısında küçük düşürmeye hakları bulunmamaktadır.
ÜMİT KARDAŞ umitkardas@gmail.com
http://taraf.com.tr/haber/kelimeler-hakikatin-onune-gecmemeli.htm






Leave a Reply